30 Haziran 2010 Çarşamba

MOURİNHO'NUN HENRY TERCİHİ



Star Gazetesi'nin bu haberi yoruma gerek bırakmıyor heralde ama şunu söylemeden geçemeyeceğim, böylesine cehalet kokan bir haber yapan insanlar nasıl medyada kendilerine yer bulabiliyorlar, çok merak ediyorum.

ŞAMPİYONUN ÇÖKÜŞÜ

Bundan tam 4 sene önce 2006'nın 9 Temmuz'unda İtalyanlar tarihinde 4.kez dünyanın en büyüğü oluyordu. İtalyanların o gün yerlere göklere sığdıramadıkları o takım, bugünlerde İtalya'daki en büyük tartışma konusu. İşte bu noktada sorumuz şu, İtalya'nın 4 senede en tepeden en dibe çöküşü acaba görüldüğü kadar büyük bir sürpriz mi?


İtalya Milli Takımı'nın bu büyük çöküşü sadece bu ulusun milli takımının çöküşü diyerek geçiştirilemez. Bunun yanında İtalyan futboluna da değinmeliyiz mutlaka. Bir kere İtalya Ligi'nin gün geçtikçe kan kaybettiği gerçeği aşikar. La Liga ve Premier Lig her yönden Seri A'nın çok üzerinde. Sadece oyuncu kalitesine bakacak olursak dahi İspanya ve İngiltere'nin İtalya'nın ne denli önünde olduğunu görebiliriz sanırım. İtalya'nın bu sezonu başarılı kapatan tek takımı İnter'in kadrosuna şöyle bir bakalım, Diego Milito, Samuel Eto'o, Wesley Sneijder, Esteban Cambiasso bu oyuncular bu sezon hem ligi hem de Şampiyonlar Ligi'ni kazanan İnter'in başarısında en önemli rolü oynayan oyuncularındandı. Bu oyuncuların İnter dışındaki ortak noktalarıysa tamamının yolunun kariyerinin bir döneminde İspanya'dan geçmiş olması, kimisi orada misyonunu tamamlamış, kimisi tutunamamış bu oyuncular kendilerini İtalya'da bulmuşlar. Bu işin bir yönü, diğer yönüyse İtalya'da elde kalan bir avuç yıldızın da İngiliz ve İspanyolların kıskacında olduğu ve onları elde tutmanın ne kadar zor olduğu gerçeği. Maicon, De Rossi, Pato gibi isimler transfer döneminin gözdeleri olabilecek potansiyeli olan İtalya'da forma giyen ender oyuncular. Bu oyunculara gelecek tekliflere İtalyanların hayır demesi pek de kolay görünmüyor açıkçası tıpkı Barça ve Real'in İbrahimovic ve Kaka tekliflerine İnter ve Milan'ın hayır diyemediği gibi.



Oyuncular yönünden durum böyle, şimdi de takımlara bakalım, Avrupa'da İnter dışında ne Juve ne Roma ne Milan ne de Fiorentina gerek Avrupa Ligi gerekse Şampiyonlar Lİgi'nde gruplardan sonra iki tur ilerleyemedi. Tek istisnaysa Şampiyonlar Ligi'ni kazanan İnter oldu. Ligdeyse şampiyon yine İnter'di ikinciyse Roma. Yani İtalya Ligi'nde dikkat çeken iki takım vardı. Biri İnter diğeri Roma. Normal şartlarda milli takımın bu iki takımın oyuncuları üzerine temellenmesi lazım ama... Bu iki takımdan toplam sadece ve sadece 1 oyuncu var. O da Roma'lı De Rossi. Yani Şampiyonlar Ligi şampiyonu takım kendi milli takımına oyunca verememiş. İşte İtalya şu anda bu durumda.



Şimdi Milli Takım'a geri dönelim, 2006'da bu takımın başarısında en büyük pay sahipleri Pirlo, Cannavaro ve tabi ki hocaları Lippi'ydi. 2006 sonunda Lippi görevi bıraktı, yerine gelen Donadoni yaşlanan kadroyu revize etmeyi başaramadı aslında bu yönde bir çabası da olmadı pek. 2008'de Donadoni'nin yerine tekrar Lippi'ye tutundu İtalyan federasyonu. Fakat Lippi de turnuvaya gelirken eski oyuncularından, ona şampiyonluk hediye eden oyuncularından vazgeçmedi. 2006'yla kıyaslayınca, Lippi yine oradaydı, Cannavaro oradaydı, Gattuso, Camoranesi, Zambrotta, Buffon hepsi oradaydı fakat aradaki fark, kocaman 4 seneydi. Bütün bu oyuncular 4 sene daha yaşlanmış durumdalar. 4 sene önceki tempolarından, formlarından çok uzaktalar. Hele ki bir de Pirlo gibi bir isim de sakat olunca bu son belki de kaçınılmazdı. Lippi de yaptığı açıklamada, turnuva başında takımına, şampiyonluğa inanmadığından ve takımı iyi hazırlayamadığından bahsederek tüm sorumluluğu üzerine aldı zaten.



Burda bir soru da Lippi'nin elinde acaba revize edebileceği bir oyuncu havuzu var mıydı? Daha önce yine burada bahsedilmişti 2009 Ümitler Şampiyonası'ndan, Almanya'nın o jenerasyonu kullanmadaki başarısından dem vurulmuştu. İşte o çok başarılı, şampiyon Almanya'nın yarı finaldeki rakibi İtalyanlardı. Dengeli giden maçı Almanya sağ bekleri Andreas Beck'in uzaktan attığı tek golle 1-0 kazanmıştı. İtalya'da Candreva, Balotelli gibi isimler o turnuvada göze batan isimlerdi ve takım olarak başarılı bir turnuvayı geride bırakmışlardı. O turnuvadan Almanya Khedira, Mesut, Badstuber, Boateng, Müller gibi oyuncuları alıp direk ilk 11'ine yerleştirirken İtalya o turnuvadan hiç bir oyuncuya kadrosunda yer vermedi. Bu da yine kaçınılmaz sonun bir hazırlayıcısı oldu.


Sonuç olarak İtalya, İtalya gibi bile oynayamadan elendi turnuvadan, 3 maçta toplam 5gol yediler, yani savunma yapmayı bile beceremediler, galibiyet alamadan veda ettiler Afrika'ya.

Şimdi en başta sorduğumuz soruya geri dönelim, böylesine yumuşak bir grupta bile olsa, İtalya'nın düştüğü bu durum gerçekten çok büyük bir sürpriz mi?

29 Haziran 2010 Salı

Seninle Benim Aramdaki Kocaman Fark

2010 Dünya Kupasına son 16 maçlarının oynandığı şu günlere kadar damgasını vuran ekip, hiç kuşkusuz Almanya oldu. Kültürlerinin getirdiği disiplin mottasından hiç ayrılmayan Almanlar, buna bir de futbolun güzelliklerini ekleyince, ortaya tadına doyulmaz bir futbol çıktı tabi ki. Turnuva bittiğinde belki Almanya kupaya uzanamayacak, ancak takdir edilmesi gereken durum, jenerasyon değişiminin daha iyi bir şekilde yapılamayacak olmasıdır.



Oliver Kahn, Sammer, Möller, Effenberg, Scholl gibi oyuncuların 96'da kazandığı Avrupa Şampiyonası'ndan sonra da bu tarz bir jenerasyon değişikliğini başarıyla yapan Almanlar, bu sefer jenerasyon değişikliğne hocalarından başladılar. Önce takımın başına efsane yıldızları Klismann'ı getiren Almanlar, hocanın ayrılmasından sonra istikrara inandılar ve genç sayılabilecek bir yaşta takımın başına Löw'ü getirdi. Löw de, özellikle 2009 Gençler Şampiyonası'nda başarılı olmuş gençleri takıma kazandırarak adeta bir futbol devrimi gerçekleştirdi. Dennis Aogo, Serdar Taşçı, Holger Badstuber, Jérôme Boateng, Sami Khedira, Mesut Özil, Toni Kroos, Marko Marin ve Thomas Müller gibi oyuncuların tamamının 23 yaşından küçük olduğunu ve Almanya'nın Dünya Kupası kadrosunda bulunduklarını düşünürsek, yakın geleceğin Almanlar için ne kadar parlak olduğunu anlayabiliriz.



Türk Milli Takımımızın, Dünya Kupası elemelerinde, 23 yaş altında olan kaç oyuncuyu kullandığını merak ediyor insan tabi .. Bazen önemli olan oraya gitmek olmuyor, oraya gidip başarı kazanacak jenerasyon yaratmak daha önemli oluyor. (İtalya bunun en güzel örneğidir.) Tabi biz bu hataları yaparken, bir yandan da turnuvaya da katılamamayı becerebiliyoruz..

Aykut Kocaman


Aykut Kocaman ile ilgili ne okursanız okuyun, kime sorarsanız sorun mutlaka efendiliğinden dem vuracaktır. Futbolumuzda gittikçe azalan, özlenen karateristik özelliklerinin hepsine sahip ve bu özellikleriyle o estetik golcülüğünü bile geride bırakmayı başarabilen ender kişilerdendir.

1965 yılında, sonradan Fenerbahçe'de grubunu da kurmakla suçlanacağı Sakarya'nın, Geyve ilçesinde doğmuştur. Küçüklüğünde jimnastiğe merak salsa da, futbol tanrıları devreye girmiş, bizleri onun golcülüğünden mahrum bırakmamak için onu dönemin futbolcu fabrikası Sakaryaspor'a emanet etmiştir. 1984-88 yılları arasında forma giydiği Sakaryaspor'da 2.Lig'e düşmenin üzüntüsünü de, 1.Lig'e yükselmenin sevincini de, ve hatta Fenerbahçe'yi 5-1, Beşiktaş'ı 4-0 yenerek Türkiye Kupası'nı kazanmanın gururunu da yaşamıştır.

1988 yılı sonunda, daha sonraları çoğu kez kader ortaklığı edeceği Oğuz Çetinle birlikte Fenerbahçe'nin yolunu tutar. Henüz ilk sezonunda Fenerbahçe 103 gollü efsanevi şampiyonluğunu elde ederken, Aykut da bu 103 golün 29'una imzasını atmış, ve krallık tacını takmıştır. Geyve'den çıkan bu fiziği küçük, ama aklı Kocaman golcü, Türkiye'nin zirvesindedir artık. Krallıklarını bununla sınırlandırmaz, 1991/92'de 25, 1994/95'te ise 27 gol kaydederek 2 kez daha erişir bu mutluluğa.

Ertesi sezon, tüm bu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştıklarımızı özetleyecek bir demeç sonucunda, pek de haketmediği şekilde veda eder Fenerbahçe'ye. 5 Mayıs 1996'da, sezonun şampiyonluk maçında Trabzonsporla Fenerbahçe Avni Aker'de karşı karşıya gelir. Beraberliğin bile Trabzonspor'u şampiyonluğa taşıyabileceği maçta, Bordo-Mavililer Abdullahla öne geçmelerine rağmen skoru koruyamaz ve Oğuz ile Aykut'un gollerine engel olamaz. Maçtan sonra mikrofonları uzandığı Aykut, maç sonunda intihar eden Trabzonlu taraftara da değinerek, "Bütün sezon uğraşıyorsunuz, bütün emekleriniz tek maçla heba oluyor. Kendi galibiyetimize seviniyorum, ama Trabzonlu arkadaşlarım için de üzülüyorum. Trabzonsporlu futbolcu arkadaşlarımın şu an yerinde olmak istemezdim. Hiçbir şampiyonluk insan hayatından daha değerli değildi. Türkiye'de başarının ölçüsü birinci olmak. Bu, yanlış. Şu anda yenildikleri için Trabzonsporlular aşağılanacak. Ama biliyoruz ki onların yerinde biz de olabilirdik" sözleriyle futbolumuzda alışkan olduğumuz fanatizm ve şovenizm kokan demeçlerden uzak durmak bir yana, sağ duyunun, efendiliğin ve centilmenliğin ne olduğu bizlere gösterir. Fakat bu topraklarda yapılan her iyi hareket gibi bu da cezasız kalmaz. Sezon sonunda şampiyonluğun kahramanları Oğuz ve Aykut, dönemin başkanı Ali Şen tarafından, takımda "gruplaşma"ya yol açtıkları gerekçesiyle gönderilir. Fenerbahçe'de ardında, 228 maçta 124 gol bırakmıştır.

Yeni durağı İstanbulspor'dur usta golcünün. İnönü Stadı'nda İstanbulspor formasıyla Fenerbahçe taraftarının önüne ilk çıktığı maçta, başkana nazire yaparcasına 30 bin taraftar tarafından sevgi gösterileriyle tribünlere çağrılır. İstanbulspor'da kariyeriyle ilgili önemli dönüm noktaları yaşayacaktır. 3 gol attığı bir Trabzonspor maçında 200'ler kulübüne 5. sıradan girer. İlerleyen yıllarda önce antrenör futbolcu, sonra teknik direktörlüğe uzanır.

Teknik direktörlük kariyeri ise zorluklar içinde, ama başarıyla start alır. Maddi açıdan iflasın eşiğine gelmiş kulübü uzun süre ayakta tutar. Futbolcular aylarca para almadan oynarken, nedenini "Aykut Hocaları'na bağlılıkları" olarak açıklayacaklardır. Fakat Aykut Kocaman, bu durumun yönetim tarafından kanıksandığını ve bu nedenle hiçbirşey yapılmadığını görerek devre arasında istifa eder. Fakat sezon sonuna kadar hiçbir kulüple anlaşmaz, oyuncularını satmaz.

Sonrasında ise sırasıyla Malatyaspor, Konyaspor ve Ankaraspor'u çalıştırır. Ardından yuvasına, futbolcu ceketini astığı Fenerbahçe'ye önce sportif direktör, ve nihayet bu sezon teknik direktör olarak geri döner.

Aykut hiç bir zaman sert oyunun, ağları delercesine vurulan şutların öznesi olmadı. O hep akıl dolu plaselerin, ince vuruşların sahibi oldu. Ama daha önemlisi, tüm futbolseverlerin saygısını kazanmayı başarabilen, futbolumuzun yüzaklarından biri olmayı başardı.

2.Tur, İngiltere, Ofsayt, Rosetti derken...

2. tur maçlarının sonuna geldiğimiz bugün, futbol dünyası yepyeni tartışmaların içinde. Gelişen, hızlanan futbol, her konuda teknolojinin yardımına açıkken, bu gelişmelerin hakem kararlarına etkisi olmuyor. 2.tur maçlarının 2.gününde oynanan Meksika-Arjantin ve Almanya-İngiltere maçların, teknolojik gelişmelerin diğer sporlarda olduğu gibi futbolda da hakemlerin yardımına koşması gerekip gerekmediği sorusunu bir kez daha gündeme getirdi.

Meksika - Arjantin maçında, Tevez'in Arjantin'i 1-0 öne geçiren golünde yan hakem bu oyuncunun bariz ofsayt pozisyonunda gol vuruşu yaptığını kaçırdı. Fakat stat ekranında golün tekrarını izleyen Meksikalılar ofsaytı görünce yan hakeme koştular. O anda maçın İtalyan hakemi Rosetti tüm insiyatifi ele aldı ve teknolojinin yardımını reddederek hatalı da olsa gol kararını verdi. Turnuvadan sonra FIFA'nın masaya yatıracağı ilk konu bu olmalı.

Diğer maçta ise Almanlar'a İngiltere 66'dan 1 gol borcu olan İngilizler, Lampard'ın çizginin neredeyse 1 metre içine düşen şutunda hesabı kapattılar. Capello istifayı düşünmediği söylese de İngiltere bu golün ardına sığınmamalı. Zaten gruptan nasıl çıktıkları da ortada. Turnuva sonrası milli takım çalıştırıcılığı için "dünyadaki gelişimi yeterince yakalayamadıklarına inanılan, fakat İngiliz oyuncuların ruh hallerinden çok iyi anladıkları kabul edilen" Adalı teknik direktör tercihi ile, "gelişime açık, dünya futbolunu bilen, fakat oyuncuların ruh hallerini yeterince çözümleyemeyen" yabancı teknik direktör tercihi tartışmaları yine yaşanacaktır.
Bir de Alman Müller var, turnuvanın sürpriz yıldız adayı. Onun yaptıklarını Rooney yapsa, bugün İngiltere'de çocukların adı gerçekten Wayne koyulmaya başlanmıştı.

2. tur maçlarının genel gidişatına bakarsak, ABD dışında hiçbir grup liderinin elenmediği, hatta zorlanmadığı bir turnuva oluyor. İlk golü atan, genelde zorlanmadan sonuca gidiyor.
Uruguay, 10 dk bastırdı, öne geçti, sonra rölantiye aldı oyunu. Ne zamanki Güney Kore üstün bir efor sergileyerek eşitliği yakaladı, tekrar yüklendiler ve sonucu aldılar. Uruguay bu turnuvada savunmasıyla hücum hattı arasındaki güç dengesi en yüksek takım.
ABD ise bir kez daha kötü, düşük konsantrasyonla başladığı maçı bu kez çeviremedi. Gerek turnuva öncesi milli takımımıza karşı hazırlık maçında, gerekse grup maçlarında geriye düşüp maçı çevirmeye çalışırken yüksek efor sarfeden ABD, yıpranmayı kaldıramadı.
Kesinleşen ve muhtemel çeyrek final eşleşmeleri :
2 Temmuz Cuma
17.00 Hollanda - Brezilya
21.30 Uruguay - Gana
3 Temmuz Cumartesi
17.00 Arjantin - Almanya
21.30 İspanya/Portekiz - Paraguay/Japonya

27 Haziran 2010 Pazar

Almanya-İngiltere Rekabeti

Tarihin en önemli rekabetlerinden birini 3 fotoğrafla anlatalım,


Sene 1914... 1. Dünya Savaşı yılları...

Yıllarca bize anlatılırdı, Çanakkale Savaşı'nda, düşman kuvvetlerle ateşkes saatlerinde siperden sipere erzak atılması, birbirlerinin şarkılarına eşlik edilmesi. Burada da Alman ve İngiliz askerler noel dolayısıyla ilan edilen ateşkes sürecinde birbirleriyle futbol oynuyorlar.


Sene 1938... Dünya yeni bir savaşa doğru ilerliyor...

Dünyanın savaşa sürüklenmekte olduğu günlerde İngiltere'nin barışçı başbakanı Neville Chamberlain'in isteğiyle, İngiliz takımı, Hitler'in propoganda bakanı Joseph Goebbels'in de bulunduğu Berlin Olimpiyat Stadı'nda, maç önü seramonisinde Nazi selamı veriyor. İşte bu kare İngiltere tarihine kara bir leke olarak geçiyor.



Sene 1966... Yer, İngilizlerin mabedi Wembley...

Batı Almanya ve İngiltere, İngilizlerin mabedinde Dünya Kupası finaline çıkıyor, Normal süresi 2-2 biten maçta kızılca kıyamet 101. dakikada kopuyor. Geoff Hurst'un vurduğu top çizgiye düşüyor, o gün oradaki hakem dahil hiç kimse topun çizgiyi geçip geçmediğini anlayamıyor. Sonucunda maçın hakemi Azeri Tofiq Behramov golü geçerli sayıyor ve İngilizler evlerinde oynadıkları kupayı kazanıyor. O günden sonra Azeriler ve İngilizler arasında bir dostluk bağı kuruluyordu. Hatta 2006 Dünya Kupası Elemeleri'nde karşılaşan bu iki takımın Azerbaycan'da oynayacağı maç 96'da vefat eden Behramov'un adını taşıyan statta oynanıyor, maçtan önce yapılan seramonide Geoff Hurst da orada bulunuyordu.

Bakalım bugünkü maçta yine yıllarca hafızalara kazınacak bir tarihe tanıklık edecek miyiz?

25 Haziran 2010 Cuma

DÜNYA KUPASI 2010 -GRUP MAÇLARININ ARDINDAN-

2004 yazında futbolda kimilerine göre bir devrim oldu fakat o gün Rehhagel'in Yunanistan'ının elde ettiği başarı aslında dünya futboluna vurulan çok büyük bir darbeydi. O günden sonra sayıca azalmakta olan yıldız futbolcuların önemi de azalmaya başladı, sert savunma takımları öne çıktı, takımlar arasındaki güç farkı minimuma indi, daha çok mücadele edenin kazandığı bir oyuna dönüştü futbol. Özellikle 2008'e kadar bu şekilde ilerledi futbol ama 2008 Avrupa Şampiyonası'yla birlikte mücadeleyi, birlik olmayı temel alan bir başka mantalite futbola damgasını vurmaya başladı. Takım olmak, takım olarak oynamak şu an futbol adına en önemli unsur olarak ortaya çıktı. Büyük yıldızların git gide azaldığı günümüz futbolunda takım olmak, takım olarak oynamak, zamane 'yıldız'larının rolünü iyiden iyiye çaldı artık. Bu Dünya Kupası'ndaysa bu iki sistem yan yana geldi ve müthiş sıkıcı bir Dünya Kupası başlangıcı izledik. Kısa kısa grupları bir değerlendirelim;

A GRUBU


Fransa gruba tek kelimeyle damgasını vurdu. Zaten çok sorunlu hazırlanmışlardı turnuvaya, hazırlık maçlarındaki kötü performans, Domenech'in elindeki kaliteli kadroyu hiç bir şekilde kullanamayışı, bitmek bilmeyen saçmalıkları, oynanan sıkıcı, defansif, rezil futbol pek de umut vermiyordu Fransa adına, üstüne bir de Anelka skandalı ve devamındaki bazı futbolcuların antrenmana çıkmama krizi eklenince hazin son kaçınılmaz oldu. Topladıkları 1 puan ve attıkları tek golle grubu son sırada bitirdiler. Gel gelelim buna üzülen oldu mu, hiç zannetmiyorum, Fransızlardan başka bu duruma üzülen bir futbolsever olsun.

Hani dedik ya takım oyunu oynamak artık en önemli zorunluluk diye bu grupta Uruguay ve Meksika takım oyununu oynayarak, sertlikten, savunma disiplininden hiç taviz vermeyerek gruptan çıkmayı başardılar. Meksika'nın Fransa karşısındaki performansı gerçekten görülmeye değerdi. Uruguay ise grubu lider bitirdi ve yarı final yolunda büyük avantaj yakaladı, Meksika ise büyük ihtimalle Arjantin karşısında bizden bu kadar diyecek. Gruptaki son takım ev sahibi Güney Afrika vasatın dahi altındaki kadrosuna rağmen 4 puan toplamayı başardı, ama bu, gruptan çıkmak adına yeterli değiildi. İlk maç sonrası taraftarlar yeteri kadar vuvuzela çalmadı diyen kalecilerinin laneti de üzerlerine işlemiş olabilir tabi.

B GRUBU



Kayan yıldızlar, takım oyunu bilmem ne geyiklerimize karşı tek bir takım var turnuvada. Biri sahada, biri saha kenarında dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yıldızlarından ikisine sahip, bildiğimiz kaos futbolu oynayan, 5 savunmacı, 5 hücumcuyla iki farklı takımmış gibi oynayan Arjantin, turnuvanın tek gerçek yıldızının da katkılarıyla grubu 3 maç 9 puanla bitirdi.

Gruptan çıkan diğer ekip Güney Kore ise takım olmak tabirinin bire bir karşılığı. Takım karakteri, sürekli koşan futbolcu yapısı ve biraz da şanslarının yardımıyla yollarına devam ediyorlar. Yunanistan bildiğimiz Yunanistan. Ama bundan sonra Rehhagel yok, belki onlar adına değişen bişeyler olur ileriki süreçte. Nijerya ise yatıp kalkıp Sani Kaita'ya kahretmeli, her şey tam yolunda giderken Yunanistan maçında gereksz yere oyundan atılmasıyla takımının ümitlerini yerle yeksan etti. Son maçtaki umuda yolculuktaysa Nijerya bu kez kaçan inanılmaz gollere boyun eğdi ve şanssız bir biçimde turnuvaya veda etti.

C GRUBU


Amerikan emperyalizminin, paraya, güce odaklı dünyasına, endüstriyelleşen futbolun baskısına inat bir kolej takımı havasıyla, pek çok farklı milletten pek çok Amerikan'ı bir arada barındıran kadrosuyla isyan ediyor Amerikan Milli Takımı. Yıllar önce bihaber oldukları futbolla tanışmalarıyla, uyguladıkları alt yapı projesiyle kısa sürede önemli bir furbol ülkesi oldular bile. Dünyanın belki en nefret edilen ülkesinin takımı pek çok kişinin, en azından benim, turnuvada en fazla sempati beslediğim 2 takımdan biri oldu bile.

Çok büyük umutlarla başlamıştı İngiltere turnuvaya, kağıt üzerinde kaleci ve Capello'nun ısrar ettiği pivot forvet dışında kusursuz bir kadroları vardı. Ama o kadro kağıt üzerinde kaldı, özellikle de çok güvendikleri Lampard ve Rooney'den hiç fayda alamadı İngilizler, Cezayir'e karşı pozisyon dahi üretemediler, ancak futbol düşmanı Slovenya'yı zar zor yenerek çıkabildiler gruptan. İkinci turdan itibaren İngilizler mutlaka bir şeyleri değiştirmek zorundalar. Cezayir çok sınırlı bir takımdı lakin bu sınırlı takım, bizim hala gol atamadığımız, puan alamadığımız İngiltere'den puan alma başarısını gösterdi, bu başarı da onlar için kafidir heralde. Turnuvada en nefret ettiğim takım oldu Slovenya, özellikle de son İngiltere maçından sonra. Tarihin belki en kötü İngiltere'sini, sahada ne yaptığı hiç belli olmayan, stres içindeki İngiltere'nin üzerine bir sefer bile gidemeden, rezil bir futbolla turnuvaya veda ettiler.

D GRUBU


Turnuva başlamadan evvel en sert görünen 2 gruptan biriydi D Grubu. Almanya ön plana çıksa da diğer 3 takım bir birine denk takımlardı. Almanlar çok fiyakalı başladılar turnuvaya. 2. maç da hasar alsalar da grubu lider tamamladılar. Ballack'ın yokluğu Almanya adına çok büyük sorun teşkil ediyordu benim adıma. Ballack takımın hem saha içi lideri, hem de takıma yaratıcılık katan yegane unsuruydu. Fakat Almanya bu iki soruna da çare buldu. İlk sorunun çözümü Klose'ydi zaten onun içindir ki Sırbistan maçında oyundan atılmasının ardından takımın sallanması, hemen ardından gol yemesi... Klose'nin dönüşü Almanlar için çok önemli. 2. sorunun çözümüyse bir Türk de gizliydi. Mesut Özil takımının aradığı kan oluvermişti ve Sırbistan maçı haricindeki futboluyla da turnuvanın şu ana kadarki kısmına damgasını vurdu, piyasasını bi hayli arttırdı.

Gruptan çıkan diğer takım Gana'yı ise ben çok beğendim, açık ve net bir biçimde taş gibi takım Gana. Özellikle de Gyan Asamoah mükemmel futbolunun yanı sıra son vuruşlarda biraz daha becerikli olabilirse ve gruplardaki şans yine yanlarında olursa önleri daha da açılabilir, 2. turdaki rakipleri Amerika önünde ve belki daha ilerisinde. Gana maçında Kewell'a gösterilen bence yanlış kırmızı kart Avustralya'nın ipini çekti. Aynı sıkıntıyı ilk maçta Gana maçında Lukovic'in kırmızı kartıyla Sırbitan da yaşadı ve 2 takım da evlerine erken dönmek zorunda kaldı. Kewell uzun zamandır kendisini hazırladığı son Dünya Kupası'nda sadece 24 dakika forma giyebildi.

E GRUBU


Her daim gönüllerin takımı Hollanda, grubu 3 maç 9 puanla kapattı. Turnuva öncesi Robben'in sakatlığıyla ağır darbe alan Hollanda'nın gruplarda göstereceği performans bu açıdan çok önemliydi, grubunun zayf olmasının da etkisiyle Robben'in eksikliğini çok hissetmedi belki ama Robben'in katılması bu takıma kesinlikle kademe atlatacaktır. Çeyrek finaldeki muhtemel Breziy eşleşmesi çok kritik olacak olar için final yolunda. Hem Sneijder, hem Van Persie hem de Robben'in formda olduğu ve savunmasının grupta olduğu gibi kritik hatalar yapmadığı bir Hollanda'nın önünde kolay kolay hiç bir takım duramaz.

Gruptan çıkan diğer takım Japonya ise tam anlamıyla bir takım. Takım olma disiplininden hiç vazgeçmeden Honda önderliğinde grupta kalan iki maçını kazanıp gruptan çıktı. Burda Honda'ya bir parantez açalım, bize çok yabancı bir isim değil aslında Keisuke Honda. Geçen yaz Galatasaray'ın transfer listesinde yer alan fakat yüksek maliyeti nedeniyle vazgeçilen Honda'yı bu sezon ortasında CSKA Moskova 10 Milyon Euro karşılığında kadrosuna kattı. Ne kadar doğru bir iş yaptıklarını da bugün çok daha iyi anlıyoruz aslında. Tabi Frank Rijkaard'ın bu oyuncu üzerinde neden bu kadar durduğunu da şimdi şimdi anlayabiliyoruz. Daisuke Matsui Japonya'da benim dikkatimi çeken bir başka isim oldu.

Turnuvanın en büyük hayal kırıklıklarından biri de şimdiden Kamerun oldu benim için, bu gruptan çıkmak için fazlasıyla yeterli bir kadroları vardı aslında ama turnuvayı puansız kapatarak döndüler evlerine, hatta belki de hiç gelmediler kupaya. Aslında Eto'o turnuva öncesi bunun sinyallerini vermişti, turnuva öncesi yaptığı açıklamada kupaya gelip gelmeme konusunda kararsız olduğunu, geldiğine değeceğinden emin olmadığını söylemişti, ki öyle de oldu, ne Eto'o vardı kupada, ne Kamerun Milli Takımı. Danimarka ise benim gözümde Avrupa'nın zayıf halkası olarak bulunuyordu burada, gerek sınırlı gerekse yaşlı kadrosuyla. Onları buraya taşıyan çok katı savunmalarıyla var olmaya çalışsalardı belki turnuvada daha başarılı olabilirlerdi.

F GRUBU


Neresinden başlasak, ne desek... İtalya henüz gruplarda elendi kupadan. Peki, çok mu büyük sürpriz bu olay, hem evet, hem hayır aslında... Evet, çünkü bahsettiğimiz takım İtalya ve İtalya ne olursa olsun bir şekilde kazanır, daha da önemlisi grubu çok zayıf. Hayır, çünkü tarihin açık ara en kötü İtalya'sı gelmişti turnuvaya. Neyse İtalya'ya çok fazla irmek istemiyorum şimdi ama muhakkak o konuya bir parantez açacağız en kısa zamanda.

Paraguay kadro kalitesiyle bu gruptan çıkacağının sinyallerini veriyordu önceden. Lakin Paraguay'ın Yeni Zelanda maçının diğer maçla çakışması, Slovakya maçındaysa bir işim gereği ancak İtalya maçını izleyebildim, o yüzden çok ileri geri konuşmak istemiyorum bu takım hakkında, yalnız görünen o ki, Japonya'yla birlikte kafa kafaya bir 2. tur maçı oynayacaklar. Slovakya, turnuva öncesi benim sürpriz adaylarındandı ve kaliteli kadrolarıyla bu turnuvada var olabilecekleri imajı çiziyorlardı. Bununla birlite Vittek, Holosko, bugüne kadar forma giymemesine rağmen Marek Sapara ve son olarak da Miroslav Stoch gibi bizden isimlerin olması da bu takımla daha çok haşır neşir etti bizi. Onlar da ellerinden geleni yaptı ve gruptan çıktılar fakat henüz ilk kez bu deneyimi yaşayan tecrübesiz bir takım olan Slovakya muhtemelen daha fazla ilerleyemeyecektir, Hollanda karşısında pek şans tanımıyoru onlara.

Bu turnuvanın en fazla saygı gösterilmesi gereken takımlarından biri de Yeni Zelanda. Futbol yapısı ve oyuncu kalitesiyle, alt sıralarda oynayan bir Premier Lig takımından farksız bir takım Yeni Zelanda. Buna rağmen ellerinden gelenin fazlasını yaptılar, namağlup şekilde bitirdiler turnuvayı ancak topladıkları 3 puan onları gruptan çıkarmaya yetmedi. Bu 3 puan belki onları gruptan çıkarma ama topladıkları puanlar özellikle de İtalya'dan aldıkları 1 puan grubun kaderini belirledi. O gün, Zelanda kalecisi Mark Paston ve futbol tanrıları, şüphesiz, onların ve Slovakya'nın yanındaydı.

G GRUBU


Her turnuvanın ritüelidir, grupların belli olmasının hemen ardından bir ölüm grubu belirlenir, pek çoklarına göre de bu gruptu 2010'un ölüm grubu, benim için D Grubu daha sert bir gruptu ama neyse konumuz bu değil tabi. Grubun kesin favorisi Brezilya bu kez çok daha farklı bir Brezilya görüntüsünde. O yıldızlara dayalı futbol oynayan, 3 atan, 5 atan, uçan, kaçan Brezilya'dan çok daha farklı bir takım. Kaka ve biraz da Robinho'dan başka o eski anlamdaki yıldızlardan barındırmayan, takım oyununu temel alan bir Brezilya var turnuvada. İlk maç sonrasında da bahsetmiştik, yeni Brezilya belki Kore maçında kapalı defansı açmakta zorlanmış olabilir ama ilerisi için Dunga'nın oynatmaya çalıştığı futbol çok daha uygun. Çeyrek finaldeki olası bir Hollanda eşleşmesinden sağ çıkarsa final yolu çok açık ve benim de şampiyonluk için en büyük favorim Brezilya.

Portekiz ve Fildişi çok sert geçen ilk maçta bir birlerine nefes aldırmadan oynayıp sahadan 0-0la ayrılırken bir anlamda bu Kore'ye çok atan kazansın mesajıydı, ki Portekiz 7 attı ve işi bitirdi. Brezilya'dan aldığı 1 puan da 2.turun tesciliydi. Hak eden taraf çıktı da diyebiliriz aslında. Portekiz Fildişi'nden daha iyi bir takım görüntüsü çizdi turnuvada. Kuzey Kore ise bu turnuvadan sonra aklımda hep Brezilya maçı öncesinde, ulusal marşlarının okunması esnasında, Asyalı Rooney, Jong Tae Se'nin göyaşlarıyla kalacak.

H GRUBU


Kupanın en önemli adaylarından İspanya gruba İsviçre mağlubiyetiyle başladı.Daha sonra aldığı iki galibiyetle grubu lider bitirdi ama onlardan beklenen performanstan çok uzaktalardı. Iniesta ve Torres'in sakatlığının etkilerini halen hissetmeleri ve hiç bir varlık gösterememeleri İspanya'yı çok olumsuz etkiledi ama ilerleyen turlarda böyle devam edeceklerini düşünmüyorum pek. İspanya Barcelona'nın oynadığı futbola çok yakın bir anlayışla mücadele ediyor, onların pas futbolunu uygulamaya çalışıyorlar fakat henüz bu sistemi mükemmelleştiremediler. Bunda en önemli pay da oyuncu performansları.

Güney Amerika elemelerini fiyakalı bitiren bir diğer takım Şili de zor da olsa gruptan çıktı. Son maçta İsviçre'nin zayıf Honduras'a karşı bir türlü golü bulamaması, Şili ve İspanya'yı bir üst tura taşıyordu 2-1 'lik İspanya galibiyetiyle ve maçın son 15 dakikası da bize 2000'deki Galatasaray-Sturm Graz maçından kesitler sunar nitelikteydi, iki takım sadece pas yaptılar, zamanı öldürdüler ve sonunda da maçı istedikleri gibi bitirdiler. Hiç hoş şeyler değil tabi bunlar ama elenen takım İsviçre ve çıkan takımlar da Şili ve İspanya olunca üzülmek hiç içimden gelmiyor. Hücum futbolunun sayılı temsilcilerinden Şili'nin ne yazık ki önü kapalı gibi duruyor ikinci turda rakipleri Brezilya olacak. Bir de Şili'nin eksiklerini düşünürsek hiç kolay değil çeyrek finali bulmaları.

24 Haziran 2010 Perşembe

Bitmek bilmeyen maç

Wimbledon Tenis Turnuvası'nda dün bir rekor kırıldı hem de bir daha kolay kolay kırılamayacak bir rekor. Turnuvanın 1. turunda, John Isner ve Nicolas Mahut arasında oynanan karşılaşma tam 10 saat 7 dakikadır oynanırken havanın kararması nedeniyle bugüne ertelendi. Karşılaşma ertelendiği sırada 5. sette durum 59-59'du. Bu maç tenis tarihinde tüm zamanların en uzun maçı olarak tarihe geçti. Bundan önceki rekorun 6 saat 32 dakika olduğunu düşünürsek, sanıyorum bir daha böylesine bir maç yaşanma olasılığı yok denecek kadar az.

22 Haziran 2010 Salı

Iglesia Maradoniana *

Güney Afrika 2010'un en renkli adamı kuşkusuz El Diego, Diego Armando Maradona. 24 yıl önce bugün Maradona, birisi "Tanrı'nın Eli" olarak anılacak, diğeri ise neredeyse bütün İngiliz takımını ipe dizmesi sayesinde unutulmazlar arasında girecek 2 gol bıraktı Britanyalıların filelerin. Bugün, Maradona dinine, yani Iglesia Maradoniana'ya inananların 2.büyük bayramı. En büyük bayramları ise doğum günü, yani, 30 Ekim.

Günümüzde Iglesia Maradoniana'nın üye sayısı 100.000'in üzerindedir. Kutsal kitapları Maradona'nın biyografisi olan "El Diego"'dur.
Dinin mensuplarının inandıkları 10 emir ise :

1) Top lekelenmemeli (Maradona'nın futbolu bırakırken La Bombonera'da ağlarken söylediği söz)
2) Futbolu her şeyden çok sevmelisin
3) Diego'nun mucizesini kainata yaymalısın
4) Diego'ya ve güzel futbola karşı sevgini her şartta açıkla
5) Arjantin formasını her yerde savun
6) Maradona'nın mucizelerini her yerde anlat
7) Maradona'nın futbol oynadığı yerlerde dua et, giydiği formalara tap
8) Maradona'ya gösterdiğin saygıyı tek bir kulübe bağlı tutma
9) Diego ismini 2. ismin olarak al, en az bir çocuğuna diego ismini koy
10) "No ser cabeza de termo y que no se te escape la tortuga." -Dik kafalı olma ve kaplumbağanın kaçmasına izin verme

*: Kaynak ve feyz alınan ekşisözlük yazarı ich'e teşekkürler.

Galatasaray Alt Yapısı'nın Alameti Farikası (?)



21 Haziran 2010 tarihinde, Galatasaray Spor Kulübü'nün resmi sitesi galatasaray.org ' da şu haber en tepedeydi;

***

Galatasaray, geçtiğimiz sezon Denizlispor forması giyen Çağlar Birinci ile 3 yıllık sözleşme imzalamıştır.

Profesyonel Futbol Takımı oyuncularımız Murat Akça, Erhan Şentürk, Sadrettin Fırat Kocaoğlu ve Semih Kaya'nın bonservisleri ile, Serdar Eylik'in ise bir sezon kiralık olmak üzere Denizlispor'a transferleri konusunda anlaşılmıştır.

***

Bu oyuncular haricinde Galatasaray, Denizlispor'a 1.5 miyon euro ödeme de yapacak.



Burda asıl tartışılması gereken olay, alt yapısı ile sürekli övünen bir kulübün, Anadolu'dan aldığı bir oyuncu için, o çok gurur duyduğu alt yapısından yetişmiş 5 oyuncuyu muhattap takıma göndermesidir.

Alt yapının önemini her fırsatta dile getiren Galatasaray yöneticileri, yukarda adı geçen oyuncularının hiçbirine A takımı seviyesinde şans vermeden takımdan göndermiştir. Burada akıllara doğal olarak şu soru geliyor;

Madem bu oyuncular, alt yapıdayken birer yıldız adayıydı yöneticilere göre, ne oldu da birden bire önümüzdeki yıl Bank Asya Ligi'nde mücadele edecek Denizlispor'a sadece 1 oyuncu karşılığında gönderildi ?

Galatasaray'da bu sezon başında gerçekten ilginç şeyler oluyor..

21 Haziran 2010 Pazartesi

Süper Marsel !



Milli tenisçi Marsel İlhan, Wimbledon'ın ilk turunda Brezilyalı Marcos Daniel'i 2-0 geriden gelip 3-2 yenmeyi başardı.

Marsel'in performansı kesinlikle görülmeye değerdi. 31 yaşındaki tecrübe abidesi Daniel'i, 2-0'dan gelerek yenmesi, onun ilerde ne kadar büyük bir efsane tenisçi olacağının işaretlerini verdi.

İlk 2 sette Marsel'in ortaya koyduğu oyun, tam da Daniel'in isteyeceği türdendi. Biraz da Wimbeldon heyecanı ile, servis kırmak için risk alan Marsel, ilk 2 sette bunun dezavantajını yaşadı. Ancak 3. setten itibaren, daha risksiz ve doğru oyunu tercih eden Marsel, 2 seti alarak maçı son sete bıraktı. Özellikle 4. set sırasında Daniel'in sinirleri bir hayli gerildi. Kah topçu çocuklara sataştı, kah hakemle kavga etti. Bu sayede Marsel'in de sinirlerini gereceğini düşündü. Ancak Marsel, Akdenizli kanını inkar edercesine soğukkanlı oyunuyla mükemmel bir son set oynadı, ve adını 2. tura yazdırdı.


Marsel İlhan ikinci turda 31 numaralı seribaşı Rumen Victor Hanescu ile karşılaşacak. Hanescu ilk turda Rus Andrey Kuznetsov'u 6-7, 7-6, 6-3, 1-6 ve 7-5'lik setlerle 3-2 yendi.

Hanescu, Grand Slam turnuvalarında Marsel İlhan'dan çok daha deneyimli bir oyuncu. 4 Grand Slam Turnuvası'nda da boy gösteren Rumen tenisçi, 2005 Fransa Açık'ta çeyrek final oynamıştı. Wimbledon'da ise geçen yıl 3. tura kadar ilerlemişti.

Christoph Daum vs. Aziz Yıldırım : Vol.2




Aslında şu anda Fenerbahçe'de yaşananlar hepimizin geçmiş yıllardan gayet iyi bildiği tanıdık durumlar. Meşhur Denizli maçından sonra da Christoph Daum ve Fenerbahçe camiası arasında bugünküne benzer durumlar yaşanmıştı. Sonucunda önce Daum'un görevine son verilmiş ardından Aziz Yıldırım'in kısa süreli istifa süreci yaşanmıştı.

Bu seneki sürecin o zamanki kadar kolay sonlandırılamaması ise, geçtiğimiz sezon benzer bir durumun Luis Aragonesle de yaşanması. Fenerbahçe'nin geçen yıl İspanyol teknik adama ödediği yüklü tazminat ve aynı durumu Daum'la yaşamama isteği şu anda ortaya bu hoş olmayan görüntüleri çıkartabiliyor. Fenerbahçe yönetiminin sezon başında Daum'la yaptığı 3 senelik kontrat şu anda ellerini bağlamış durumda. Onlar şu an için adeta bir yıldırma politikası uygulayarak Daum'u anlaşmaya ikna etmeye çalışıyorlar. Ancak bu durumdan aralarında Aykut Kocaman'ın da bulunduğu bir çok yönetici rahatsız. Christoph Daum ise, gayet sakin ve sözleşmesi doğrultusunda hakkını elde etmeye çalışan bir işçi konumunda ilerliyor. Yönetimin, aralarında oğlu da bulunan yardımcılarını kovması sonucu "keşke onlarla çalışsaydım ama böyle de devam edebilirim" açıklaması onun tamamen psikolojik bir savaş içine girdiğinin açık bir göstergesi. Aynı şekilde, kulübün kendisinden istediği geniş kapsamlı sağlık raporunu Acıbadem Hastanesi yerine, şahsi doktorunun görevli olduğu hastaneden alması da iplerin artık iyice koptuğunu belli ediyor. Ayrıca, hakkında bir çok şey söylediği ve "Fenerbahçe'nin şu an içinde bulunduğu durumun ve iki başlılığın en büyük sorumlusu" olarak gösterdiği Aykut Kocaman'la takrardan nasıl bir arada çalışacağı da büyük bir soru işareti.

Daum'un anlaşmaya yanaşmayan bir tavır içine olduğunu göz önüne alırsak, Aziz Yıldırm'ın önünde şu an için 2 seçenek bulunuyor. Ya geçen sene Aragones'e yaptığı gibi yaklaşık 6 milyon Avro'luk alacaklarını ödeyip Daum'u kovacak ya da bir basın toplantısı düzenleyip, önce Daum'dan verdiği demeçlere bir açıklık getirmesi istenecek (ki büyük ihtimalle hepsi yalanlanacak) ardından da Daum'la devam edeceklerini açıklayacak. Sanıyorum önümüzdeki bir kaç gün içinde karşlıklı oynanan bu oyun bir sonuca varacak. Galibin kim olacağını merakla bekliyoruz.

Keita'nın yaptığı



Keita'nın Türkiye Ligi'ndeki sabıkalarını geçtiğimiz sezondan biliyoruz. Kasımpaşa maçında Sancak'a attığı yumruk, Beşiktaş maçında İbrahim Üzülmez'e yaptığı hareket, Avni Aker'de bacağına gelen pet şişe sonucu yüzünü tutarak yere yatması kendisine karşı antipatik bir bakış açısı oluşturmuştu. Dünkü maçta da, oyuna girdikten sonra önce Bastos'a attığı tekme, ardından dünyadaki neredeyse tüm futbolseverlerin oyununun yanında sahadaki duruşuyla da hayran olduğu Kaka'yı çıldırtması ve onun göğsüne attığı dirsek sonucu Trabzon'da yaptığı gibi yüzünü tutarak yere yatması ve 2.sarıdan attırması, yine bütün okları kendisine yöneltti. Öylesine ki artık kendi takım taraftarları bile, onun bu yaptığı hareketlerden rahatsız durumda. Huylu huyundan vazgeçmez belki ama, Keita'nın bu tarz "sahtekarca" hareketleri bir an önce bırakması gerekiyor.

18 Haziran 2010 Cuma

Tebrikler Marsel İlhan




Dün Türk spor tarihinde önemli bir olay daha yaşandı ve tenisin en prestijli ve en eski organizasyonu olan Wimbledon Tenis Turnuvası'nda bir Türk ilk kez ana tabloya kalma başarısını gösterdi. 23 yaşındaki tenisçimiz Marsel İlhan, son 4 sezondur ana tablo oynayan Hırvat rakibi Karanusic'i 7-5, 7-6 ve 6-2'lik setlerle 3-0'la geçerek ana tabloya kaldı ve bir ilke imza attı. Daha önce iki kez elemede kaybettiği Wimbledon'daki bu ana tablo deneyimi, Marsel İlhan'ın Amerika Açık ve Avustralya Açık'tan sonra üçüncü grand slam'i olacak.

O Maç (Athletic Bilbao-Galatasaray / 9.12.1998)




Her büyük takımın tarihinde bazı maçlar vardır ki, adeta bir yıkım, bir hayalkırıklığı olarak hatırlanır her zaman. İşte bu maç da Galatasaray tarihinin belki de en dramatik maçlarından biridir.

O sezon 4. kez katıldığı Şampiyonlar Ligi'nde, gruplarda figüranı oynadığı sezonların aksine hayli iyi işler yapmıştı Galatasaray. Gruptaki bu son maç öncesinde oynanan 5 maçta 2 galibiyet, 2 beraberlik ve 1 yenilgi alarak 8 puanla, aynı puanla ikinci sırada olan Rosenborg'un önünde liderdi. Diğer taraftan grubun favorisi Juventus ise oynadığı 5 maçta 5 beraberlik almış ve son maça umutlarını sürdürerek girmişti. İspanya'da alınacak bir beraberlik, Rosenborg'un olası bir puan kaybı sonucu Galtasaray'ı Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkaracaktı. Önceki yazıda da bahsettiğim üzre o sezon Devler Ligi'nde bir üst tura, yalnızca o sezon uygulanan enteresan sistemden dolayı, grup birincileri ve 6 grubun en iyi 2 grup 2.si çıkacaktı.

Bu maç öncesi Galatsaray'da en büyük handikap o zamanlarda Türkiye'nin alternatifi olmayan tek oyuncusu olarak kabul edilen Hakan Şükür'ün bir önceki stresli Juventus maçında hakeme itirazdan dolayı gördüğü gereksiz sarı kart yüzünden cezalı oluşuydu. Fatih Terim Hakan yerine Hasan Şaş'ı ilk 11'de başlatmış yedek kulübesine ise o zamanların genç golcüsü Burak Akdiş'i almıştı. Yoğun bir yağmur altında, ve çamur deryası olmuş bir sahada oynanıyordu maç. İlk yarıda grupta hiçbir iddiası olmayan Athletic Bilbao kaybedeceği bir şey olmadığı için açık bir futbol oynuyor, Galatasaray ise zaman zaman bulduğu kontraataklarla tehlike yaratıyordu, her şey güzel gidiyordu ta ki o talihsiz dakikaya kadar.

İlk yarının son dakikasında, Galatasaray defansına şişirilen basit bir topu defansın göbeğindeki Fatih Akyel uzaklaştırmak yerine kontrol etmeye çalışınca, Guerrero biraz da faulle karşık çalıyor ve sağ ayağının dışıyla topu Taffarel'in solundan doksan diye tabir edilen yere gönderiyordu. Fatih Akyel'in gol sonrası yere çöküşü hala hafızalardadır. İkinci yarı Fatih Terim tüm kozlarını oynuyor ancak takım kötü zeminin de etkisiyle çok da fazla pozisyon bulamıyordu. Maçın en kritik anı ise son dakikalarda yaşanıyordu. Bu dakikada Okan'ın sağ kanattan yaptığı ortaya ikinci yarıda oyuna giren Burak Akdiş bomboş durumda kafayı vurdu. O an bir çok kişi gol diye ayağa fırlamıştı bile. Belki de herkes o kadar çok istiyordu ki o topun içeri girmesini o yüzden buna inandırmıştı kendini, ancak top yan ağlarda kaldı.

Maç bitti, 1-0 kaybetti Galatasaray. Diğer tarafta ise, Juventus Rosenborg'u 2-0 yenerek çeyrek finale çıkan takım oldu. Fatih Terim, "futbol zaman zaman adaletli davranmaz. Sen önce golü atmayı bileceksin. Juventus maçının ertelenme süresinde kötü bir dönem geçirdik. Bu kadar kısa sürede konsantre sağlamayı Mandrake bile başaramazdı. Türkiye halkından özür diliyorum" demişti maçtan sonraki açıklamalarında. Bense, o zamana kadar ki en büyük hayalkırıklıklarından birini yaşıyordum. Benzer üzüntülerim olmuştur aslında. Mesela yıllar önce Cyzio'nun son dakikada attığı golle 2-2 biten Trabzonspor maçı, Samsun-Antep-Antalya serisinin Samsun maçı, Gökhan Ünal'ın son saniye golüyle 2-2 biten Kayserispor maçı, yine Serafimovski'nin son saniye golüyle 1-1 berabere biten Trabzonspor maçı gibi maçlar. Ama hiçbiri böylesine bir etki yaratmadı bende. Okan'ın o çamura saplanmış hali, Burak'ın o kafayı vurduğu an, Fatih Akyel'in o hatası hala gözümün önünde. Kimseyle konuşmadan odama gidip, deli gibi ağladığımı hatırlıyorum maç sonunda. Sabah kalktığımda gözlerim kıpkırmızıydı ve şişmişti.

Şampiyonlar Ligi'nde Çeyrek Finale çıkan ilk takım olan Galatasaray bu başarıyı 3 sene önce yaşayabilirdi eğer bu maç istenilen bir sonuçla bitseydi. O sene Türkiye'de yine şampiyon olacaktı Galatasaray ve gelecek sezon yine katılacaktı Devler Ligi'ne. Ancak herhalde kimse bu maçtan yaklaşık 1 sene sonra oynanacak bir maçın, bir takımın, bir ülkenin futbol tarihindeki en büyük başarısına giden bir yolun ilk adımı olacağını tahmin edemezdi. "O Maç" köşemizde bir sonraki maç, 3 Kasım 1999 akşamı Ali Sami Yen'de oynanan Galatasaray-Milan maçı olacak.

Hani Ellerin Nerde?



İrlanda'nın ruhu Fransızların üzerinde gezmeye devam ediyor. Kazanılamayan, dahası gol bile atılamayan 2 maçın sonunda Thierry Henry'nin forma giydiği dakika sayısı 15! Pozisyona girilemeyen Meksika maçında takımın tek yaratıcı merkez oyuncusu Gourcuff hiç oynatılmadı. Domenech oyunu okuyamamasına kişisel ihtiraslarını da ekliyor ve Fransa için bir turnuva daha hayal kırıklığına doğru gidiyor.

Henry bilseydi böyle olacağını, o topu eliyle düzeltir miydi? Şüpheliyim.

17 Haziran 2010 Perşembe

DÜNYA KUPASI 2010 -6. GÜNÜN ARDINDAN-

Şili - Honduras


Turnuvanın en tempolu, en zevkli maçı oldu Şili - Honduras mücadelesi. Bizimle oynadıkları hazırlık maçından biliyorduk Honduras'ı, orda çok kötü bir görüntü çizmişlerdi, ki bu maçta en önemli kozları Suazo da yoktu, o nedenle pek şans tanımıyordum Honduras'a. Rakipse dünya futbolunun halen salt hücum düşünen ender takımlarından Şili'ydi. Şili beklediğim gibi çıktı, çatır çatır topunu oynadı, o kötü dediğimiz Honduras'sa turnuvanın diğer zayıf takımlarının aksine elinden geldiğince topunu oynamaya çalıştı, ama gücü yetmedi. Sonuçta bu iki takım bizlere beklediğimiz, istediğimiz futbolu izlettirdiler. Şili bir tane attı ama pek çok net gol pozisyonundan sonuç alamadı, Udinese'nin kanat oyuncusu Alexis Sanchez'in nefis futbolu da hafızalara kazıldı.

İspanya - İsviçre


''Arka arkaya 40 pas yaparsanız top kendiliğinden kaleye girer'' demiş futbolun filozofu Johan Cruyff. Zamanla total futbolun da en önemli kalelerinden biri olmuş bu söz. Daha sonra başına geçtiği Barcelona'nın yapısında da temel edinmiş bu prensibi dünya futbolunun sarı faresi.

Dün gördük ki, aynen bu prensibi temel edinmiş bir İspanya takımı vardı sahada. Barcelona'nın kopyası gibi oynuyorlardı. İlk yarı boyunca İspanya sürekli pas yaptı, hiç vermedi topu İsviçre'ye. Rakipteyse bir kopya daha vardı Mourinho'nun İnter'i, Hitzfeld'in İsviçre'si oluvermişti. Savunma prensiplerini İspanya'nın bitmek tükenmek bilmeyen paslarını kesmek üzerine değil, 2.bölgede yapılan bu pasların 3. bölgeye taşınmasına engel olmak üzerine kurmuşlardı, 10 kişi topun arkasına geçip İspanya'yı bekliyorlardı, uygulamaya çalıştıkları bu taktik sonucunu da verdi. Pique ve David Villa'nın(Barcelona) ayağından İspanya'nın girdiği 2 pozisyon vardı sadece ilk yarıda. David Silva'nın(Valencia) kötü futbolu da bu pozisyon kısırlığının önemli sebeplerindendi. İkinci yarının başında yine değişen bir şey yoktu. Yine İspanya pas yapıyor, İsviçre izliyordu. Lakin hiç beklenmeyen bir şey oldu ve 52. dakikada kaleci Benaglio'nun(Wofsburg) auttan şişirdiği topu N'Kufo indirdi(Twente), önce Eren'in(Leverkusen) sonra da Gelson Fernandes'in (Saint-Etienne) önüne düşen top, Fernandes'in ayağından ağlarla buluştu. İspanya oyun stilini bozmadan devam etti gol aramaya, Torres de girdi ilerleyen bölümde oyuna ama bir türlü aradığı golü bulamadı İspanya. 40 değil belki 1040 pas yaptı İspanya ama bir türlü o topu 3 direğin arasından geçiremedi. İsviçre yine gol yemeden bir maç tamamladı, gerçekten çok sağlam bir defans kurguları var. Sonuç olarak İsviçre gruptan çıkma yolunda çok önemli bir adım attı. İspanya ise önemli bir darbe aldı, 2.lik halinde Brezilya ile eşleşme ihtimalleri çok çok yüksek bir nevi henüz 2. turda bir erken final olasılığı belirdi ufukta.

Uruguay - Güney Afrika


Gruplarda ikinci ayaklara geçilirken ilk maçı Uruguay ve ev sahibi Güney Afrika oynadı. Takım olan Uruguay zayıf Afrika'yı rahat geçti, Forlan'ın(A.Madrid) 24. dakikada uzaktan nefis şutuyla bulduğu golle skoru yakalayan Uruguay, rakibine hiç pozisyon vermedi ve çok rahat bir maç çıkardı, yoluna kazasız devam etti, ev sahibi avantajı falan desek de Güney Afrika'nın gücü ancak bu kadarına yetti.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Değeri Bilinmeyen Ustalara Saygı Duruşu: Müjdat Yetkiner

Saygı duruşumuzun bu seferki durağı Kadıköy olacak. Sizleri, blogumuza da ismini veren 'bandiera' kavramına en çok uyan oyunculardan biriyle tanıştıracağız. Aslında 80'li yıllarda futbolu takip eden herkes, onu çok yakından tanıyor, tek sorun, aktif futbol yaşamı bittikten sonra, bu tarz oyuncuların hakkettiği saygıyı görmemeleri.

Her zaman yaptığımız gibi, 'Televole' kültürü çerçevesinden efsanelerimizi anan bakış açısını gözler önüne sereceğiz. Bu sefer, kaynak olarak eksisozluk'ü kullanıyoruz..



* Yusuf Ziya Öniş stadinda oynanan bir Sariyer macinda kaleciyle karşi karşiya kalan Mujdat topa allah ne verdiyse vurarak topu stadin dişina yollamayi başararak o Allah vergisi yetenegini kanitlamiştir cumle aleme.


* Fenerbahçe altyapısından yetiştiği iddia edilen; bu yüzden de yıllardır Fenerbahçe altyapısından çıkan futbolcuların A takımda yer bulamamasının sebebi olan huysuz sweeper...


* Şu anda Türkiye Futbol Federasyonu'nun dandik futbolcu eskileri kontenjanında yer alarak, ne idüğü belirsiz bir takım işlerle iştigal eden eski topçu.





Görüldüğü üzere, bazı kimseler, Müjdat Yetkiner gibi bir 'bandiera'yı bile böyle anabiliyor. Gelin biz, her zamanki uygulamamıza bağlı kalalım, gerekli cevabı ustanın kariyerini ortaya koyarak verelim..

* 1975 yılında alt yapısına kaydolduğu Fenerbahçe'de 1995 yılına kadar görev yapmıştır. 20 yıllık kariyerinde, başka hiçbir formayı terletmemiştir.

* Kariyerindeki 15 sezonda 3 lig şampiyonluğu, 2 Türkiye Kupası 3 Cumhurbaşkanlığı Kupası kaldırdı.Toplamda 42 kere Milli takıma çağrılmış olup 26 Kere A Milli , 10 kere 21 yaş altı , 6 kere de 18 yaş altı Milli Takım forması giydi.

* 763 maça çıkarak, Fenerbahçe tarihinin bu alanda rekorunu elinde tutmaktadır.

* Amatör ruhun son temsilcilerindendir. Ülkemizde çok popüler olan, takım kötü giderken takımın ağabeylerini kadro dışı bırakma durumu, onun da başına gelmiştir. Kadro dışı kaldığı dönemlerde, ödemeleri yapılmamasına rağmen, başka bir takımla anlaşmamıştır. Parasızlık sebebiyle de bir dönem taksi şöförlüğü yapmışlığı bile vardır.



Bir an için, Müjdat Yetkiner'in Türk vatandaşı değil de, Hollanda vatandaşı olduğunu, ve kariyerinin aynısını Ajax'da yaşadığını düşünün. Alt yapı eğitimi ile beraber, 20 yıl aynı formayı terletmiş bir emekli oyuncu, efsane olduğu kulübün nasıl olur da hiçbir kademesinde görev alamaz ? Ajax örneği göz önüne alındığında, Müjdat'ın kariyerini yaşamış bir Hollandalı, eminim ki çoktan yedek kulubesinde takımı idare etmeye başlamış olurdu.



Her fırsatta bizim Türk olduğumuz için Avrupa'dan dışlandığımızı söyleyenlere selam olsun...

TUTKU AÇIK

Galatasaray CC, Oktay Mahmuti ve Ermal Kuqo'nun ardından çok önemli bir transfere daha imza attı,geçen sezon 1 numara pozisyonunda çok sıkıntı yaşayan, Evren'i orada kullanmak zorunda kalan Galatasaray Türk Telekom'dan Tutku Açık'la sözleşme imzaladı.


Kısaca geçmişinden bahsedelim biraz, 30 yaşındaki guard, kariyerine 1997'de Ülkerspor formasıyla başladı, burada çok fazla şans bulamayan genç oyuncuyu Ülker Kolejliler'e kiraladı, burda geçen 1 sene ve kazanılan tecrübe Tutku'ya Ülkerspor'da forma şansı tanımıştı. 2005'e kadar Ülker'de kalan Tutku 2005 - 2006 sezonunun başında Türk Telekom'a transfer oldu. Burada FIBA CUP'da çeyrek final tecrübesi yaşadı ve bugün itibariyle Galatasaray'la anlaştı.



Tutku'nun en önemli özelliği, çok üst seviyede olan saha görüşü ve oyun bilgisi. Bu konuda gerçekten Türkiye'nin en iyilerinden. Aynı zamanda geçen sezonki guardımız Washington'un tam aksine oynamaktan çok oynatmayı seven, pas yeteneği çok yüksek, ligde asist sıralamalarında her daim üst sıralarda yer alan bir guard. Çok önemli bir özelliği de ceza şutlarındaki başarısı, hele ki o gün iyi şut atıyorsa durdurulamaz bir hal alabilecek bir oyuncu. Zaten Galatasaray taraftarı çok iyi bilir bu özelliğini, daha önceki Telekom maçlarından. Atletik olmamakla eleştirilir hep ama oyun zekası ve pas yeteneği onun bu açığını giderebilmektedir. Fakat bazen savunmada çok kolay düşüp, bire birde zaman zaman geçilebilir. Savunma zaafı zaman zaman sıkıntı yaratacaktır, bunun için onunla birlikte oynayacak guardın savunma yönü oldukça kuvvetli olmalıdır.



Galatasaray çok doğru bir transfer yaptı ve yeni yapılanmada önemli bir adım daha attı, Galatasaray adına güzel günler yakın gibi.

GALATASARAY ERKEK BASKETBOL TAKIMI

Bayan basketbol ve bayan voleybol şubelerini kapsayan, Medical Park'la imzalanan kapsamlı anlaşmayla birlikte bu dallara yatırımın artacağı görülüyordu Galatasaray ''Spor Kulübü''nde.


Bayanlarda atılan bu adımların erkek basketbolunda da atılıp atılmayacağı üzerindeki soru işaretleri henüz tazeyken, ortalıkta küçülme iddiaları kol gezerken, önce koçluğa Oktay Mahmuti'nin geldiği haberini aldık, çok sevdiğimiz Cem Akdağ'a yapılan, biraz içimizi burksa da Türkiye'nin en değerli koçlarından birini, başarı garantili bir koçu takımımızın başında göreceğimiz için mutluyduk açıkçası, bundan daha da önemlisi bu gelişme, basketbola yapılacak yatırımın habercisiydi bir anlamda.


Geçen sezon çok karmaşık bir süreçten geçen takım ortaya müthiş bir mücadele koydu. Tüm takım sezon boyunca yüreğiyle oynadı. Düştü denilen takım son 2 haftaya play off iddiasıyla girdi. Futbolda umduğunu bulamayan Galatasaray taraftarının da sevgilisi oldular, verdikleri mücadeleyle. Bu denli fırtınalı geçen senede, başarıda aslan payının sahibi hep yabancılardı, gerek Rancik, gerek Jasaitis, gerek Wilkinson sezon boyu çok önemli katkılar yaptılar. Özellikle Cem Akdağ'dan sonra Darius'un da bu 3'lüye katılması Galatasaray'ı taşıyan en önemli unsurlardı. Bu yabancı kadrosunun yanında bir de onlara ayak uydurabilecek bir yerli rotasyonu yaratılabilseydi, bu takım hem ligde, hem Avrupa'da çok daha ilerilere gidebilirdi.

Yeni sezon planlaması yapılırken, görünen o ki, durum tespiti çok doğru yapılmış. Tedavi için de koç tercihi hiç şüphesiz çok başarılı. Oyuncu yapılanmasındaysa, ilk hedef yerli rotasyonunu kuvvetlendirmek. Şimdi kadroyu şöyle bir değerlendirelim,

Öncelikle seneye takımda olması garanti isimlere bir bakalım, yeni transferler Ermal ve Tutku, Rancik, Caner şimdilik kadroda olması garanti isimler. Alt yapıdan Göksenin Köksal'ın da kadroya katılacağı söyleniyor. Belki o da 3 5 dakikalık sürelerle guard rotasyonuna katkıda bulunabilir.

1 numara pozisyonunda Tutku'nun yanında mutlaka yabancı bir guard olacak, Darius Washington'un durumu henüz belirsiz, Darius veya başkası oraya yabancı bir guard gelecek. Oktay Hoca'nın çok önem verdiği bire bir savunma konusunda etkili bir guard alınırsa şahane olur. Göksenin de kısa süreler bu rotasyona dahil olabilir.

2 numara pozisyonu içinse elde Tufan ve Murat Kaya var, ama bu isimlerin takımdan ayrılma durumu söz konusu. İkisinden birinin takımda kalacağını düşünürsek oraya bir oyuncu daha gelecek. Muhtemel bir yabancı oyuncu hakkı da yine burada kullanılacak, yerli olarak konuşulan isimse Sinan Güler, eğer olursa o da mükemmel olur.

3 numara pozisyonunda elde Caner var, Jasaitis henüz hiç bir kulüple anlaşmadı ama Türkiye'den ayrılırken verdiği mesajlar ayrılacağı yönündeydi. Muhtemelen bir yabancı hakkımızı da burada kullanacağız. Buraya da yerli oyuncu alternatifi olarak Bekir Yarangüme ismi konuşuluyor.

4 ve 5 numara pozisyonu için elimizde Ermal, Rancik garanti isimler. Wilkinson da kalabilir, ki keşke kalsa diyorum. Wilkinson olmazsa muhakkak bir yabancı daha gelecektir. Ayrıca Ömer Aşık'la da Galatasaray'ın yakından ilgilendiği konuşuluyor. Bu oyuncuların yanında belki Fatih Solak veya Polat 12.adam olarak takımda tutulabilir.

Sonuç olarak her pozisyona 1 yerli 1 yabancı oyuncu gibi duruyor şu an. Kalan iki isim de Göksenin ve Fatih olacak benim düşüncem.

Zaman ilerledikçe her şey netleşecek tabi ki ama bu yatırımların yapılması, vizyonun böyle genişletilmesi önemli olan, umarım artık zirveye oynayan bir Galatasaray izleriz seneye.

DÜNYA KUPASI 2010 -BEŞİNCİ GÜNÜN ARDINDAN-

Slovakya - Yeni Zelanda


Turnuvanın 5. gününün ilk maçında, kadro kalitesi olarak turnuvanın en zayıf bir kaç ekibinden biri olan Yeni Zelanda'yla; genç, kaliteli, başarıya aç bir ekip Slovakya karşı karşıya geliyordu. Dün İtalya ile Paraguay'ın berabere kalması, iddialı olan takım Slovakya'nın galibiyeti halinde onlara büyük avantaj sağlıyordu. Maç başladıktan sonra ortaya çıkan görüntüyse çok farklıydı, Yeni Zelanda oynuyor Slovakya ise izliyordu. Daha sonra üzerindeki heyecanı yavaş yavaş atarak oyuna ortak oldu Slovakya. Genç ve dinamik kadronun en büyük dezavantajıydı tecrübesizliği, özellikle de liderlik görevini üstlenen başarılı orta saha oyuncusu Marek Hamsik için. Bunu yadırgamak da yersiz olurdu heralde, Napoli'li yıldız henüz 23 yaşında, bağımsızlığını kazandıktan sonra ilk kez Dünya Kupası'na katılan bir ülkenin bütün yükünü sırtına alıyor, tüm oyuncuların şu ana kadarki kariyerlerinin en önemli maçında onlara kaptanlık yapıyordu. İlk yarı boyunca tüm takım bu heyecandan kaynaklanmış olsa gerek, yapması gerekenleri yapamıyor, topa bir türlü sahip olup, pas yapamıyordu. İkinci yarıysa biraz daha rahatlamış görünen Slovakya henüz 50. dakikada Ankaragücü'nden Vittek'in attığı golle öne geçiyordu. Maç boyunca kalesinde doğru dürüst pozisyon vermeyen Slovakya dakikalar geçtikçe daha da arkaya yaslanıyor, zayıf rakibinin üstüne gelmesine izin veriyordu. Herkesin maçın bittiğini düşündüğü anda Yeni Zelanda'lı Winston Reid(Midtjylland) sahneye çıktı ve takımına beraberliği getirdi. Bu sonuç Slovakya için tek kelimeyle hüsran, Yeni Zelanda içinse hocası Rick Herbert'in de dediği gibi, ''bu Yeni Zelanda tarihinin en önemli günlerindendi.'' Tüm ekip kesinlikle bu 1 puanla gurur duymalılar.

Fildişi Sahili - Portekiz


Ölüm grubu olarak görülen G grubunun en önemli maçıydı bu maç. Brezilya'nın favori olduğu grupta, onunla birlikte gruptan çıkma yolunda iddiası olan iki takım karşılaşıyordu. Futbol olarak çok kötü geçen turnuvanın ilk grup maçlarındaki en dikkat çekici ve en umut verici maçıydı da aynı zamanda. Öyle de oldu benim için, çok fazla pozisyon izlemedik belki ama sahada müthiş bir mücadele, kenarda da çok ciddi bir taktik savaşı vardı. Her iki takım da hiç risk almadı, kontrolü hiç elden bırakmadı, mücadeleden hiç yılmadı özellikle de Portekiz Fildişi'nin sert oyunu karşısında ayakta kalmayı sürdürdü, sinirlerine hakim oldu. Her iki takım da çok çetin bir maç izlettiler bize. Fildişi özellikle güçlü ön liberolarıyla çok dikkat çekti. Portekiz kalitesinin yanına mücadele gücünü de ekleyebileceğini gösterdi bize. Bugün çok kötü oynayan Deco'nun oyuna katılması Portekiz'e sınıf atlatacaktır. Portekiz'in yıldızı Ronaldo çok etkili olmasa da ortalama bir oyun oynadı bugün, ilk yarıda da bir şutu vardı ki o top direkten dönmeyip içeri düşse muhtemelen turnuvanın en güzel gollerinden biri olacaktı. Sakatlıktan çıkan Drogba'ysa oyuna sonradan dahil oldu, pek bir varlık gösteremedi. Galatasaray'ın Fildişi'li yıldızı Keita 82'de oyuna girdi, son 10 dakikada etkili bir oyun oynadı ama skora etki edemedi. Sonuç olarak; kötü giden kupada iyi bir maç izledik, bu beraberlikle her iki takımın da Kuzey Kore maçlarında yakalayacakları gol averajları önemli konuma geldi. Son sözse, keşke bu iki takım ve Brezilya aynı grupta olmasaydı ve hatta keşke çaprazdan İspanya gelmeseydi. Bu şartlar altında, şu 3 takımdan yalnızca biri çeyrek final görebilecek.

Brezilya - Kuzey Kore


Geçtiğimiz Brezilyalardan çok farklı, yıldızların üzerine değil, takım oyunu üzerine kurulu bir Brezilya'nın rakibi, tam anlamıyla bir kapalı kutu olan Kuzey Kore'ydi. Hatta öyle bir kapalı kutu ki, iki oyuncusu hariç tüm oyuncuları Kore'de oynayan, dış dünyaya tamamıyla kapalı bir kapalı kutu. Dış dünyaya o kadar kapalı bir ülke ki, Dünya Kupası'nın açılış maçını 2 gün sonra yayınlayan bir ülke. Böyle farklı iki ekibin mücadelesiydi bu maç. Kore hakkında tek bildiğimiz 5 4 1 oynadıkları ve sarkık bir libero oynattıklarıydı, günümüz futbolunda pek rastlamadığımız bu sistem Dunga'nın 98 Fransa'sıyla olan anılarını aklına gelmiştir elbet. Neyse Kore beklediğimden çok daha iyi çıktı, açıkçası. Hücuma hiç girmeyelim de, savunmada hiç fena değillerdi. Brezilya ilk yarıda Kore'nin kilidini açamadı, Dunga'nın yıldızsız, takım oyunu sistemi bugün işlevsiz görünmüş olabilir belki ama bu maç o sistemin test maçı kesinlikle değildi. Bu tarz kapanan takımları açmak için mesela bir Ronaldinho dahi olsa kilidin açılması daha da kolay olacaktı muhakkak. Ama bu maçtan sonra hemen Dunga'yı tenkit etmiyorum, zira takım oyununa ihtiyacı olan maçlar oynayacak bundan sonra Brezilya gerek grupta, gerekse yolun devamında. Bu maç için Dunga'ya tek eleştirim çift ön liberodaki ısrarı. Bugün Brezilya'nın yıldız diyebileceğimiz tek oyuncusu Kaka etkisizdi, Maicon'sa ilginç bir gol attı, onun dışında her zamanki gibiydi, yine mükemmeldi. Galatasaray'lı Elano'ysa attığı bir gol ve yaptığı bir asistle maça damgasını vuran isimlerdendi. (Elano'dan daha detaylı olarak bahsedeceğiz en yakın zamanda başka bir yazımızda). Kuzey Kore'nin attığı golse o ülkenin tarihine geçecektir kesinlikle. Çok özel bir andı onlar için hiç şüphesiz.


Kuzey Kore'nin attığı golse kesinlikle o ülkenin tarihine geçecektir. Hiç şüphesiz çok özel bir andı onlar için. Golü atan isim Ji Yun Nam için de senelerce torunlarına anlatabileceği müthiş bir malzeme çıktı bu akşam.