20 Mayıs 2011 Cuma

Şaziye kumarı

Uzun zamandır yazmıyordum bloga, ama yaz geldi, şu aralar işler de çok sıkışık değil, sanki geri dönmenin tam zamanı diye düşündük.. Hoş ben yokken bizimkiler almış zaten bu kararı ama, ben de yavaştan geri dönmeye karar verdim. Neyle dönsem acaba diye düşündüm, malum şu sıralar çok yoğun bir gündem var Galatasaray'da.. Başkanlık seçimi, 3. Terim dönemi, transfer nöbetleri, olası sponsor beklentileri, play-offlar derken şubeden gelen son "Şaziye" transferi özelinde kadın basketbol takımımızla ilgili bir yazıyla dönmeye karar verdim..

Önce resmi olmasa da Sylvia Fowles'la sözleşme yenilendiği haberleri geldi, ardından Alba Torrens bombası patladı.. Halcon'la Avrupa Şampiyonluğu yaşamış ve Final-Four'un MVP'si seçilmiş Alba Torrens.. Sonrasındaysa önce Tina Charles, ardından hepimizin bildiği ezeli rekabette son yıllarda atılmış en büyük çalım olan Diana Taurasi transferleri.. Taurasi transferiyle ilgili çok fazla spekülasyon var ortada Fenerbahçe'nin açıklamaları, Taurasi cephesinin açıklamaları, Galatasaray'a Fenerbahçe'nin verdiğinden daha düşük bir ücrete imzalaması, Penny Taylor'un durumu, bunların hepsini başka bir yazıda dile getiririz ama bugün bahsetmek istediğim asıl olay "Şaziye'nin yuvaya(!) dönüşü"..



Bu transfer haberi ortaya ilk çıktığında bir çok Galatasaraylı gibi ben de inanmak istemedim önce.. Ama bir güvenilir kaynaklardan da aynı söylentiler gelince zaten yaklaşık 2 haftadır beklenen transfer dün resmileşti.. Şimdi bu transferi 2 yönden inceleyelim..

Öncelikle kişilik yönünden bakarsak, Şaziye'nin Fenerbahçeli olduğunu bilmeyen yoktur herhalde.. Hatta Fenerbahçe kongre üyesi olduğuna dair söylentiler bile var.. Ayrıca, ilk Fenerbahçe döneminde Galatasaray taraftarına yaptığı bazı hareketlerden söz ediliyor ama görmediğim için kesin bir şey söyleyemiyorum bu konuda.. Bunların hepsine bir şekilde olabilir diyelim (sonuçta Fenerbahçe taraftarını yumruklayan Kaya'nın, kısa süre sonra sarı lacivertli formayı giydiğini de gördük) ama 2009 play-off yarı final serisinde, özellikle 4. maçta(Işıl'ın çapraz bağlarının koptuğu o talihsiz maç) oynadığı basketbol benim Şaziye'ye karşı bakışımı her zaman olumsuz yönde etkileyecek.. O maçta attığı air-ball'lar, önündeki topa müdahale etmeyişi ve ortaya koyduğu mücadele(!) aklımın her zaman bir köşesinde kalacak..

Gelelim işin parkedeki yönüne.. 3 sezon önce Galatasaray'dayken ligde ve Eurocup şampiyonluğunda ne gibi bir katkı verdiğini ben hatırlamıyorum açıkçası.. Aklımda kalan sadece bir Beşiktaş maçı var, 4 ya da 5 tane 3'lük göndermişti yanlış hatırlamıyorsam, onun haricinde en kritik maçlarda yoktu yine.. 1 sene sonra Mersin'deki başarılı performansının ardından geçen sene yine Fenerbahçe'de geçen kayıp bir sezon.. Ratgeber'in dar rotasyonunda hemen hemen hiç süre alamadı Şaziye, şimdiyse tekrar Galatasaray'a döndü..

Eldeki verilere baktığımızda Şaziye'nin Galatasaray forması giymesi için pek de bir sebep bulunmuyor aslında.. Ne performansı, ne de geçmişte yaptıkları.. Ama tabii ki Ceyhun Yıldızoğlu referansı bu transferde baş rolü oynadı.. Kariyerinin parladığı Botaş yıllarında, koçuydu Ceyhun Hoca Şaziye'nin.. Şimdiyse sorumluluğu tek başına üstlenerek bu transferi gerçekleştirdi.. Büyük ihtimal max 10-15 dakikalar arası süreler alacak Şaziye.. Ceyhun Hoca'nın ondan 10-5-5 gibi istatistikler yapmasını beklemediğine de eminiz.. Ondan beklenen, aldığı sürelerde giydiği formanın hakkını verecek şekilde oynaması..

Kadın basketbolunda açıkçası çok da fazla kulüpçülük anlayışı yoktur, oyuncular genelde döne döne oynarlar.. Ama Şaziye'nin durumu üstte de anlattığımız sebeplerden dolayı biraz daha farklı.. Tabii ki Ceyhun Hoca, eldeki Türk rotasyonunun da dar olduğunu düşünürsek Şaziye'den maksimumunu almaya çalışacaktır.. Şaziye'nin de artık son şansı olduğu için elinden geleni yapacağını umuyorum.. Ancak olası bir başarısızlıkta, özellikle bu sene kurulan kadro ve taraftarların beklentisini de düşünürsek, taraftarla problem yaşaması büyük ihtimal olan Şaziye, hele hele 3 sene önce bıraktığı yerden devam ederse hem kendi kariyerini hem de Ceyhun Hoca'nın Galatasaray kariyerini büyük tehlikeye sokar.. Bakalım Ceyhun Hoca'nın oynadığı Şaziye kumarı nasıl sonuç verecek..

17 Mayıs 2011 Salı

O GÜN



Bugün 17 Mayıs...

Nerden başlasam, neresinden girsem bir türlü bilemediğim için böyle saçma sapan bir giriş yaptım konuya öncelikle onu söyleyeyim. Ne zamandır uzak kaldığımdan pas tutmuşum heralde. Öncelikle ufak bir özür. Gerek Galatasaray'ın bu hali, gerek ben hariç diğer abilerimin işleri güçleri, benimse tamamen keyfe keder terbiyesizliğim yüzünden milyonlarca okurumuza ulaşamadık bir süredir:) Ama geri dönüşe yakışan bir başlıkla dönüyoruz aranıza. Tamamen kişisel olacak, tamamen benim şampiyonluk yolumu anlatacağım şimdiden söyleyeyim.

Aslında çok eskilere gitmek Derwall'den girmek, Mustafa Denizli'den, İmparator'un yuvasına dönüşünden çıkmak, Manchester zaferini anlatmak, Bilbao'daki acının aslında 'o gün'lerin habercisi olduğundan bahsetmek gerek ama ben çok fazla uzatmadan 99 Ağustos'undan başlayacağım. Maçı Cine 5 yayınlıyordu, bizim evde decoder yok. Nazilli'deyiz tabi, öğretmenevine gittik maçı izlemeye. genelde orada izlerdik zaten maçları. Ama bu sefer başka bir oda gibi bir yerde izliyoruz. Annem, halam falan da var. O odada bir de Altay'ın Fenerbahçe'yi 1-0 yendiği maçı izlemiştim, daha da girmedim oraya. Fakat güzel bir yermiş. Neyse Ercan Taner'in her söyleşinde ayrı bir güzel çıkan 'Haaaaggggiiii'leri eşliğinde 3-0'la turu kolaylıyorduk. Rövanş 17 Ağustos felaketinin taze acısıyla oynanıyor, Okan'ın tek golüyle Şampiyonlar Ligi gruplarına katılıyorduk.

Kuralar çekiliyor, grup zor. Chelsea, Milan, Hertha Berlin. İlk maç içerde Hertha Berlin'le. O gün Nazilli'yi bilenler için söylüyorum, eski cezaevinin olduğu yerde panayır olurdu eskiden. Gidiyoruz, geziyoruz, eğleniyoruz. Maç saatine evdeyiz. Neden bilmiyorum tek başıma odamda, küçük televizyonda izliyorum maçı. 1 dakika içinde arka arkaya yediğimiz 2 golle yıkılıyorum. Kral atıyor, 2-1'le gidiyoruz soyunma odasına.Galatasaray tarihinin en ilginç transferlerinden Bruno çıkıyordu sonra sahneye golü atıyordu ama olmuyordu işte vermiyordu hakem. Neymiş Kiraly topu kontrol etmiş, hadi canım. Neyse bastırıyoruz ama 70 oluyor yok, 75 oluyor yok, 80 oluyor yok. Veee, dakika 85 civarı sanırım bir korner sonrası uzaklaşan bir top ama top ta orta sahada. O esnada çalan bir düdük. Ne oluyoruz demeye kalmadan hakem penaltı diyor. Deli gibi seviniyorum ama anlamıyorum niye penaltı, hala da bilmiyorum hatta bir bilen anlatıversin bir zahmet. Neyse hakem kararlarını tartışmak bizim işimiz değil zaten. Sana çalınsa böyle penaltı kim bilir ne derdin diyen olur elbet. Evet derdim ama o gün bana çalınmadı, napıyım yani:) Neyse Hagi atıyor. 2-2 bitiyor ilk maç.

İkinci maç San Siro'da Milan'la. Fena oynamıyoruz zaten oynayamayız da, Milan'a karşı duruşumuz belli. Neyse evdeyim yine ailecek izliyoruz maçı. İlk yarı biterken babam çöp atmak için dışarı çıkıyor. Ah baba yapılacak iş mi bu, Fenerli ne de olsa bozuyor totemi. Onun evden çıkışıyla yine 1 dakikada 2 gol birden yiyoruz. Ama bu kez döner mi, zor. Sonuçta San Siro'dasın 2 farkla geridesin. Dönmüyor da zaten, Ümit atıyor 2-1 bitiyor.

Chelsea maçlarını birlikte geçiyorum. Hatta çok hızlı geçiyorum, hemen geçiyorum. Hatırlanası bişey yok zaten. Birazdan bahsedeceğim Dennis Wise'ı unutmayalım bu arada. Bir de Sami Yen'deki maçtan önce Fatih Terim'in açıklamaları benim için yeni bir totem doğuruyordu. Taffarel'in yokluğuna binaen kalemize gelemeyecekler, rahat kazanacağız gibi imparatorun ağzından duymaya alışık olmadığımız sözler ve ardından gelen sonuç, Fatih Terim'in ilerleyen maçlardan önceki temkinli olacağız açıklamalarını benim için kupanın anahtarı haline getirmişti.

Chelsea mağlubiyetlerinin ardından 4. maçlar sonunda, 1 puanla grupta son sırada ve 'önemli olan katılmaktı' modundayız. Tek çıkar yol, biz Hertha'yı Berlin'de yeneceğiz, Milan Chelsea'yi San Siro'da yenemeyecek, son hafta da Sami Yen'de Milan'ı yeneceğiz. Bu da bizi ancak 3. yapıp UEFA kupasına götürecekti.

Beşinci maç Hertha deplasmanı, devreye 1-0 geride gidiyorduk. Zaten az olan umutlar iyice diplerdeydi artık. Lakin soyunma odasında her ne oluyorsa oluyor, ikinci devre sahaya aslanlar gibi dönüyordu takım. Ama ne dönmek. Gol olup yağıyorduk Berlin'de 4-1'le geçiyorduk Hertha'yı. Tugay'ın o unutulmaz sevincini ben de evde yapıyordum. Biz 4 atıyorduk ama ipler bizim elimizde değildi işte. Milan kazanırsa 10 atsak faydası yoktu. Ama o noktada devreye Londra'da sahaya giren terör örgütü üyesine çelme takarak düşürüp gönlümüzde taht kuran, Kral'ın alnından öptüğü nur yüzlü kardeşimiz Dennis Wise'ın golü girdi ve Chelsea San Siro'da puanı kaptı.

Son hafta rakip Milan, işte o efsanevi maç. Sabah okula gitmek için servis beklerken Recepbey İlkokulu'nun önünde Muzo'yla hesaplar başlıyor. Aslında yapılacak pek bir hesap da yok ya yapıyoruz işte bişeyler. Milan kazanırsa çıkar, berabere kalırsa UEFA'ya gider. Peki ya kaybederse? İşte o zaman biz gideriz, yolumuza devam ederiz. Okuldan geliyorum, bir klasik olarak yine yoğurt ekmek yediriyor halam ve uyuyorum ta ki, babam 'hadi artık maç başlıyor kalk' diyene kadar. Uyanıyorum, geçiyorum televizyonun başına. Hayatımda ilk kez duyduğum bir ses karşılıyor beni, bir daha da duymuyorum zaten o sesi. Yorumcu da Tanju. Maç başlıyor, 'Ezeli rakip', Weah'la geçiyor öne, biz 'arka direk' Capone'yle eşitliyoruz skoru. Devreye 1-1 gidiyoruz. Dönüşte Giunti atıyor, yıkılıyorum evde. İnanmışım bir kere ama bu sefer olmayacak galiba. Kırılıyor umutlarım. Aslında bu golde değil de 75'lerde tabela kalktığında Hagi-Hasan değişikliğinde kırılıyor. Aslında tam burda da değil tam olarak Hagi oyundan çıkarken el kol yapınca, sağa sola atarlanıp 1 dakika saha içinde dolaşınca, ardından Sami Yen'de ilk kez ıslıklanınca kırılıyor, ben de kırılıyorum o an Hagi'ye ne haddimeyse tövbe tövbe. Çocuk aklı işte. Neyse dakikalar 85 oluyor, Ergün kesiyor Kral vuruyor. 2-2. Acaba mı? diyorum. Evet diyor. Bir kaç ay sonra çok daha büyük bir günde yine sahada olacak Lopez Nieto son dakikada çalıyor düdüğü, veriyor penaltıyı. Affetmiyor Ümit, bırakıyor köşeye. Uçuyorum, kaçıyorum, bağırıyorum, çağırıyorum, yıkıyorum ortalığı. Tıpkı tribündeki Suat gibi. O gün kendime en yakın hissettiğim adam oluyor Suat. Bitiyor maç ve UEFA'dayız. YENDİK Mİ LAN! İşte orada başlıyor, tek ihtimali olan insanların hikayesi.

3. turdan giriyoruz kuraya. Bir gece önce rüyamda görüyorum Bologna çıkmış rakip, Signori'yle Türkçe konuşuyorum. Ertesi gün Murathan'larda FİFA oynayıp Arsenal'le Seaman'i gol kralı yaparken babam arıyor ve diyor ki rakip Bologna. Anam diyorum, valla görmüştüm ben bunu. Gün geliyor, ilk maç deplasmanda. Maçı bir İtalyan kanalı veriyor. Bizim belediye de karasal yayından o kanalı ayarlayıp evlere servis ediyor sağolsun. Tekrar teşekkürler Esat Amca. Maçtan önce annemlerle Migros'a gidiyoruz, o zamanlar en büyük zevkim. Ama aceleyle çıkıyoruz sonra. Neredeyse maça gecikeceğiz. Neyse yetişiyoruz. Signori atıyor, üzüyor beni, oysa ki o kadar sohbetimiz vardı onunla. Maçın sonuna doğru Ümit kesiyor. Kral yükseliyor, en tepeye çıkıyor, sonra eğilip kafayı çakıyor. Daha sonra Bologna kalecisi Pagliuca diyor ki, hayatımda yediğim en güzel gol. Aynen katılıyorum abi, yok böyle gol. 1-1 bitiyor maç. Rövanş Sami Yen'de. Hasan'la öne geçiyoruz. Sonra 1-1 oluyor. Ardından soldan kesilen bir topa Ümit Davala öyle bir vuruyor ki topun canı istiyor ve gol oluyor. Ardından ecel terleri döküyoruz. Ama yemiyoruz. Öyle bitiyor maç. Turu geçiyoruz.

Bu kez rakip Dortmund. Hem de ne Dortmund 3 sene öncesinin Şampiyonlar Ligi şampiyonu Dortmund. Maç yine Cine5'te. Bu kez Burkaylar'da izleyeceğim maçı. Tam evden çıktığım sırada bir çocuk, üzerinde Dortmund forması. Nasıl sinirleniyorum, dalıcam çocuğa ama büyük benden, hafiften tırsıyorum, ses etmiyorum neyse babam bırakıyor beni. Akşam oluyor. Maç saati geliyor. Hakan 'dönüyor, vuruyor' öne geçiyoruz. Sonra sahneye birisi çıkıyor. Şimdiye kadar mümkün olduğunca az bahsetmeye çalıştım ondan. Çünkü şu anı bekliyordum. Artık söz onda. Hagi öyle bir çıkıyor ki sahneye, öyle bir vuruyor ki topa. Kim ne yapabilir ki o topa. Müthiş oynuyoruz, Commandante de maçın tamamını domine ediyor. 2-0 kazanıyoruz. Burkay'dan da bahsetmeden geçmeyeyim. Kendisi Fenerbahçe'lidir aslında ama uğurludur benim için. Birincisi bu maç, ikincisiyse 2-2 biten Barcelona-Galatasaray maçının ilk yarısını da biz de birlikte izlemiştik yatakların, yorganların üstünde. İkinci yarı gitmişlerdi de öyle 2-2 yi yakalamıştı Barcelona. Ulan bok mu vardı gidiyon?

Rövanş Sami Yen'de bu kez evde bilgisayardan izleyeceğiz. Sorunsuz bir şekilde geçiyor maç. Buldozer gibiyiz o ara zaten herkesi yeniyoruz ama herkesi. Ama ayıptır söylemesi ben de öyleyim. Gelsin Türkiye birincilikleri, gitsin ödüller, bişeyler. Neyse tam o maçın devre arasında Nesrin öğretmenim arıyor evi. Annem açıyor. Ama bir garip konuşuyor bu sefer. Yolunda olmayan bişeyler var belli. Telefonu kapatıyor, annem geliyor. Tam konuşacak benimle, ikinci devre başlıyor. Maçtan sonra konuşuruz diyor. Benim bütün konsantrasyonumu bozuyor. Vallahi o maçın 2. devresiyle ilgili hiç bir şey hatırlamıyorum. Bu arada telefon görüşmesini merak edenler için onu da söyliyim, hayatımda ilk defa bir sınavdan 4 almışım. Yanlış hatırlamıyorsam 75'ti notum Fen Bilgisi'nden. Konu da Boşaltım Sistemi olması lazım. Takılınan şeye bak. Üniversite hayatımda henüz 75 görememem de Galatasaray'la birlikte geldiğim noktanın kanıtı heralde.

Neyse, tekeeeeer tekeeeeer geçiyoruz turları, Avrupa'da alacağız kupayı. Bu kez rakip Mallorca. İlk maç Kurban Bayramı'na denk geliyor. Biz tatile dedemlerin yanına Mersin'e gitmişiz. Maçı da Atilla dayımlarda yine bilgisayardan izleyeceğiz. Ekip sağlam, babam, dedem, dayım(x2), 'wonderkid' Kürşat ve fasulyeden Alperen. Gidip yatmıştı paşa daha maçın başında. Arif, Emre ve Kral aşırtma golleriyle skoru 3-0 yapmış, Okan da cilayı yapıp arkayı dörtlemişti. Maçın sonlarında gelen golle maç 4-1 bitiyor. Biz yine turu hiç İstanbul'a bırakmadan orada bitiriyorduk. Maçın bitimiyle birlikte şifresi kalkan Cine5'teki Ercan Taner'in kısılmış sesi her şeyi özetliyordu aslında. Geceyi Akın dayım ve teyzemle Mersin sokaklarında konvoyla noktalıyorduk.

Kurban bayramının bitimiyle yine kürkçü dükkanına Nazilli'ye dönüyorduk. Rövanş maçı yine gazozuna bir hale bürünmüştü. Bu maçı pek değerli yazarımız Ali Çakmaklar'da izlemiştik. Maçla ilgili aklımda kalan, bilgisayarın sanırım sesinde problem olduğu için radyodan dinleyip, bilgisayardan izlemiştik maçı. Pek tabi önemli bir senkronizasyon sorunuyla birlikte. Maçı da unutmadan söyleyeyim, Capone ve Kral'ın golleriyle 2-1 kazanmıştık.

Yarı finaldeyiz. Var mı daha ötesi. VAR.. Arsenal, Leeds, Lens ve GALATASARAY.. Bu kez rakip Leeds. Müthiş bir takım. Nigel Matyn kalede, Woodgate, Radebe stoper, solda Harte, Mills, Bakke, Bowyer, Smith, Kewell vesaire vesaire...

Maçtan bir önceki akşam çıkan olaylar ortamı bir hayli geriyor, 2 İngiliz'in çıkan olaylarda hayatını kaybetmesi neredeyse maçın önüne geçiyordu. İngilizlerin maç başka zaman, başka yerde oynansın talepleri UEFA tarafından geri çevriliyordu. Gergin bekleyişe ben de bütün gün halamlardan eşlik ediyordum. Bütün haberlerde o olaylar. poposuna Türk parası sokan her yerinden İngilizlik akan bir dallama, havada uçuşan sandalyeler falan. Maçı bizim okulda dev ekranda yayınlayacaklardı ki sonraları tam bir uğurlu mekan haline gelmişti okul ta ki 2002 Dünya Kupası'nda gruptaki Brezilya maçına kadar. Okulda yerimizi aldık. Maç başladı Arif sağdan kesti. Alman, İtalyan, İspanyol, İngiliz hiç farketmedi Kral çaktı kafayı 1-0 yaptı. O an birisi beni kucağına almıştı ama o kimdi hala bilmiyorum. Ardından soldan Ergün'ün kestiği topta Capone aldı, vurdu, vurdu, ite kaka gol yaptı ve aman Allah'ım 2-0. Final geliyor ulan. İkinci yarı bastırdılar hem de öyle böyle değil, deli gibi geldiler üstümüze. Ama olmadı, Taffarel o günden inanmıştı bir kere. Hele Kewell'ın kaçırdığı bir top vardı ki o günden bugünlere mesajı çakmış ama biz o mesajı bir 8-9 sene geç almışız sadece. Ennihayetinde olmadı, atamadılar ve maç 2-0 bitti.

2. maç için mekan yine aynı. Maç öncesi atmosfer düşmanımın başına gelmesin. Öfke kusan İngilizleri gördükçe bilmem kaç bin kilometre öteden bacaklarım titriyordu. Maçtan önce sahaya simsiyah çıkan aslan parçaları saha kenarına birer çiçek bırakıp geçiyordu ısınmaya.

Maçın daha başında Emre araya bıraktı topu, Kral aldı, kaleciyi geçti. 'Ver penaltıyı, verdi, verdi, verdi. Penaltıyı verdi, penaltıyı verdi, penaltıyı verdi' Evet verdi sonra da 'haydi Hagi, haydi koçum, haydi aslanım' ve 'golgolgolgolgol' Kendimden geçmişim. Sağ kamelyada babamın yanındayken kendime geldiğimde sol tarafta annemin yanındaydım. Nasıl oldu hiç bir fikrim yok. Leeds İstanbul'da bıraktığı yerden saldırmaya devam etti. Kornerden gelen topa Bakke vurdu berabere oldu. O an korktum, çok korktum. Ben ne olursa olsun bizim, Taffarel'in gol yemeyeceğine inanmıştım bir kere. Sonra onlar yüklenmeye devam ettiler. Sonra 'biz Bakke'yi ceza sahasında döndürmedik, sonra Hagi nefis döndü, sonra Hakan'a pas, açı biraz dar ama, Hakan sıyrılacak, Hakan bir çalım daha, sonra Hakan çerçeveyi gördü, Hakan vurdu, kim attı KRAL attı'. Kim attı KRAL attı. Sonrası bir 5 dakika kadar yok. Kewell'a o kart çıkana kadar. Sonra da bağıra bağıra gelen Emre'nin kartı. Hem de yok yere, elini sürmeden, dokunmadan.. Ama gelip bana şimdi sorsan iyi olmuş derim o ayrı. Ayrıca oradaki hafiften dayağı için İmparator'a teşekkürler. Biraz daha incitseydi keşke emre efendi'yi. İkinci yarı da geçiyor bir şekilde, ama ben bilmiyorum. Ben amigoluğa başlamışım orda. Neyse Bakke yine bir yan topta buluyor golü 2-2 bitiyor maç. Veeeeee FİNALDEYİZ.

Saat ilerledi, gözler de hafiften doldu, yazı da biraz uzadı. O GÜN yarınlara kalsın.