29 Nisan 2010 Perşembe

Avrupa'dan Kısa Kısa


-UEFA Avrupa Ligi'nd finali adı bu gece konuyor. TSİ ile 22.05'te başlayacak mücadelelerde Liverpool 1-0 yenildiği maçın rövanşında Atletico Madrid'i ağırlarken, Fulham ile finalin ev sahibi Hamburg 0-0'ın rövanşında Londra'da karşı karşıya gelecek.

-Premier Lig'de son 2 haftaya girilirken lider Chelsea'nin 1 puan arkasında yarışı sürdüren Man Utd gelecek sezon için transfer çalışmalarını da sürdürüyor. Fergie, Fulhamlı defans oyuncusu Chris Smalling'in ardından Meksika'nın Chivas takımının genç golcüsü Javier Hernandez'i transfer etti. Meksikalı golcü bugüne kadar milli formayla çıktığı 4 maçta 4 gol kaydetme başarısını göstermişti.

-VfL Bochum'da cumartesi günü oynanacak kritik Bayern Münih maçı öncesi teknik direktör Heiko Herrlich'in görevine son verildi. Bayern'e karşı takımın başında Dariusz Wosz çıkacak sahaya. Bochum bu öncesi ligde 16.sırada playout sınırında bulunuyor.

-Çek Cumhuriyeti ve Slovakya Futbol Federasyonları, 2012-2013 sezonundan itibaren ortak futbol ligi düzenlemek için çalışma başlattı. Kurulacak ortak futbol liginde 18 takımın yer alacağı, bu lige, 12 takımın Çek, 6 takımın ise Slovakya'dan katılacağı belirtildi.

-Yunanistan'da Şampiyonlar Ligi'ne gitmek için ön eleme oynayacak takımı belirleme amaçlı playofflar başladı. İlk maçlarda AEK PAOK'la 0-0 berabere kalırken, Aris Olimpiakos'u Eddie Johnson'un kaydettiği gollerle 2-0 mağlup etti.

-Milan'da Leonardo yolcu. Avrupa basınında Brezilyalı genç teknik adamın sezon sonun takımdan ayrılacağı konuşuluyor. Yerine gelecek yeni çalıştırıcı için en önemli aday ise yardımcısı Mauro Tasotti. Leonardo'nun ise Dünya Kupası sonrası Brezilya Milli Takımı'ndan ayrılması beklenen Dunga'nın yerini alması bekleniyor.

Doğru Söze Ne Hacet



"Now Figo should thank me, he's not the most hated man in Catalonia any more."

Jose Mourinho

Eve Dönüş

Inter yıllar sonra kupa 1'in finalinde. Onlar için bunun ne büyük bir olay olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez. Karşılama töreninden fotoğraflar konuşsun o zaman:


Mourinho pişman gibi(!)


Camp Mou Kahramanları


Balotelli bile sebeplendi


3'lü hazırlığı

Jose'nin Gecesi


Maç öncesi tahminlerde, Inter'in ilk maçtaki 3-1'in avantajını kullanarak Mourinho'nun en iyi bildiği iş olan takım halinde savunma yapıp, kendi yarı alanında Barca'nın yetenekli ayaklarına geniş alan tanımamaya yönelik bir oyun ortaya koyacağı söyleniyordu, ama eminim hiç kimse bu kadarını tahmin etmemişti.

Topla oynamada %75'e %25, şutlarda da 12'ye 1 üstünlüğü vardı Barcelona'nın maç sonu istatistiklerinde. Ayrıca 90 dakika boyunca kaleyi bulan bir şutu yoktu Inter'in. Tabii böyle bir tablonun ortaya çıkmasında en büyük etkenlerden biri de Franck De Bleeckere'di. Busquets'in Oscarlık performansına kırmızı kart çıkarması maçın geri kalanının Inter yarı sahasında oynanmasına sebep oldu. Guardiola maçtan sonra kırmızı kartın bütün oyun planlarını bozduğunu ifade etti. Haksız da sayılmaz aslında, 11'e 11 devam edecek olan maçta ceza sahasında 4, onların önüne de 5 adam koyup Çanakkale geçilmezi oynamazdı sanırım Inter ve Barcelona hücum elemanları da daha geniş alanlar bulabilirdi. Bir diğer etken de, orta sahanın vazgeçilmezlerinden Iniesta'nın eksikliğiydi. Onun yokluğunda oynayan Keita ya da Busquets'in yaratıcılıktan uzak oyunları, Inter karşısında bir hayli işini zorlaştırdı Guardiola'nın. Hoş İlker Yasin sayesinde, Iniesta'yı da izleme fırsatı bulduk dün Xavi forması altında.

Maç sonunda İtalyan basını Mourinho'yu kahraman ilan ederken, Katalan basını ise ateş püskürüyor. Guardiola da eleştirilerden nasibini alanlardan. Özellikle Zlatan'ı çıkartıp, Samuel ve Lucio gibi iki devin arasına Bojan'ı koyması Pep'e yöneltilen okların başında geliyor. Sonuç olarak, Inter Mourinho'nun deyimiyle kendisi için bir rüyayı gerçekleştirip finale kaldı ve Şampiyonlar Ligi adı altında bunu ilk kez başardı. Barca cephesinde ise büyük bir üzüntü hakim. Alves bu sonucun kendileri için kabul edilmesi çok zor bir yıkım olduğunu belirtirken, dün gece topu her ayağına aldığında karşısında en az 2 Interli'yi bulan Messi, aynı hüsranı La Liga'da da yaşamamaları için bir an önce toparlanmaları gerektiğini belirtti.



Öyle ya da böyle, finale kalan Jose ve Inter oldu. Göze hoş gelen bir futbol oynatmadı belki takımına dün, ama ilk maçta oynattığı futbol, Barcelona'nın uzun zaman sonra bu kadar perişan olması ve dün 65 dakika boyunca 10 kişi oynadığı Nou Camp'ta böyle bir takıma karşı doğru düzgün pozisyon vermemesi takdire değer. "Hayatımın en güzel günü" dedi maç sonu Mourinho. Porto'yla Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu aldığı zamankinden bile daha mutlu olduğunu söylerken, Barca'ya da laf atmadan durmadı; "Onlar maç öncesi kutladılar, biz de sonunda". Kimi dahi olarak görüyor bu adamı, kimi de futbolun katili ama kesin olan bir şey var ki bir şekilde oyunun kazanan tarafında kalmayı beceriyor Portekizli. Dünkü maç sonrası şovla karışık sevincini izlemek bile, onun farklı olduğunu görmemiz için yeterli bir sebep.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Yeryüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar

'Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
Yeryüzünde sizin kadar yalnızım.
Bir yalnızlık şarkısı söyler sazım,
Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım ...'

Şu satırları ya da benzerlerini, maç sırasında kaç kez içlerinden geçiriyorlardır acaba kaleciler ya da diğer adıyla file bekçileri ?

Durumları gerçekten çok vahimdir bu adamcağızların. Oyunun varoluş nedeni olan gol'ü engellemeye çalışırlar. Düşünün ki, golsüz biten bir karşılaşma, genel olarak kalitesiz olarak nitelendirilir, fakat aslında bu, kalecilerin başarısı olarak görülmez asla.

90'ların ortasında Juup Derwall'in etkisi ile yaşanan tesis devriminden önceki sahaları bir an için gözlerinizin önüne getirin. Her stadımızda, kalecilerin koruduğu bölge, hafiften kelleşmemiş midir? Ya da mahalle maçlarında, en yeteneksizlerimizi sürekli kaleye geçirmediler mi ? Bu kadar kritik bir bölgeyi koruyan kişiye, 2. sınıf oyuncu muamelesi yapmak da nedir ?

Takımı savunma yaparken, işgüzar defans oyuncusu, rakip takımın hücum oyuncusunu ceza sahası içinde düşürür ve hakem penaltıyı verir. Savunma oyuncusu, hatasını telafi etmek için ne yapar ? TAbi ki hiçbir şey ! Zavallı kaleci, penaltı vuruşunu karşılamak zorunda kalır, hem de hiç bir günahı yokken..

Tüm maç boyunca inanılmaz kurtarışlar yapar, fakat küçücük bir hatası sonucu günah keçisi ilan edilir. Takım aslında müthiş oynamıştır, ancak kaleci maçı satmıştır. Düşünün, son cümlede, takım içinde bile sayılmamışlardır.

Böyle zor zanaattir işte kalecilik. Onlar kendilerini başarılı saydıkları 0-0 biten bir maçtan kimse memnun olmaz, varın siz düşünün sonunu...

Bu kadar kritik bir pozisyon oyuncu grubunun da içlerinde 'Bandiera' olanlar vardır tabi ki.. Buyrun onlardan birini görelim ;

SEPP MAIER

28 Şubat 1944 Almanya doğumlu ünlü kalecidir. 14 yıl boyunca aralıksız Bayern Münich kalesini korumuş, bu formayla tam tamına 536 kez giymiştir. Kulüp kariyerinde 4 lig, 4 kupa, 3 Şampiyon kulüpler, 1 Kupa Galipleri Kupası şampiyonluğu vardır. Milli formayı ise 95 kez giymiş, 4 dünya kupası görmüş, birinde de kupayı kaldırma onurunu yaşamıştır.



Kariyeri boyunca ne kadar karakterli olduğunu sürekli ortaya koymuştur. Dönemin süper gücü Real Madrid'in yaptığı tüm tekliflere aynı yanıtı vermiştir. Hiç sakatlanmadan ve cezalı duruma düşmeden 422 maç üst üste forma giymesiyle de kırılması zor bir rekora imza atmıştır.

2004 yılında, Alman Milli Takımı'nda kaleci antrenörlüğü görevine devam ederken, Jurgen Klinsmann'ın kaleci seçimlrinin Alman basını tarafından ağır eleştirilere uğraması sonucunda görevinden istifa etmiştir.

Dünya Futbolu'nun yeni kaleci Bandiera'ları yetiştirmesi dileğiyle..

Ortega Milli Takımda

Ülkemize gelen önemli futbol yıldızlarından biridir Ortega. Türkiye onu Galatasaray'a attığı kafa golü, Cobarde Gallina Ortega (Korkak Tavuk Ortega) pankartı ve Ceyhun Eriş'in hışmıyla hatırlıyor. Başka da iz bırakamadı Arjantinli ülkemizde. O dönemde onu takımdan dışlatan, kuyusunu kazan Ceyhun Eriş bugün İsveç 2.liginde. Peki Ariel nerede derseniz, Ortega 36 yaşında Arjantin milli takımına seçildi.



Fenerbahçe'den adeta kaçmıştı. Futbol hayatının bitmesini göze alarak hem de. Sonrasında uzun bir süre uzak kaldı meşin yuvarlaktan. Ardından önce Newell's Old Boys'da kendini buldu, ardından döndüğü yuvası River Plate'te hünerlerini sergilemeye başladı. Ve bugün, Arjantin milli takımı teknik direktörü Diego Armando Maradona takımının 5 Mayıs'ta Haiti ile oynayacağı maçın kadrosuna davet etti yıldız oyuncuyu. 86 kez milli takımda oynayan Ortega, son olarak 2003'te Arjantin forması giymişti.
Arjantin'in tamamı Arjantin Ligi'nde oynayan oyunculardan oluşan kadrosu ise şu şekilde:

Kaleciler: Diego Pozo (Colon), Adrian Gabbarini (Independiente)

Savunma: Matias Caruzzo (Argentinos Juniors), Juan Manuel Insaurralde (Newell's Old Boys), Ariel Garce (Colon), Paolo Goltz (Huracan), Luciano Monzon (Boca Juniors)

Orta Saha: Juan Mercier (Argentinos Juniors), Patricio Toranzo (Huracan), Nicolas Olmedo (Godoy Cruz), Sebastian Blanco (Lanus), Leonel Vangioni (Newell's Old Boys), Facundo Bertoglio (Colon)

Forvet: Ariel Ortega (River Plate), Martin Palermo (Boca Juniors), Franco Jara (Arsenal), Juan Pablo Pereyra (Atletico Tucuman).

Finale Son Bilet


Mourinho'nun ağzı yine boş durmamış dünkü basın toplantısında. Bu kez de Rijkaard'a sallamış Portekizli. Önceki karşılaşmalarında Rijkaardlı Barca'ya elendiklerini hatırlatan gazeteciye, " Guardiola'yı bilmem ama benim kazandığım kupalar onun boyunu geçer" demiş her zamanki özgüveniyle. Her kritik maç öncesi, rakip takım teknik direktörüne mutlaka bir iki laf geçiren Mourinho bu kez taktik değiştirmiş anlaşılan. Maçla ilgili ise, finale kalmalarının kendileri için bir rüya, Barca için ise Santiago Bernabeu'da oynanacak olmasından dolayı bir saplantı olduğunu belirtmiş. Galiba bu olağandışı açıklamaları yüzünden seviyoruz bu adamı.

Barcelona cephesi ise, uzun zamandır olmadığı kadar gergin. Kolay değil tabii, uzun zamandır ilk kez bu kadar zora giren bir turu çevirmeye çalışacaklar, hem de karşılarında Jose gibi bir adamın takımı varken. "Buradan turu çevirebilir
miyiz bilmiyorum, ancak finale kalabilmek için herşeyimizi ortaya koyacağız." demiş Pep dünkü basın toplantısında. Pique de taraftarlara çağrı yapmıştı, Inter'e 90 dakika boyunca cehennem yaşatmaları için. Katalanlar büyük organizasyon hazırlıklarında bu maç öncesinde.

Inter'de Sneijder'in tam olarak hazır olmasa da riske edilebileceği söyleniyor bu maç için, Barca'da ise kaptan Puyol'un cezalı olması büyük handikap. İlk maçta Messi'ye neredeyse hiç boş alan bırakmayan ve yaptığı mükemmele yakın
takım savunmasıyla Barca'ya çok da fazla pozisyona girme imkanı tanımayan Inter, bakalım aynı başarıyı bu maç da gösterebilecek mi, yoksa Messi ve arkadaşları artık bu dünyada tartışmasız en büyük olduklarını mı kanıtlayacaklar bize.

Şahsi fikrim Inter'in tura daha yakın olduğu yönünde. Mourinho gibi takım savunmasını dünyada en iyi yaptıran teknik direktörlerden birine karşı Barca'nın 2 farklı galip gelmesi biraz zor gözüküyor. Ancak, diğer taraftaki futbol sihirbazlarını da düşününce yine de kesin bir şey söyleyemiyor insan. Bakalım bu kez ne sürprizler bekliyor olacak bizi Nou Camp'ta.

Van Gaal Devrimi



Bayern Münih, Allianz'da 1-0'ın rövanşında dün de deplasmanda Olic'in hat-trick yaptığı maçta Lyon'u 3-0'la bozguna uğratarak 9 sene aradan sonra Devler Ligi'nde finale yükselmeyi başardı. Uzun yıllardır Avrupa'da başarıya hasret Bayern taraftarları için bu dün geceyi sokaklarda geçirecek kadar sevindirici bir olay oldu.

Van Gaal ise bu duruma biraz daha alışık. Kötü başladığı ve bir ara koltuğunun sallantıda olduğu bile söylenen sezonda Hollandalı, teknik direktörlük kariyerinde 3. kez Şampiyonlar Ligi finali oynamaya hak kazanarak, Alex Ferguson, Ottmar Hitzfeld, Fabio Capello ve Carlo Ancelotti'yi yakaladı. Bu alanda rekor, 4 kezle Marcelo Lippi'ye ait. Önceki final deneyimlerini Ajax'ın başında yaşayan Van Gaal, 1996'da Capellolu Milan'ı 1-0'la geçerek kupaya uzanırken, bir sene sonra Lippi'li Juventus'a penaltılarla kaybederek elenmişti. Van Gaal ayrıca, 22 Mayıs'ta Santiego Bernebau'da oynanacak olan finali kazanması halinde bunu Ottmar Hitzfeld'den sonra farklı 2 takımda başaran 2. teknik direktör olarak tarihe geçecek. Bu finalin, bizi ilgileniren kısmı ise Hamit Altıntop'un eğer şans bulursa, Yıldıray Baştürk'ten sonra Şampiyonlar Ligi'nde final oynayan 2. Türk oyuncu olacak olması.

Van Gaal sanıyorum bu geceden sonra o meşhur not defterini de eline alıp finaldeki rakibini analiz etmeye başlayacaktır. Dünkü maçtan sonra finalde Barcelona'yla karşılaşmak istediğini ancak Inter'i tura daha yakın gördüğünü belirtti Hollandalı. Inter ya da Barca hangisi gelirse gelsin, bizi müthiş bir finalin beklediği kesin.

27 Nisan 2010 Salı

Yolun Sonu (Galatasaray - Bursaspor)

Maç öncesi buruk bir heyecan vardı Ali Sami Yen'in çevresinde. Bir kaç hafta önce bu maça şampiyonluk yolundaki en kritik maç olarak bakan Galatasaray taraftarları, şampiyonluktan uzaklaşmanın ve bir haftadır gündemi meşgul eden, Galatasaray'ın ezeli rakibi Fenerbahçe'yi şampiyonluk yolunda engellemek için Bursa'ya karşı normal oyununu oynamayacağı gibi yakışıksız ve gereksiz tartışmanın etkisiyle diğer maçlara
oranla daha sakin bekliyorlardı maçı. Özellikle saatler 17.00'ı gösterdiğinde Fenerbahçe'nin Kasımpaşa önündeki galibiyet haberinin de gelmesiyle birlikte artık bu maçın tek amacı Şampiyonlar Ligi'ne katılabilmek oluyordu Galatasaray için. Bursaspor cephesi için ise durum oldukça farklıydı. Fenerbahçe'nin, puan kaybı yaşaması muhtemel haftalarda Galatasaray, Beşiktaş ve Kasımpaşa maçlarını kazanması kendileri üstündeki baskıyı arttırmış ve bu maçı mutlak kazanılması gereken maç
konumuna getirmişti.



Sahaya çıkan 11'lere bakıldığında Galatasaray son 2 haftaki dizilişiyle sahadaydı. Bursaspor'da ise Ertuğrul Sağlam geçen haftadan farklı olarak Turgay'ı kulübeye çekip onun yerine Ergiç'e yer vermiş ve 4-3-3'e dönmüştü. Açıkçası sahaya çıkan kadrolar bize maçın nasıl geçeceği hakkında aşağı yukarı bir bilgi veriyordu. Sağlam, her ne kadar galibiyete ihtiyacı olsa da Ali Sami Yen'de Galatasaray'a karşı hücum futbolu oynamanın tehlikeli olacağını düşünüp orta sahayı kalabalık tutmuş ve hücumda da hızlı adamları Volkan Şen ve Sercan'ı defansın arkasına sarkıtarak oyun planını bu iki isim üstüne kurmuştu.

İlk yarı itibariyle seyirciler mükemmele yakın bir maç izlediler Ali Sami Yen'de. İki takım da maç öcesindeki planları doğrultusunda oynamak istedikleri oyunu sahaya yansıtırlarken son vuruşlardaki beceriksizlik ön plana çıktı. Beklerini, önlerinde oynayan Keita ve Gio'ya sürekli destek verecek şekilde ileri çıkaran ve hücum varyasyonlarını bunun üstüne kuran Galatasaray bir çok kez bunda başarılı oldu ve tehlikeli pozisyonlar da yarattı ancak özellikle Keita'nın son paslardaki yanlış tercihleri bu atakların golle sonuçlanmasını engelledi. Bursaspor ise Caner'in sol kanattaki yerini sürekli kaybetmesi sebebiyle Volkan Şen'i orta sahadan atılan uzun toplarla bir çok kez Galatasaray defansıyla baş başa bıraktıran pozisyonlar buldu ancak yine Volkan ve Sercan'ın son vuruşlardaki etkisizliği ve Ozan İpek'in alışılagelmişin dışında etkisiz performansı devrenin onlar adına da golsüz geçmesine sebep olan faktördü.



İkinci yarıda da 66. dakikadaki değişikliklere kadar hemen hemen ilk yarıdakine benzer bir oyun oynanıyordu. Galatasaray Baros ve Keita ile yakaladığı net fırsatları
cömertçe harcarken, Bursaspor da yine Sercanla net fırsatlardan yararlanamadı. 66. dakikada Elano ve Gio'nun oyundan çıkıp, Jo ve Mustafa Sarp'ın oyuna girmesiyle Frank Rijkaard sene başından beri nadiren başvurduğu 4-4-2 sistemine döndü. Ancak bu sistemde kilit rolü oynayan orta sahanın göbeğindeki Mehmet Topal ve Mustafa Sarp'ın teknik olarak zayıf ve özellikle Mustafa Sarp'ın sorumluluk almayı sevmeyen bir yapıya sahip olması Galatasaray'ın hücum zenginliklerini bir hayli azalttı.

Rijkaard'in bu hamlesine Ertuğrul Sağlam Sercan'ı oyundan çıkarıp Turgay'ı sokarak karşılık verdi. Aslında, "bu dakikalarda galibiyeti daha çok düşünecek Galtasaray'a karşı maçın başından beri Galatasaray defansını çok fazla zorlayan tipik kontra atak oyuncusu Sercan oyunda kalsaydı Bursaspor için daha iyi olur muydu" sorusu da akıllara gelmiyor değil. Zaten bu dakikadan sonra kırmızı kartların da etkisiyle
iki takım da organize ataklardan uzaklaştı. Arda'nın da oyundan çıkmasıyla orta sahada yaratıcı oyuncusu sadece Keita kalan Galatasaray ister istemez
doldur boşalta döndü ve bu toplar da kalabalık Bursa savunmasında erirken maç başladığı gibi bitti.



Maç öncesi çok konuşulan ve ilk yarıdaki Fenerbahçe derbisinden beri ilk Galatasaray maçına çıkan hakem Bünyamin Gezer, maç boyunca verdiği tutarsız kararların
yanında Lucas Neill'i oyundan attıktan hemen sonra Neill'a gösterdiği ilk sarı kartın da etkisinde kalarak Zapo'ya ilginç bir sarı kart gösterip oyundan
attı. İlk yarıdaki maç sonundaki demeci çok konuşulmuştu Gezer'in, sahaya 50.000 kişinin girmesinden korktuğu için maçı oynattığını söyleyen Gezer sanırım
Neill'i attıktan sonra bu sefer de 25.000 kişinin girmesinden korkmuş olacak ki, Zapo'ya her hava topu mücaelesinde yaşanan sıradan bir pozisyonda kırmızı kart
gösterdi.

Eğer bu maçın özetleri, son vuruşlar durdurulup öyle verilseydi televizyonlara eminim herkes bu maçın gol düellosu şeklinde geçtiğini düşünecekti. İki takımın
da kaçırdığı sayısız fırsatlar var maç boyunca, çizgiden çıkanlar, altı pastan girmeyenler. Tabii ki bunda oyuncuların beceriksizliklerinin yanında bu maçın
her iki takım üzerinde oluşturduğu baskının da çok büyük etkisi var. Kolay değil sonuçta, bir tarafta bütün hafta "yatacak mı, yatmayacak mı" gibi, çamur at
izi kalsın mantığıyla konuşanlara karşı çıkıp her zamanki oyununu oynamaya çalışan Galatasaray, diğer tarafta 2 saat önce liderliği kaybetmiş ve tarihindeki
belki de en kritik maçı oynayan Bursaspor.

Sonuç olarak 2009-2010 sezonu Galatasaray açısından resmi olarak olmasa da bitmiş oldu. Flaş transferler, aynı derecede flaş sonuçlarla başladığı sezonu,
Türkiye Kupası'nda çeyrek final, Avrupa Ligi'nde 2.tur ve Süper Lig'de de büyük ihtimalle 3. olarak bitirdi Galatasaray. Bundan sonraki maçlar, oyuncular
için zorunluluktan öte bir anlam taşımayacak. Bursaspor ise ümitlerini Eskişehir, Ankaragücü ve Trabzon'a bağlamış durumda. Kağıt üstünde 3'ü de zor
maçlar olarak görülebilir, ancak bitti dedikleri ligde adeta küllerinden doğan, son 8 haftadır gol yemeyen ve sonunda liderliğe oturan Fenerbahçe
bu saatten sonra bu ligi bırakır mı, orası biraz şüpheli işte.

Gol Krallığı

Türk futbolunda son yıllarda yaşanan olumlu bir gelişme, ligimizin yabancı kalitesinin yavaş yavaş da olsa artmaya başlaması. Galatasaray'ın 4 sene üst üste kazandığı şampiyonluklarda Hagi'nin, Popescu'nun, Taffarel'in muazzam katkılarıyla rakiplerin onlarla baş etme yolunda kadro kalitesini arttırma çabaları bu sonucu doğurdu. Prekoların yerini Anelkalar, Ohenlerin yerini Carewler, Marcioların yerini Jardeller, Coulibalylerin yerini Babangidalar Makukulalar almaya başladı. Bu durumun gol krallığı tablosuna yansımaması tabi ki olası değildi. Zira ilk 48 yılında sadece 2 yabancı gol kralı (1983/84 Tarık Hocic - Galatasaray (16 gol) ve 1995/96 Şota Arveladze - Trabzonspor (25 gol)) çıkarabilen ligimiz, son 4 sezonda 3. yabancı kralını çıkarmaya Ariza Makukula ile hazırlanıyor. Kongo asıllı Portekizli bu sezon gösterdiği üstün performansını taçlandırmak üzere. Son 3 haftaya girerken attığı 20 golle en yakın rakipleri Gaziantepsporlu Julio Cesar'ın 7, Beşiktaşlı Bobo'nun 8 gol önünde.



Yabancı sayısını serbest bırakma - kısıtlama tartışmaları süredursun, galiba kulüplerimiz artık önemli olanın sayıdan çok kalite olduğunu idrak etmeye başladılar. Zaten geçtiğimiz günlerde rastladığım bir söyleşisinde UEFA asbaşkan Şenes Erzik bu soruya, "eğer Hagi gibi yabancı getireceklerse 10 tane getirsinler elbette, önemli olan kalite" şeklinde cevap veriyordu. İngiltere gibi yabancı konusunda oyuncuların ülke milli takımında sürekli oynama zorunluluğu gibi kriterler koyacak maddi güce sahip olmadığımıza göre, tek yol kulüplerimizin bilincinin artması. Ariza Makukula'nın bu olası krallığı, umarız bu artışa ivme kazandıracak bir gelişme olur da Lukunku, Nartallo, Coulibaly ve benzerleri sadece eski günleri yad ettiğimiz sohbetlerde kalır.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Roma Ateşte

Tatlı bir rüyaydı onlarınki. Inter'in hükümranlığında geçen Seria A'da devrime niyetlendiler, zorlu dağları aşıp okyanusları geçtiler adeta. Ama derede boğuldular bu hafta. Roma kendi evinde Sampdoria'ya 2-1 kaybetti ve 3 hafta kala liderliği, Atalanta'yı 3-1 ile geçen Inter'e teslim etti. 2 gol atan Pazzini'ydi Roma'yı ateşe veren. Roma'nın golü Totti'den.



Mourinho kucağına gelen liderliği 3 haftada bırakır mı? Lazio Inter'e çelme takar mı? Zor görünüyor.

Totti pişman olabilir Laziolularla dalga geçtiğine.

Kalan maçlar :

Inter (73)

Lazio (d)
Chievo
Siena (d)

Roma (71)

Parma (d)
Cagliari
Chievo (d)

24 Nisan 2010 Cumartesi

Perşembenin Gelişi

Yıllar yılı, her sezon kadroyu biraz daha zayıflatarak nereye kadar dayanabilirdi ki bir takım? "Bu sene gitti, bu sene gider" diye diye bugüne kadar geldiler, fakat artık denizin bittiği yerdeler. Onların ki öyle birden, kötü geçen bir sezon sonrası küme düşüş değil, bağıra bağıra düşüş oldu. Kim bilir, belki de 2 sezon önce alınan 7.lik yanılttı onları, ya da her sezon kıl payı yırtmak. Sonuçta, perşembenin gelişi çarşambadan belliydi aslında.



Geçtiğimiz sezon umudunu kaybetmiş Sakaryaspor'u ligde tutamasa da, oynattığı futbolla beğeni toplayan Erhan Altınla sezona başladı yeşil-siyahlılar. Fakat Altın, takımı başında yalnızca 3 maç kalabildi. Bu 3 maçta Denizlispor, Fenerbahçe'ye 2-0, Galatasaray'a 4-1 ve Kayserispor'a 3-0 mağlup olmuştu. Peki ne bekleniyordu ki Erhan Hoca'dan? Fransa ve Almanya 2.liglerinden (Koffi - Metz, Bajic - TusKoblenz gibi) 3.liglerinden alınan yabancı stoperlerle, gurbetçi oyuncularla yıllardır yenemedikleri büyükleri mi yeneceklerdi?



Yerine gelen Nurullah Sağlam'ın nasıl gittiği de aslında Denizlispor'un önlenemez düşüşünün nedeni ve sorumluları hakkında önemli ipuçları içeriyor. Kendi kurmadığı bu takımın başında 5 maça çıkabildi Sağlam. 3 beraberlik, 2 mağlubiyet aldı. Kaybettiği takımlar ise Beşiktaş ve Bursaspor'du. Kendi evinde alınan 3-2'lik Bursaspor yenilgisi sonrası soyunma odasına dalan başkan Ali İpek, Teknik Direktör Nurullah Sağlam'a oyuncularının önünde hakaret ediyor, ve hoca da istifa ediyordu.

Sezonun 10. haftası oynanırken, Denizlispor 3. ve bu sezonki son teknik direktörüyle çıkıyordu sahaya. Teknik direktörlük kariyeri kısa bir Ankaragücü macerasından ibaret olan Hakan Kutlu, Denizlispor'u kurtarmak için soyunmuştu göreve. Zayıf kadroya devre arası yapılacak takviyelerdeydi belki umudu, ama olmadı. Tehlikeyi yeterince iyi etüd edememiş yönetim, Youla dışında elle tutulur bir transfere imza atamadı. Yıllardır kariyerleri düşüşte olan Mustafa Er, İbrahim Ege, Okan Koç gibi oyunculardan takımı kurtarmaları beklendi. Hal böyle olunca Kutlu da engel olamadı bu artan ivmeli düşüşe.

Bugün Denizlispor'da sorumlular şapkalarını önlerine iyice düşünmeli. Lyon'u eleyen takımın bu hallere nasıl geldiğini etüd etmeli. Önlerinde ligden düştükten sonra hızla toparlanıp, o zamanlar yatırımını yaptıkları genç oyuncularıyla bugün ligin zirvesine kurulan bir Bursaspor örneği var. Umarız gelecek sezonlarda bu yoldan ilerler ve ligde sesi soluğu çıkmayan Ege'nin başarılı temsilcisi olmayı yeniden başarırlar.

21 Nisan 2010 Çarşamba

En Büyük Oyun *

Uzun yıllardır, yeni kıta hariç (ki artık onlar da eskisinden daha ilgililer, David Beckham ile Baharat Kızlar sağolsun) tüm dünyayı peşinden sürükleyen bir sporun adıdır; FUTBOL..

Düşünün ki, önümüzdeki Dünya Kupası’nın finalini 1 milyara yakın insan izleyecek. Ya da en son Ali Sami Yen’de oynanan Galatasaray – Fenerbahçe derbisini, yaklaşık 300 milyon kişi ekran başında seyretmiş. Bazı ülkelerde etkisi bilindiği için, politikacılar ya da cuntacılar tarafından muhteşem bir malzeme olarak kullanılmış. Bizimki gibi, milliyetçi duyguların daha yoğun yaşandığı ülkelerde, tam bir memleket meselesi olmuş futbol, özellikle uluslar arası arenada oynanan maçlar mevzu bahis ise. Ekonomik ya da siyasi olarak başarı gösterememiş ülkelerin tesellisi olmuş adeta.

Herkesin ortak dili olmuş; mesela, Başbakan ile sokaktaki dilenci, bir gece önce oynanan Turkcell Süper Ligi maçı ile ilgili çok rahat bir şekilde uzun uzun sohbet edebilir. Ya da tribünleri düşünün, aynı sıralarda bir banka müdürünü de görebilirsiniz, asgari ücretle 3 çocuğa bakmaya çalışan bir tornacıyı da. Yani futbol, sosyal sınıf, ekonomik gelir, renk, ırk, din, politik bakış falan dinlemez; gönül işidir, kim olursanız olun, sevdiğiniz renklerin peşinden koşarsınız, düşünmeksizin..

Bu öyle bir çekimdir ki, 6 gün boyunca 4 duvar arasında bir bilgisayar başında çalışan adamı, tek boş gününde, ailesi, sevgilisi, arkadaşları ile gezmek yerine, 25 bin adamla zıplamaya yöneltir. Ya da öğrenim kredisini alan üniversite öğrencisine tüm parasıyla forma ve bilet aldırır, tüm ayı aç geçirmeyi göze alarak hem de..

Peki neden ? Nedir bu büyünün sırrı ? Bazılarının da dediği gibi, ‘alt tarafı 22 adamın bir topun peşinden koşması ‘ değil midir en basitinden bakıldığında ? Neden koskoca Eduardo Galeano bile kitabında; “ Ben bir futbol dilencisiyim, elimde şapkam, güzel futbol dilenirim.. “ diyerek ve “ Gölgede ve Güneşte Futbol “ kitabını yazarak futbola aşkını dile getirmiş, adeta futbolun şiirini yazmıştır ? Simon Kuper, neden Financial Times’da sadece ekonomi yazabilecekken, daha gencecik yaşında, beş parasız yollara düşerek, ‘ Futbol Asla Sadece Futbol Değildir ‘ kitabını yazmaya koyulmuştur ? Nedir bu motivasyonun kaynağı ?

İşte bu blog, futbolu güzelleştiren her öğeyi, okurlarının gözlerinin önüne sermek için oluşturulmuştur. Yeri gelecek, Afrika’nın yaşlanmayan kralı Roger Milla ele alınacak, yeri gelecek amatör kümeden bir efsane. Bir başka gün, David Beckham’ın futbolcu yönü konu edilecek, başka bir gün de Nelson Mandela’nın futbol aşkı..

Futbol aşkınızın hiç bitmemesi, Bandiera’lar sayesinde endüstriyelleşen futbolun etkisinin azaltması dileğiyle …

* 'En Büyük Oyun', Yorkshire Televizyonu'nun 90'larda yayınladığı, futbol ile ilgili olan ve çok izlenen bir Tv dizisinin adıdır.

20 Nisan 2010 Salı

BANDIERA'S'a Başlarken...

Bandiera, yani bayrak adam. Niçin İtalyanca bir isim seçtik bu bloga bilmiyorum. Bu adamlara bizden çok daha fazla değer verdikleri, onlara vefa gösterdikleri için olabilir. Dedim ya daha önemli görüyorlar gibi geldi, daha etkili. Önemli insanlar çünkü bu adamlar. Nesilleri hızla tükeniyor şu günlerde.

Kimdir bayrak adam? Kulübüyle özdeşleşmiş, adeta simgesi olmuş futbolcudur. Takımın emektar oyuncusu mu? En klâs oyuncusu mu? Taraftarın en sevdiği adam mı? Kaptan mı? En çok golü atan mı? Altyapıdan yetişmiş, 15 yıldır tesislerden çıkmayan mı? Yerli mi yabancı mı? Hepsi ya da hiçbiri..

Sahada yüreğiyle oynayan, son düdük çalmadan mücadeleyi asla bırakmayan, taraftarının en güvendiği oyuncu, takımın lideri..

Bir bayrak adam takımını asla yüzüstü bırakıp gitmez. Gün gelir kadro dışı kalır, ama yine de takımına bağlıdır. Derler ya, "renklere âşıktır, paraya değil".

Bir oyuncunun bayrak adam olabilmesi için ilk şart onu aklınıza getirdiğinizde gözünüzün önüne oyuncuyla takımının aynı anda gelmesi, oyuncunun takımının formasıyla birlikte gözünüzün önüne gelmesidir. Mesela 6 Ocak 2005'te oynanan Lazio - Roma maçında Roma taraftarları Laziolu Di Canio'ya bu şartla ilgili güzel bir gönderme yapmışlardır. Açtıkları pankartta " di canio: milan, ternana, sheffield, west ham, celtic, napoli, charlton; bu mu sizin bayrak adamınız? " yazıyordur.



Di Canio işte bu yüzden Lazio'nun bayrak adamı değildir, hiçbir zaman da olamaz. Peki, kimler bayrak adamdır? Hem yurtiçinde, hem yurtdışında örneklerine rastladığımız bu güzel insanlar adlarını kulüplerinin tarihine ve taraftarlarının kalbine altın harflerle yazdırırken biz de saygıyla analım...

Paolo Maldini - AC Milan (1984 - 2009)

Milan'ın efsanevi kaptanı. 1978'de henüz 10 yaşındayken Milan altyapısında başlayan kariyeri sayısız rekor ve başarılarla sürmektedir. Kırmızı-siyahlı formayla ilk maçına henüz 16 yaşındayken çıkmıştı (20.1.1985 Udinese - Milan) ve bugün bu formayı 600'den fazla kez giyerek hem kulüp tarihinin hem Serie A tarihinin en çok forma giyen oyuncusu konumunda. Bununla birlikte İtalya milli takımını da 2002'de milli formaya veda etmesine rağmen 126 defayla en çok giyen oyuncudur.

Babası Cesare Maldini de Milan forması giymiştir, oğlu Christian Maldini de giyecektir (çoktan Milan ile sözleşme imzaladı bile) 3 numaralı efsane forması kendisinden sonra müzeye kaldırılacak, ta ki oğlu Christian Maldini Milan formasıyla profesyonel olarak tanışıncaya dek. Bir evlat için yaşanabilecek en büyük gururlardan biri olsa gerek.

Milan taraftarı için Paolo Maldini'nin adı kulüple özdeşleşmiştir, adeta taparcasına severler kaptanlarını.
İstanbul'da oynanan 2005 Şampiyonlar Ligi finalinde Liverpool ağlarını maçın henüz 50. saniyesinde havalandırarak ligin "en erken atılan golü" ne imza atmıştır. Bir savunma oyuncusu için ilginç bir unvandır tabi bu. Bir de ilginç bir anekdot: Ülkemize de birçok kez gelen Maldini, Galatasaray ile Ali Sami Yen'de yaptıkları maç öncesi taraftarlara olan hayranlığını şöyle bir şaşkınlık cümlesiyle dile getirmiştir: "Beni burada sadece 25000 kişi olduğuna asla inandıramazsınız."

Alessandro Del Piero - Juventus ( 1993 - .... )

Paolo Maldini'nin aksine Del Piero Juve altyapısında yetişmemiş, genç yaşta Padova'dan transfer edilmiştir. Marcelo Lippi, henüz takımda 2.senesini geçiren Alessandro'yu dönemin en büyük yıldızlarından Roberto Baggio'yu kesmeyi göze alarak ilk 11'e almış ve dünya futbolu onun müthiş yükselişini izlemiştir. Bu dönemde takımını sırtlamış, 96/97 ve 97/98 sezonlarında kazanılan lig şampiyonluklarında ve oynanılan Şampiyonlar Ligi finallerinde başrolü oynamıştır. 90’ların sonlarına gelindiğinde yakasını bir türlü bırakmayan sakatlıklar kariyerini sekteye uğratsa da ilerleyen zamanlarda adeta yeniden doğmuştur.

2005/06 sezonunu şampiyon tamamlayan Juventus, şike yaptığı için 2.lige düşürülünce kadrosundaki yıldızlarının büyük bölümünü başka takımlara kaptırıyordu. Ama kaptan bunlardan olamazdı; büyük bir vefa örneği göstererek takımında kaldı. O sezon (2006/07) Serie B'de gol kralı olarak ( 21 gol) Juve'nin geri dönüşünde önemli bir katkı sağladı. Yetmedi, Serie A'ya yükseldikleri sezon bir kez daha gol kralı olmayı başardı. Burada ilginç bir olayı es geçemeyiz. Bazı oyuncular gol kralı olabilmek için özellikle ligin son haftalarında takım arkadaşlarından yardım görürler. Örneğin normalde takımın penaltıcısı bir başkasıyken, krallıkta iddialı olan oyuncu son haftalarda sayısını arttırmak için vuruşları kullanır. Fakat Del Piero asla böyle bir oyuncu değildir. 2007/08 sezonunda son hafta Marco Borriello (Genoa), David Trezeguet (Juventus) ve Alessandro 19'ar golle girmişlerdi. Del Piero, son hafta maçında Sampdoria deplasmanında önce takımının ilk golünü attı. Sonrasında kazanılan penaltıyı takım arkadaşı David Trezeguet'e bıraktı ve goller eşitlendi. Daha sonra kendisi bir gol daha atarak gol sayısını 21'e yükseltti. Marco Borriello da Atalanta deplasmanında gol atamayınca krallığı kazandı.



İşte böylesine asil bir duygunun insanıdır. Son derece karizmatiktir. Sağ ve sol ayaklarının ikisini de kullanabilir, frikik ustasıdır. Lakabı "pinturicchio" dur İtalyan büyücüsünün. Ceza sahasına soldan girerken, sağ ayak içiyle uzak kale direğine doğru yaptığı kesme vuruşlar imzasıdır. Bu vuruşları yaptığı bölgenin adı da "Del Piero zone" olarak bilinir.

Juve'nin efsanevi 10 numarası, Fifa98 'de favori adamımdı. Bugün yıl olmuş 2010 ve PES2010'da hala favori adamım değişmedi. O baş belası sakatlıklarından kurtulup yıllara meydan okuyarak bizlere yaşattığın futbol ziyafeti için teşekkürler kaptan.

Bülent Korkmaz - Galatasaray (1984- 2005)

17 Mayıs 2000 tarihinde, Kopenhag’da Galatasaray-Arsenal UEFA Kupası finalinde omzunun çıkmasına rağmen tek kolla maçı tamamlaması, Galatasaray kariyerinin bir özetidir adeta Bülent Korkmaz’ın. “Ölsem bile hiç umurumda değildi. Futbol hayatımın "Rüya maçında" bu rüyadan kimse beni uyandıramazdı” diye özetleyecekti sonradan o anları. Asıl adı Cesur’dur. Ama göbek adı olan Bülent ile anılır hep. Tabii sadece bu değildir taraftarın onu “Cesur Yürek” diye çağırmasının nedeni. Bülent sahaya her çıktığında adeta yüreğini ortaya koyar, 90 dakika savaşırdı. 21 yıllık Galatasaray kariyerinde belki bazı maçlardan sonra “Bülent bugün çok iyi oynamadı” denilebilir, ama asla “mücadele etmedi” denilemezdi.

Kariyerinde 29 kupa bulunan Bülent, 102 defa da A milli takım forması giymiştir. 101 kez ile en çok Avrupa Kupası maçı oynayan Türk oyuncusudur. Ayrıca Galatasaray tarihinin Süper Lig’de en fazla forma giyen oyuncusudur: 630 kez.

Rakamlar onun kariyerinde bir detaydır aslında. UEFA Kupası’nın alındığı sezon, final maçında yalnızca 8 ay önce kadro dışı bırakılmıştır. Ama o, birçok taliplisine rağmen ayrılamaz gönül verdiği renklerden. Yılmaz, sessizce tek başına çalışmasını sürdürür. Ve finalde mükâfatını alır, sahaya en önde, kaptan olarak çıkar “Büyük Kaptan”.

Taraftarın "3 numaralı formasının bir gün müzeye kaldırılması" fikrine ise suskun kalmayı tercih eder. "Benim için Galatasaray’ın zaferleri önemli" der sadece. Kazanılan hiçbir kupayı tek başına kaldırmadı Bülent Korkmaz. "Bütün takım aynı anda kaldırabilsek... Yeter ki kazanalım" diye açıklar ortak zaferlerin en keyifli dakikalarını...

Tahir Karapınar - Altay (1991- 2003)

Futbolun sadece yetenek olmadığını 12 yıl boyunca aralıksız formasını giydiği Altay’da herkese göstermiştir Tahir Karapınar. Her pazar gidilen pikniklerde mikrofonlar ne zaman İzmir’e uzansa sol kanatta bindirip arka direğe kesiyordur ortasını. Tam 241 defa giyerken o formayı, 16 gol kaydedecekti Süper Lig’de.

Tahir disipliniyle, liderliğiyle, istikrarıyla, forma aşkıyla elbette Altay tarihinde yerini alacaktı, ama onu asıl “unutulmaz kaptan” yapan olayı anlatmadan geçemeyeceğim. 2002 yılında Altay tarihinin en kötü dönemlerinden birini geçiriyordu. Maddi sorunlar bir türlü aşılamıyor, bir türlü toplanamayan genel kurul yeni yönetimi seçemiyordu. İzmir’in asırlık çınarı adeta sahipsiz, ortada kalmıştı. Kongre günü gelip çattığında ise aday çıkmayınca gelenlerden göstermelik bir yönetim oluşturuldu ve kulüp kapanmaktan son anda kurtuldu. Aynı esnada kulübün teknik direktörü ve yardımcı antrenörü yoktu. Masörü yoktu. Maaşlarını alamayan çalışanlar kulübü terk etmişti.

İşte Tahir o gün ortaya çıktı ve sorumluluğu üstlendi. Tek tek arkadaşlarını arayarak topladı. Ki zaten koskoca Altay’da sadece 13 oyuncu kalmıştı. Diğerleri haklı olarak para kazanabilecekleri kulüpleri tercih etmişlerdi. Tahir’in önderliğinde kamp yapmaya, yaklaşan yeni sezona hazırlanmaya karar verdiler. Arkadaşlarını cesaretlendirdi kaptan, mücadele etmek zorunda olduklarına inandırdı onları. Fakat maddi olanakları son derece kısıtlıydı. Teknik direktörsüz, masörsüz, top toplayıcısız, yöneticisiz, 11'e 11 maç bile yapamayacak sayılarıyla kamp yapacaklardı. Rakipleri yurt dışında ve yurt içinde en iyi tesislerde hazırlanırken, onlar ancak Ödemiş’te bir pansiyon bulabildiler. Tahir’in süt ve süt mamulleri satan dükkânından getirilen kahvaltılıklarıyla, bir yerlerden buldukları çalışma programıyla, tek başlarına antrenman yaptılar. Tüm gelirlerine temlik konulan Altay’dan metelik alamadılar. Hatta lisanslarını alabilmeleri için federasyona yatırılması gereken parayı bile zar zor kendileri ödediler.

Beklenen olacak, Altay sezon sonunda küme düşecekti. Ama Tahir, çoktan futbolseverlerin ve Altaylıların gözünde unutulmazlar arsındaki yerini almıştı.



***

İşte, endüstriyel futbolun yükselen trend olduğu şu günlerde, karşı duruşumuzu, bu güzel adamların futbola bakışlarıyla özdeşleştirmek istiyoruz elimizden geldiğince, kalemimiz yettiğince. Futbolu, sadece kazanmaktan ibaret görmeyen, onun ruhunu anlayabilmiş, meşin yuvarlağa hangi renklerin penceresinden bakarsa baksın, karşısındakine saygısını kaybetmeyen herkese adıyoruz bloğumuzu.