24 Eylül 2013 Salı

Fatih Terim'le Yolların Ayrılması Üzerine..

Bilmiyorum bugüne kadar ne sıklıkta burayı takip ettiniz, ne kadar okudunuz. Genel olarak 'gazete' jargonunda yazmaya çalıştık, cahil cesaretiyle. Bu akşam, şahsen ben, bunu yapamayacağım..

 Fatih Terim'in takımdan gönderilmesinde emeği geçen herkesin Allah belasını versin..



24 Ağustos 2013 Cumartesi

İnce Memed, Topal Ali ve Fatih Terim..

 Yaşar Kemal'in ölümsüz eseri 'İnce Memed'in önemli karakterlerinden biridir Topal Ali. Kendisi iz sürme konusunda inanılmaz yeteneklidir ve biri kendisinden iz sürmesini isterse bunu bir meydan okuma olarak görüp hemen yollara düşer. Bir gün, doğru bulmasa bile, İnce Memed'in izini sürmek zorunda kalır, çünkü konu iz sürmek oldu mu, ne karakteri onu durdurabilir, ne doğruları ne de başka bir şey..

 Ülkemizde geçen haftanın en önemli spor olayı, Fatih Terim'in üçüncü kez Milli Takım'ın başına geçmesi oldu. Daha önemlisi, Terim bu görevi kabul ederken asli görevi olan Galatasaray teknik direktörlüğü görevini de bırakmadı.

 Terim'in ne kadar milliyetçi, ne kadar bu ülke insanına inanan biri olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak geçen yıl ceza aldığı maçların akabininde, TFF ile ilgili yaptığı sert açıklamalardan sonra, kendisini o kurumun başındaki kişinin yanında imza atarken görmek benim içimi acıttı..


 Terim, geçen yılki olaylı Ordu maçından sonra yaptığı açıklamalarda, kendisinin sadece adaletin olduğu yerde var olabileceğini, hakem seminerlerinde kendi için özel sunumlar yapıldığını açıkladıktan sonra TFF bünyesinde görev alması gerçekten benim açımdan çok üzücü. Kendisi milli görevden kaçmadığını cümle aleme göstermek istedi pek tabi, açıkçası aldığı görev de çok riskli değil. Hali hazırda kimsenin şampiyonaya gitme gibi bir beklentisi yok. Ancak olur da Terim bu konuda da başarılı olursa, kendi efsanesinin daha da pekişeceğinin farkında.

 Kariyer açısından elin gavurunun 'challenge' dediği 'meydan okuma'lara hiç doymayan biri Fatih Terim. Hep kazanmak isteyen, kazanılma ihtimali olan her şeyi süpürmek isteyen bir spor adamı. Topal Ali'nin iz sürme konusundaki zafiyetinin bir benzeri de Fatih Terim'de var. Mevzu 'meydan okuma' olduğunda, şartlar çok inandığı gibi olmasa da, o 'challenge'ı kabul etmeden duramıyor imparator.

 Umarım bu hamle, Terim'in Galatasaray'da en ufak bir hatasını gözleyen dahili ve harici düşmanlarına herhangi bir malzeme vermez..

14 Haziran 2013 Cuma

Hayallerdeki Ülke: Taksim Gezi Parkı

1 Mayıs 2013.. Hükümet ve yerel yönetim 1 Mayıs kutlamaları için Taksim'i kapatmış, bölgeye girmek isteyenlere polisin inanılmaz şiddetli bir müdahalesi var. İşe gitmek için evden çıkmamla geri girmem bir oldu. Taksim'e yürüme mesafesiyle 15 dakika uzaklıkta olmama rağmen inanılmaz bir gaz kokusu vardı dışarıda. Daha bir hafta önce aynı gazı Gaziantep'de farklı sebeplerden daha ciddi şekilde yemiştim, tadını ve şiddetini bildiğimden geri döndüm. Sonra kanser hastası olan kedime, Mojo'ya mama vermek için balkona çıktım. Girdiğimde gördüğüm manzara karşısında donakaldım. Mojo'nun gözleri görmüyor, ön patileri tutmuyordu. Hastalıktan dolayı bunu bekliyorduk, ama böyle 'pat' diye karşımda görmek beni etkilemişti. Hemen Mojo'yu kutusuna koyup veterinere götürmek istedim. Sonra dışarı baktım, savaş alanı gibiydi. Veteriner zaten kapalıydı olaylardan dolayı. Çaresiz oturdum Mojo'nun yanına. İnliyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Çünkü dışarıda polis terörü vardı. Çünkü dışarıda gaz vardı, cop vardı, şiddet vardı. Mojo'ya tabi ki üzülüyordum ama aynı durumu Mojo ile değil de bir yakınımla yaşadığımı düşündüm bir an. Lanet ettim her şeye..

**


 Emek Sineması gösterileri, Antep deplasmanı, 1 Mayıs ve en son Gezi Parkı.. O kadar üst üste geldi ki.. Ben sadece ben öfkeleniyorum zannediyordum. 31 Mayıs günü bu hislerle Gezi'ye gitmiştim, bir gece öncesinde de saat gece 12'ye kadar oradaydım. Harika bir topluluk vardı orada. Şarkılar söyleniyor, kitaplar okunuyordu. Belki de saatte sadece 2-3 kez hükümet ve başbakan aleyhine slogan atılıyordu. Fakat sabaha karşı gelen 'şafak baskını' ile canıma tak etmişti. Dediğim gibi, bir benim canıma tak etti zannetmiştim, halbuki çoğu insan benimle aynı şeyi hissediyorumuş.

 31 Mayıs'dan bugüne çok şey yaşandı. Bir kez Park'dan gazla çıkartılıp bir gün içinde geri döndük. O arada yaşananları bu yazımda anlatmayacağım. Çünkü hala çok öfkeliyim ve kötü şeyler yazmak istemiyorum. Yazmak istediklerim bana umut veren şeyler..

 An itibariyle Gezi Parkı hayallerimdeki ülke. Başkanı yok, bakanı yok, herkes birbirine saygılı.. Müzik bedava, su bedava, dans bedava, yemek bedava.. Çöpleri toplayanlar, birbirlerine pansuman yapanlar, bostan kuranlar, ağaç dikenler.. Dediğim gibi, rüyalarımın ülkesi Gezi Parkı, her şeyiyle..

 Gezi Parkı bizi daha iyi insanlar yaptı, bu kesin. Artık daha çok insana yol veriyorum mesela, daha çok gülümsüyorum, insanların çöpünü sorgusuz sualsiz topluyorum. Gazdan boğulmak üzere olan kıza maske veriyorum, elini tutup arbadeden çıkıyorum, biri beni doğru sokağa yönlendiriyor, her allahın günü ağzına kadar dolu bir çantayla insanlara yardım ediyorum. Gezi beni ehlileştiriyor, olgunlaştırıyor, büyütüyor, iyileştiriyor, iyi biri yapıyor.. Tam da bu yüzden her gün gitmek istiyorum oraya, tribündeki 'aidiyet' duygusunun üç adım önünü hissediyorum orada..


***


Mojo'yu 2 Mayıs günü uyutmak zorunda kaldık. Evet hastaydı ama 1 Mayıs günü başımızdakiler 1 Mayıs olaylarını, o krizi daha iyi yönetebilselerdi, ortalığı savaş alanına çevirmeselerdi belki doğru zamanda Mojo'ya müdahale edilecekti ve Mojo o gün ölmeyecek, biraz daha yaşayacaktı. Sadece kediniz değil, kardeşinize, annenize, babanıza, sevgilinize, eşinize doğru zamanda doğru müdahale edilebilsin diye, 3 aptal idarecinin inadı yüzünden yaşama hakkımız elimizden alınmasın diye, bizi yok saymasınlar diye, sesini çıkartabil diye, polisini hizaya dizip rencide edemesinler diye, avukatları Adliye'nin içinde darp edemesinler diye, içtiğin için seni alkolik ilan etmesinler diye, sokağa çıktın diye seni bindirilmiş kıtalar ilan etmesinler diye, bu ülke daha yaşanır bir yer olsun diye Gezi Hareketi'ni bir yerinden destekleyin! Rüyalardaki ülkeyi, belki de son günlerinde görmeden ölme, bir daha görme şansın olmayabilir çünkü..

10 Haziran 2013 Pazartesi

Bir Tribün Hikayesi: UltrAslan


Yazının başında, tüm lise hayatının hayran hayran tvden Galatasaray tribünlerini izlemiş/dinlemiş biri olduğumu, ultraslanın en büyük destekçilerinden biri olarak üniversitede salt İstanbul'u tercih ettiğimi belirtmeliyim. Denizli'de, İzmir'de aralarında bulunmuş, onlarla birlikte bağırmıştım. İstanbul'a gelmeyi, en çok bir ultraslan olabilmek için bekliyordum, hatta gelir gelmez ultraslan polarımı aldım, hala durur evimde.

Ultraslan'ı en iyi nereden okuyabiliriz? Sanırım en başa gidebiliriz. Her devrin adamı olduklarının ilk kıvılcımları, o gün kapalıda çakacak, o gün orada olanlar tarafından sonraları anlatılacaktı. Fatih Akyel, Galatasaray'ın altyapısından çıkmış, UEFA Kupası'nı alan kadronun bir ferdi olmuş, taraftarın sevdiği güvendiği bir oyuncuyken hayallerini gerçekleştirmek üzere İspanya'nın Mallorca takımına transfer olmuştu. Fakat işler gurbette iyi gitmemiş, Fatih ülkeye geri dönme kararı almıştı. Camianın evladının adresi belliydi bizlere göre ama o, herkesi şoke etmiş, karşı kıyıyı, Fenerbahçe'yi seçmişti. Üstelik Fatih'in aileden Galatasaraylı olduğu, kardeşinin Galatasaray tribünlerinin tanınan, sevilen simalarından biri olduğu biliniyordu. Gitmeden önceki Kadıköy deplasmanlarından birinin sonrasında "Bir dahaki maçta helikopter tutup bok döktüreceğim bu ..........larının üstüne" dediği bilinirken, Fenerbahçe'ye gitmişti. Üstelik Mehmet Topal gibi efendi efendi topuna bakmamış, döndükten sonraki ilk derbide, sahada Galatasaray Ali Aydın tarafından doğranırken Fatih eski kaptanı Bülent Korkmaz'a sahada saldırmış, Fener taraftarının gözüne böyle bir şovla girmek istemişti. Bu şiddette bir ezeli rekabette bunları yapan oyuncuya elbette eski takımının tüm kapıları kapanır. Fakat enteresan gelişmeler oldu o dönem. Yönetici Ergun Gürsoy Fatih'i almak istediklerini açıklayınca, derdi Galatasaraylılıktan başka birşey olmayanlar tribünlerde buna tepki gösterdi. Ultraslan da bu tepki gösteren gruba. Tek farkı, ultraslanın tribündeki saldırısının temelinde salt Fatih sevgisinin yatmamasıydı. Benim gözümde,"Yönetimin adamı" yaftası, sonraları hiç silinmeyecek şekilde yapıştı üstlerine bu olaydan sonra.

Bunlar dinlediğimiz hikayelerdi. Sonra yaşadıklarımız, gözlerimizle gördüklerimiz geldi. Her platformda, yönetime tepki olarak Kayseri'ye otobüs kaldırdığını duyurup, Kayseri'de otobüs parasını yönetici Ali Gürsoy'dan isteyip (2005-06 Erciyes deplasmanı), yönetim aleyhinde kimseyi konuşturmadıklarında belki de bitirmeliydim aralarında olma isteğimi. Ya da anlata anlata bitiremedikleri o deplasman otobüslerinde beni uyuyor sanıp boynumaki atkıyı çalmaya kalkan ultrayla karşılaştığımda, münferit deyip geçmemeliydim, yanılmışım.

Sezonun en kritik derbisinde, Sami Yen'de Fener'i yensek şampiyonluğa yürüyeceğimiz bir ortamda, 60.dakikada yeni duruma düştüğümüzde (Selçuk Şahin'in Leo Franco'ya attığı gol) staddan çıt çıkmadı son yarım saat. Sebebi ne miydi? İnlemesi, yıkılması, takımının arkasında olması gereken o stadda o gün birçok ilk kez gelen taraftar birbirine "aa bak Arda, bak Servet" diye oyuncuları gösteriyordu. Evet ultraslan yönetimden aldığı onca bileti, onca kombineyi Sami Yen önünde karaborsa, fahiş fiyata satmıştı. Gözlerimle kaç tanesine şahit oldum, kaç tanesi gelip bilet teklif etti o gün maçtan önce bize.

Her yerde "biz olmasak deplasmana gidemezsiniz, biz olmasak Kadıköy'e giremezsiniz" diyen bu grup, Maltepe, Ortaköy, Cevahir, Libadiye Migros, Beyoğlu, Capitol gibi Biletix gişelerinde, (evet hepsini tek tek denedim) defalarca kez geceden sabaha kadar sıra bekleyenleri tehdit ederek en öne geçip, polisin de yardımıyla istediği kadar bileti gözlerimizin önünde almıştır. Kim bilir belki onlar var diye gidemiyoruzdur aslında? Sıranın en önüne "mahalleden" getirdikleri ellerinde onar onbeşer farklı kimlik fotokopisi bulunan (her kimliğe 2 bilet satılıyordu) adamları en öne geçirip, dakikalarca kimseyi sıraya sokmayıp, ardından bilet biter bitmez daha orada taze aldıklarını 3 katı fiyatla bize satmaya kalktıkları, dün gibi gözümün önünde hala.

"Armanın Peşindeyiz" dediler her fırsatta, Galatasaray taraftarı oyuncusunu yuhlamaz, medenice koyar ortaya tepkisini dediler yıllarca...

Petre'ye siktirol git diye dakikalarca bağırdılar.
Arda Turan meselesi. 2 ay içinde önce yeni Metin Oktay'dı, sonra sinemada alem yapmakla suçlandı. Tribüne getirdikleri 14-15 yaşındaki çocuklara, şampiyonluk olamadan geçen 1973 - 1987 arasını kastederek, biz yeri geldi 14 sene bekledik, diye bağırtıp, Arda'yı ruhsuzlukla suçladılar, tribünden izlemek zorunda kaldık.
Konya'da, havaalanında reiscikleri takımın oyuncusu Necati Ateş'i tokatlamaya kalktı, sinirden delirdik.

Atatürk Havaalanında bir Ankara deplasmanı dönüşü Hasan Şaş'ın kafasına cep telefonu attılar, kahrolarak izledik.

Peki bunca zaman biz neden izledik sadece? "Tam bağımsız taraftar oluşumu" ultraslan, sadece kendi bağımsızlığını önemsediği için olabilir mi? Galatasaray tribünlerini bilmeyenler için söylüyorum, o dışardan gıpta ile izlediğiniz Arena içersinde tam bir Türkiye yer alır. Çoğunluk bir gruptur (ultraslan), yüzde 50 bile değildir ama geri kalanlar örgüt olmadığı için yaşamalarına müsade edilmez. Mesela, Arena'da üstünde ultraslan arması olmayan, adı yazmayan bir pankart asamassınız! Dünyanın neresinde vardır bu kural? Emek emek hazırlasanız da sesinizi onların boyunduruğu altına girip onayını almadan duyuramazsınız. Bunu Galatasaray Sözlükteki arkadaşlara sorun, hani şu emek emek hazırlanan, Milan Baros'un sakatlıktan dönüşündeki "Return of the King" pankartı.

http://gss.gs/335294
http://gss.gs/335707

Gelelim Seyrantepe meselesine. Galatasaray aşkı ve Galatasaraylılık ile sürekli atıp tutan grubumuz, rahmetli başkanlarına, hem de kendi stadlarında galiz sözcüklerle hakaret etmekten çekinmeyen TOKİ başkanına tepki gösteren Galatasaraylıları susturmaya kalkmışlardır. Başbakana medenice tepkisini koyan tribünlere müdahale etmeye kalkmışlardır. Ha Özhan Canaydın vefat ettiğinde de tribünde ona olan sevgi saygılarını göstermek için dev bir pankart da açmışlardı. Tutarlılık ve omurga, ultraslan sözlüğünde yer almayan sözcüklerdir, doğruları tektir.

Geçtim bunları, başka tribünden başlatılan tezahurata bile katılmadıklarına, Arena sakinleri defalarca kez şahit olmuştur. Tam bir hükümet kafasıdır onlardaki. Çıkar gelen yere ihanet etmezler. Söylemleri ile eylemleri asla birbirini tutmaz. Kendinden olmayanların Galatasaray'a faydasına bile saygı duymazlar. Onlar için tek doğru, kendilerininkidir.

Bunlar benim aklıma gelenler. Hayatını Galatasaray'a adamış binlerce taraftar bu grubun iç yüzünü biliyor. Galatasaray baharının yaşanacağı günü bekliyor. Galatasaray tribünün çok acil alternatif bir oluşuma, hatta birden fazla oluşuma ihtiyacı vardır.

Tüm bunların ışığında, geliyoruz son 10 güne. Tarih 31 Mayıs 2013, Taksim direnişi başlamış, insanlar meydana akın etmekte. Ultraslan da diğer tribün grupları gibi sessiz kalamamış ve twitter'dan da, desteğini veriyor: "Gezi Parkı Dayan Orada #ultrAslan!" https://twitter.com/ultrAslancom/status/340569005423202305


Dedik ya, direnişin tam ortasında konumlanmış bazı sözcükler bu grubun sözlüğüne uğramamıştır diye, ardından 1 Haziranda önce azalsa da süren bir destek, sonra Banvit maçları, ardından da ultraslanın olaylara herhangi bir şekilde müdahil olmayacağı açıklaması. O zaman baştan neden umut verildi Gezi Parkı'na? Ne değişti aradan geçen zamanda? Kimler, ultraslan'a ne görüş bildirdi bu geçen sürede?

Sadece yeşili koruyacağız demişler en başta, onu bile yapmadılar. Yumdular gözlerini. Beyoğlu Galatasaray'ındı, en azından biz öyle bilirdik.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Alkış Goygoyu

 12 Mayıs'da oynanacak Fenerbahçe - Galatasaray maçı'nın kağıt üzerinde bir önemi kalmayınca yüce Türk Basını olarak gündeme getirdiğimiz yeni bir mevzumuz oldu, acaba Fenerbahçeliler, Galatasaraylı futbolcuları alkışlayacaklar mı?

 Birkaç soru-cevap üzerinden biz de konuya müdahil olalım;


- Diyelim ki Galatasaray bu hafta Kadıköy deplasmanı yerine Akhisar deplasmanına gidiyor, Akhisar taraftarlarından ve futbolcularından Galatasaraylıları alkışlaması beklenir miydi? Yada Akhisarlıların alkışlamaması toplum tarafından garip karşılanır mıydı? Bu durum neden Fenerbahçelilerden bekleniyor ki? Bir Anadolu takımının bile şampiyonu alkışlaması beklenmezken neden ezeli rakipten alkış beklenir, anlamış değilim..

- Bu alkış olayı üzerinden spordaki olgunluğumuzun seviyesinden şikayet eder durumdayız şu aralar. Daha rakip takımın stadına taraftar gönderemeyen takımlarımız varken, biz hangi alkıştan bahsediyoruz acaba? Deplasman yollarında biber gazıyla terbiye (!) edilen bir ecdadın çocuklarıyız ve sportmenliğimizden dem vuruyoruz, gömün beni bu ironinin dibine!

- Bir kereliğine İngiltere'de olmuş bir olay üzerinden neden bu noktaya bu kadar takıldık, onu anlamış değilim. Bizim coğrafyamıza, kültürümüze yakın ülkelerin hangisinde bu tarz olaylar görülmüş, ben çok merak ediyorum. İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerin hangisinde bu alkış olayı görülmüş? Figo'ya atılan domuz kafasını, sahaya inen AEK taraftarlarını, Luz Stadı'nda ateşe verilen pankartları, meşale isabet eden kaleci Dida'yı ben çok net hatırlıyorum. Bu yazdıklarım üzerine bu olayları desteklediğim anlaşılmasın lütfen, anlatmaya çalıştığım, bize benzer ülkelerde de bu tarz emsallere rastlayamazsınız. Günümüz futbol coğrafyası ne yazık ki bu tarz hareketleri kaldıracak olgunlukta değil.

 Tüm bu noktalar, bu alkış beklentisinin aslında ne kadar saçma bir beklenti olduğunu çok net gösteriyor. Bizim tek beklentimiz güzel futbol olmalı, gerisini hep beraber bekleyip göreceğiz..


Saygı Notu: Bu olgunlukta biri vardı aramızda, başkanlığını yaptığı takımın sahada ezeli rakibinden yediği 6. golü alkışladı, başta Galatasaray taraftarları olmak üzere herkes kendisini deliler gibi eleştirdi.. Ruhu şad olsun..

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Rüya Gibi

 2012-2013 sezonu Galatasaray için adeta rüya gibi geçti. 30 hafta zirvede kalıp 2 hafta kala şampiyonluğu ilan etmek, Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynamak ve çeyrek finalde Real Madrid'i 3-2 yenmek bir sezon içersinde yaşanabilecek 'fazla' güzel şeylerdi..


 Sezon özetini şu zafer sarhoşluğunu atlattıktan sonra yaparız. Ancak unutulmaması gereken şey şu; önümüzdeki hafta prestij için de olsa bir derbi oynanacak. Yıllardır Saraçoğlu'nda galibiyete hasret bir takım var, hem de şampiyon apoleti ile karşı yakaya gidiyor bu takım. Amerikan filmlerinde dillere pelesenk olmuş bir replik vardır. Polis eskisi abilerimizi son bir operasyona ikna etmek için kullanılır bu düstur genelde: 'Son bir iş, sonra çiçekler içinde bir ev dostum!'

Eminim ki Terim de hafta boyunca öğrencilerine bunu anlatacak:  son bir iş, sonra huzurlu bir tatil..

19. şampiyonluğumuz herkese hayırlı olsun!

30 Nisan 2013 Salı

Bir Türk Saldırı Silahı Olarak Biber Gazı

28 Nisan 2013 sabahı bandierasblog yazarları artı bir olarak sabahın çok erken saatlerinde yola çıktık. Önce Adana'ya uçakla gidip oradan da araçla Antep'e geçtik. Maç önünde ufak da (!) olsa bir badere atlatmış olsak da bu olay haricinde her şey yolunda gidiyordu, ta ki 17:00 sularında stat girişine doğru yönelene kadar..

 Kamil Ocak Stadı'nın misafir takım taraftarı için ayırdığı bölümün 2 girişi var. 1. girişteki sıra ilk bakışta normal göründüğü için önce o sıraya geçtik. Daha sonradan biletlerimizin 2. girişten olduğunu farkedince normal prosedüre uyup 2. girişe doğru geçtik. Bu giriş tam olarak ana baba günü gibiydi, hiç  kimse herhangi bir sırada beklemiyor, herkes kapıya doğru yönelmiş bekliyordu. Kapılarda ise enteresan bir bekleyiş vardı, hiçkimse içeri alınmıyordu.


 Bir saat bekleyişten sonra birden turnikelerin bozulduğu ve kapıların kapatıldığı haberi geldi bize. Bu geçen bir saat içerisinde doğal olarak bir adım dahi öne gidememiştik; kapıdan herhangi bir taraftar kabulü yoktu çünkü. Bir süre sonra kalabalığın da artmasıyla izdiham arttı ve polisin ilk biber gazlı müdahalesi geldi. İşin en korkunç tarafı, polis biber gazını insanların gözünün içine içine sıkıyordu. Biber gazı sıkılması dahi rezalet bir durumken bir de insanları kasten yaralamak için kullanıyordu adi silahını polis.

 O noktadan sonra yaklaşık bir buçuk saat boyunca izlemek için parasını verdiği maça girmek için çabalayan insanların biber gazı ve tazyikli kanalizasyon suyu ile imtahanı sürdü. Günler öncesinden resmi yollarla parasını vererek biletini satın aldığımız maça girmek için sadece sırada beklediğim için dört posta biber gazı ve tazyikli kanalizasyon suyu yemiştik kısacası..

 Olayın asıl sebebi ise basında tamamiyle yanlış - yanlı şekilde resmediliyor. Birçok gazetede sadece tribündeki olaylar aktarılırken asıl olaylar dışarıda yaşandı. Tribünde biber gazından etkilenen insanların etkilendiği gaz, stat dışında insanların üzerine sıkılan biber gazıydı. O biber dışarıdakilerin genizine, burnuna falan girdi öncelikle, daha sonraki tahribatı zaten LigTV yayınladı. O görüntülerden bile ilk tahribatın boyutunun ne denli büyük olduğunu anlayabilirsiniz.



 Asıl iğrenç nokta ise bu olayların net bir şekilde Gaziantep Spor Kulübü tarafından planlanmış olduğuydu. Biletleriyle dışarıda en az 2000 kişi kaldı, bu da gösteriyor ki (ayrıca bu bilgi Antep'teki nüfuzlu birçok kişi tarafından dillendirilmiştir.) 5600 kişi kapasiteli Galatasaray tribününe en az on bin bilet basılmış. Beş bin altı yüz kişilik kapasite dolunca da kapılar kapatılmış. Gerisi tamamen hikaye, uydurma..

 Komedinin son perdesi de bugün Gaziantepspor'dan yapılan açıklama oldu. Gaziantepspor, maça giremeyenlerin Celal Doğan Tesisleri'ne biletleriyle gelip bilet ücretini geri alabileceğini duyurdu. Düşünün ki o biletlerin neredeyse tamamı çevre illerden yada İstanbul'dan gelen taraftarlar tarafından alınmış ve siz bu biletlerin iadesini Gaziantep'den yapıyorsunuz. Asıl soru ise, biz biletimizi internet üzerinden biletixten almışken iadeyi neden bir biletix gişesinden yapamıyoruz ? Niyet belli, plan belli..

 Gaziantepspor'u muhteşem şark planlarından dolayı kutluyorum. Gaziantep Polisini de bir Türk saldırı silahı olan biber gazını en etkili biçimde üzerimizde kullandığı için tebrik ediyor, gözlerinden öpüyorum..

20 Nisan 2013 Cumartesi

Galatasaray - Elazığspor Notları

1- Hafta içi oynamak gerçekten zor, hele de Arena gibi saçma konumlu bir stadda. Maça gelen bir çok taraftar Burak Yılmaz'ın golünü ancak evlerine döndüklerinde izleyebildi. İstanbul, iş çıkışı, trafik... Şehrin göbeğinde, binlerce ulaşım yoluyla gidilebilen rahat stadları doldurmak marifet değil bu şehirde.


2- Aslında bu notları tek kelimeyle bitirebilirdim: Drogba.

3- Drogba sanki istese tüm pozisyonlarda rahatça golü bulacakmış gibi de haksızlık olmasın, rakibin hevesi kaçmasın diye atmıyormuş gibi.


4- Hakan Balta'nın şansını defalarca zorlayarak Riera'dan sol bek yaratması gibi, Dany de Gökhan Zan'ı ilk onbire monte etmek için uğraşıyor. Takımdaşlık duygusu yüksek olmalı.

5- Gecenin adamlarından biri de Yekta. Son derece karakterli bir oyuncu. Bu sezon nasıl Gökhan Zan ve Sabri, sürekli yedek kalmalarına rağmen şans bulduklarında takır takır oynadılarsa, dün de Yekta öyle oynadı. Çok akıllıydı ve basit futbolun güzelliğini izletti.

6- Yönetim çıksa kombine alan taraftara "arkadaşlar o kombineler Sneijdersiz, Drogbasız takımaydı, 50 - 100 ne varsa çıkın" dese, şu Drogba'yı izleyen herkes düşünmeden verir.

7- Takım yıldızlarla dolup Hamit'in üzerindeki baskı azalınca, o da rahatladı, onu seven bizler de. Maçın ikinci yarısında tek başına şov yaptı adeta.

8- Sekizinci maddeyi maestroya ayırdım, özel olarak. Bu sezon da en çok "formanın arkasına ismi yazdırılacak oyuncu" Selçuk İnan.

9- Sabri Sarıoğlu öyle yürekten oynuyor, öyle can siperane ki, sırf maç başı alsın diye oyuna girmesini istedik, sanki bizim cebimize giriyor. Helal olsun kaptana.

10 - Elazığspor kadro kalitesi olarak ligin en düşüklerinden, farkları hocalarının iyi olması. Yılmaz Vural kimlik getirdi takıma.

11- Köksal Yedek muazzam bir oyuncu, farkını koydu ortaya. Ligde başaltı takımların hepsinde gözü kapalı oynar.Ayrıca fiziği çok kötü olsa da Serdar Gürler'i de çok beğendim. İlk kez canlı izleyebildik bu oyuncuları. Sakat olmasaydı da Adem Alkaşi'yi de izleyebilseydik.

12- Bilica artık yavaş yavaş Rio'ya uçak bileti bakmaya başlasın. Rıdvancığımın tabiriyle, onu gibi 50 tane adamı birinci ligde bulurum. Bi 20 tane de ikinci ligden çıkar zorlasan. Bireysel hataları maçı yarım saatte bitirdi. Yabancı kontenjanının iyice önem kazandığı şu ligde tutunması bence çok çok zor artık.

13- Ümit Davala 75.dakikada Yekta - Aydın değişikliğiyle 4-3-3'e döndü. Sormak istiyorum kendisine, ne gerek vardı? Burak'ı sola hapsetti. O dakikalarda niye sistem değiştirir ki takır takır oynayan takım? Yerleşim esnasında bir gol yesek, panik dakikaları başlayacak. Ümit Hoca'nın bu sezon bulduğu fırsatları iyi değerlendiremediğini düşünüyorum.

14- Aslında başlı başına ayrı bir yazının konusu da Melo. Felipe Melo ikinci yarı kendini buldu. O Beşiktaş maçındaki tükürük vakası nedeniyle dört maç cezayı almasa çok daha erken gösterecekti bunu. O mevkide o tarz bir oyuncu, dünyada bir elin parmaklarını geçmez. Hem çok iyi bir kesici olacaksın, hem savaşacaksın, hem lider ruhlu olacaksınız, hem de muazzam bir tekniğiniz ve hücum gücünüz olacak. Bu saydıklarımın yarınısı yapan Diarralara milyon eurolar dökülüyor dünya futbolunda. Eksisi, herkesin aklında olan ama dile getirmekten çekindiği o soru, "ya bonservisini aldığımızda yine yatmaya başlarsa?" İş o nedenle, sezon öncesi kampının ilk gününe kadar mutlak suretle bitmeli bu transfer, ya da ön liberoya her gelenin Melo'yla kıyaslanmaya başlayacağı yıllara hazırlanmaya başlayalım.

15- Drogbayla başladık, Drogbayla bitirelim. Resital sundu adeta, çok formda. Kadıköy'de büyük işler yapacak. O maçı bu denli rahat bekliyorsak, sayende büyük reis.

Tanrı Adam

 Feyze Hepçilingirler'in harika kitabı 'Tanrıkadın', Ayşe isminde bir kadının verdiği mücadeleyi anlatır. Romanın bir yerinde şu ifade geçer, '..ama kadının tanrısallığından hiç kuşku duymamıştır toprak. Yalnız toprak değil, denizler de gökler de inanmıştır kadına ve tanrısallığına.."

**

  Geç bulup tez yitirmek istemediğimiz Didier Drogba için de sahada aynı şeyleri hisseden, farklı seviyerlerden birçok futbolcu gördü bu gözler, çok kısa bir süre içerisinde. Rakip kim olursa olsun, Real Madrid, Sanica Boru Elazığspor, Schalke 04, Mersin İdmanyurdu vs. saha içindeki herkes o an bir futbol tanrısına karşı futbol oynadığının farkında, o tanrının adı da Didier Drogba..


 35 yaşına rağmen gösterdiği performans, oyunu ve kendi takımını bir teknik direktör gibi yönlendirmesi, hem rakiplere hem kendi takım arkadaşlarına saygısı ile bu tanrısal role bürünüyor Fildişi'li yıldız, sakatlanan Barral'ı hastanede ziyaret etmesi, yanında yere düşen rakiplerinin tamamına ilk eli uzatan oyuncu olması, gol kaçıran takım arkadaşını teselli eden ilk oyuncu olması vs. Bunların tamamı neredeyse o muhteşem performansından daha önemli o tanrısal rol için.

 Ancak 35 yaşındaki mavi filin performansından da bahsetmenin gerekli olduğunu düşünüyorum ben. Hani A takımın as forvetini bir antreman için dinlendirmeyi düşünerek alt yapı antremanına gönderirsin ya, maçın bazı bölümlerinde Drogba izleyenlere tam olarak o hissi veriyor. Kalecinin degajını göğsünde yumuşatıp arkadaşına servis eden 35 yaşındaki bir adamdan bahsediyoruz şu anda..

 Galatasaray'a transfer sürecinde -ben dahil- birçoklarımızın kafasında soru işareti vardı. Stoper ve sol bekte ciddi bir eksiklik gözükürken, forvet hattında Burak, Umut, Elmander varken ve hatta forvet arkasına Sneijder transferi yapılmışken gerçekten Drogba elzem bir ihtiyaç mıdır diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Dün Elazığ maçını izlerken yanımdaki arkadaşlarımla şunu konuştuk, şu an sahada Drogba yerine dünyanın en iyi sol beki olsa (o ismi siz koyun, mesela ben 25 yaşındaki Roberto Carlos gelsin demiştim.) biz onu mu tercih ederdik yoksa Drogba'yı mı ? Sanırım sorunun cevabını hepimiz biliyoruz..

 Dün geceden başka bir sorum da şu. Önümüzdeki yıl bu zamanları düşünün, Drogba 36 olmuş ancak performansında ciddi bir düşüş yok. Kendisiyle tekrar sözleşme imzalar mısınız ? İmzalarsanız kaç yıllık imzalarsınız ?


Hepçilingirler 'Toprak, denizler ve gökler kadının tanrısallığına inanmıştır' demişti harika romanında. Biz de Didier Drogba'yı her izlediğimizde onun tanrısallığına biraz daha inanıyoruz, aynı sahadakilerin de inandığı gibi..


9 Nisan 2013 Salı

Cimbom Başı Dik Yürür !

 Dünya üzerinde herhangi bir takım, Real Madrid'in karşısına 3-0'lık bir dezavantaj ile çıkıyorsa, o takımın işi neredeyse imkansız demektir; bu tabi ki bir realite. Ancak bizim Galatasaray taraftarı olarak bu gece o statta yada televizyon başında yapmamız gereken şey, bu yıl gayet başarılı giden Şampiyonlar Ligi macerası için takımımıza teşekkür etmektir.


 Buradan hep yazıyorum, okuyorsanız (kaç kişi varsa artık :) sıkılmış bile olabilirsiniz aynı şeyleri okumaktan. Galatasaray'ın en önemli hedefi, sürdürülebilir başarı olmalıdır. Her yıl Şampiyonlar Ligi'nde olmak zorundadır Cimbom, her yol o dönen toplar içerisinden çıkıp bir gruba yerleşmelidir. 3. torbalardan daha iyi bir konuma gelmelidir yavaş yavaş, bir noktadan sonra zaten en tepedeki başarıya ulaşacaktır bu süreci yaşarsa, bu işin doğasında var.

 Bu akşam, netice ne olursa olsun Terim'in takımı geçen yılın başında verdiği sözü tutacak, mağlubiyette bile taraftarını gururlandıracak futbol oynayacak ve herkesin başını dik kılacaktır, şu mısralarda da anlatıldığı gibi..

Yollar uzun dikenli taşlı olsa da
Bastığın yer üzüntülerle dolsa da
Sel, çığ, ateş önünde her ne olsa da
Cimbom başı dik yürür !

7 Nisan 2013 Pazar

Çok Basit Bir Soru

Dünkü maç ile ilgili birçok şey konuşabilir, yazılabilir.. Terim'in verdiği tepkiyi, iki yıldır yaşananları, Galatasaray'ın tüm teknik kadrosunun tribüne gönderilmesini, Dany'nin pozisyonunu vs. sabaha kadar tartışabiliriz..

 Ancak benim dikkat çekmek istediğim nokta çok basit bir kural sorgulaması. Saha içerisindeki kurallar hem futbolcular hem teknik kadro için eşit midir ? Evet. Peki bir futbolcu topu hakemi protesto etmek için yere vuruyorsa bunun cezası nedir ? Sarı kart. Peki dün gece Fatih Terim topu yere vurduktan sonra neden sahadan atıldı ? Madem futbolcu ve teknik ekipten bir kişi için aynı kurallar oynanıyor, hoca neden ihraç edildi dün gece ?

 
 Terim, geçen yılın sonunda yapması gereken konuşmayı dün geceki olaylardan sonra yaptı. Kendisinin en büyük hatası, geçen yılki şampiyonluktan sonra o konuşmadan vazgeçmesi oldu. Kümülatif olarak ilerleyen olaylar sonunda da bir patlama yaşadı hoca. Gemileri yakmış Fatih Terim, son altı haftanın da yeni olaylara gebe olacağı çok net artık..

4 Nisan 2013 Perşembe

Galiptir Bu Yolda Mağlup

Maç bittiğinden beri Terim'in 3-5-2 tercihini düşünüyorum. Futbolla haşır neşir çoğu Galatasaraylı gibi Terim'e taparım. Gerek önceki dönemlerinde yaşattığı gurur ve mutluluklar, gerek bugün yaşattıkları, dibe vurmuş bir takımı getirdiği nokta hayatımın en önemli mutlulukları ve gururları arasındadır.



Bilenler bilir hocanın tarzını, rakamlara takılmaz, felsefe koymaya çalışır ortaya. Fakat rakamlar da futbolun gerçeği, nasıl 4-3-3, 4-4-2 ile değiştiğinde şampiyonluk getirmiş, nasıl 4-4-2, 4-3-1-2'ye evrildiğinde Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finalin kapılarını aralamışsa, dün geceki 3-5-2'i de iyi oynayan, ne yaptığını bilen takımı bir anda değiştirdi. 3-5-2 gibi radikal bir geçişin o esnada değil de maç hazırlığında, alternatif varyasyonlardan biri olarak düşünüldüğü kanısındayım. Gerçi hoca keskin geçişleriyle ünlüdür. Fakat dün geceki sorgulanabilir.

Schalke deplasmanında Farfan-Riera eşleşmesi devşirme sol bek açısından kabus olacak korkusunu pek çoklarımız taşıyorduk. Hele Riera'nın önünde sol kanat rolünde kimse olmadığını görünce bu korkumuz artmıştı. Ama o gün sahada topu rakibine vermeyerek Farfan'a ulaşmasını engelleyen, top yapan bir Galatasaray vardı. Kazanacağına inanmış, cesurca pas yapmaktan çekinmeyen, bol göbek oyuncusuyla çok alternatifli pas düzenine sahip modern bir Galatasaray. İşte dün gece de Barnebau'ya ısındıktan, Realle kafa kafaya oynayabileceğini fark ettikten sonra da bu Galatasaray'ı izlemeye başlamıştık. 30-45 arasını Real'den üstün oynamamızın tek nedeni skorun 2-0'a gelmesiyle açıklanamaz. İkinci yarıda da bu özgüvenin ve pas temposunun artacağını, Di Maria'nın da topla daha az buluşmaya başlayacağını ön görüyorduk ki Terim 3'lü savunmaya dönmeyi tercih etti. 4-3-1-2 sisteminde kanatlarda tek oyuncu olduğundan bu beklerin hücuma
çıkması bir zorunluluk. Tabi ki top kaybı olduğunda az adamla yakalanma da bir risk. İlk yarı boyunca, özellikle ikinci bölgede kaptığı toplarla, Real bunu iyi yaptı. Dikine, hızlı oynarak ileride bıraktığı 4 adamını topla çok buluşturdu. Terim öncelikli planı bunu durdurmaktı. Wesley Sneijder'in oldukça kötü bir gününde olması da bu kararda önemli bir etken olsa gerek. Kadro mühendisliği yapılmayan, devre arasında çehresini önemli ölçüde değiştiren Galatasaray'da bir çok oyuncunun direkt alternatifi yok. Böyle olunca da dün akşamki gibi Sneijder çıktığında ya da savunma oyuncuları yetersiz kaldığında sistem değişikliği gerekebiliyor.

Kanımca hoca biraz daha devam edebilirdi. İkinci yarıda, yıllar sonra ilk kez denenen 3-5-2'de orta saha organizasyonumuz çöktü. Pozisyon bulamamamızın başlıca nedeni bu. İyi oynayan takım, 2-0'lık dezavantaja rağmen her geçen dakika kendi güveni gelmeye başlayan takım Sneijder'e bir süre daha sabredebilirdi.
Daha riskli olsa da, 3-0 ile 4-0 arasında çok da fark göremiyorum. Fakat senin atacağın bir golün daha değerli olduğu sahada hücum devam etmemek negatif bir tercih olarak değerlendirilebilir. 2-0 olmuş bir maçta atıp yemek, pozisyon vermemekten daha evla değil midir?

Bu sezon muazzam bir ger dönüş oldu bizim için. İmparator da Avrupa arenasından oldukça uzak kalmıştı. Pasını attı bu sene. Takım da, her ne kadar bireysel olarak tecrübeli oyunculardan kurulu olsa da, deneyimsiz sayılır hala. Bu seviyede oynanan futbol gerçekten çok başka. Özellikle topsuz oyunda hissediyorsunuz bunu. Braga bile parıltıdan uzak kadrosuyla gösterebildi bunu. Galatasaray da gelişiyor. Her yıl buralarda olmalı. Her yıl gruptan çıkmalı. Bu sezon oynanan 6-7 üst düzey maç bu anlamda çok iyi oldu.

Galiptir bu yolda mağlup.

Son Gibi Gözüken Başlangıç

2012 - 2013 sezonu Şampiyonlar Ligi Çeyrek Final'inde Real Madrid', Galatasaray'la eşleşmeden önceki olası rakiplerine bir göz atarsak,

 Real Madrid - Juventus
 Real Madrid - Barcelona
 Real Madrid - Bayern Münih
 Real Madrid - Malaga
 Real Madrid - Dortmund
 Real Madrid - PSG

 Yukarıdaki eşleşmelerin hangisinde Real Madrid'in rakibi, Madrid'e karşı mutlak favoridir sizce ? Barcelona deseniz, son zamanlardaki Real - Barça eşleşmelerinden yola çıkarak kimin favori olduğunu görebilirsiniz. Bayern deseniz, Real'in ligde havlu atmasının sonucunda oluşan motivasyondan dolayı yine Real'i bir adım önde görmeniz gerekir. Juve, Malaga, Dortmund ve PSG'ye karşı mutlak favorinin Real olduğu da su götürmez bir gerçektir sanırım. İşte bu sebeplerden dünkü maçın doğal favorisi Madrid'di tabi ki, biz ise zoru ümit ettik aslanlardan.

 Benim gibi pollyanna taraftar olmanıza bile gerek yok. 2 yıl önce dibe vurmuş bir Galatasaray'dan bahsederken şu anda Avrupa'nın en büyük liginde son sekiz takımın arasına kalmış bir Galatasaray'dan bahsediyoruz. Hatırlarsınız, 96'dan itibaren Galatasaray bu seviyelere 4-5 senelik bir Şampiyonlar Ligi tecrübesinden sonra gelmişti ekip olarak. O anlata anlata bitiremediğimiz, 2001'deki Real maçı Galatasaray tarihinin en başarılı dönemine denk geliyor dikkat ederseniz.


 Dün maç özelinde de beni gelecek umutlandıran birçok konu vardı. Özellikle ilk yarıda hücumda çok iyi organize olan bir Galatasaray gördük, biraz becerikli ve şanslı olsaydık atacağımız bir golle rakibin dengesini bozabilirdik. İkinci yarıya 3-5-2 denemesiyle başladı Terim. Bu hamleyi ondan başka kimse yapmaya cesaret edemezdi tabi ki, defansif anlamda işe yarar bir sistem olarak gözükse de hücumda ne yazık ki ilk yarıdaki başarımızı ön plana çıkartamadık. Bir de hakemin Real Madrid isminin altında ezildiğini kanıtlarcasına verdiği kararlar eklenince mağlubiyet de kaçınılmaz oldu.

 Dün Madrid'de çatır çatır top oynadı Galatasaray, özellikle de ilk yarıda. 'Abi Ronaldo nasıl ezdi Eboue'yi, Semih'i, adamlar uçuyor resmen !' dediğimiz bir an olduğunu hatırlamıyorum ki tam bu nokta benim en sevindiğim noktadır. Bu seviyelerde tecrübe kazandıkça daha başarılı olacağız, çünkü yetenek olarak rakiple aramızda inanılmaz uçurumlar yok. Kadro derinliğini arttırırsak, örneğin dün kötü oynayan Sneijder'in yerine düşünmeksizin koyabileceğin bir oyuncun olduğu zaman performans daha da artacak.

 Uzun yıllar bu seviyelerde kalmak çok önemli, Şampiyonlar Ligi müziğini her sene Arena'da çınlattığımız sürece, elbet sonunda yarı finaller de göreceğiz, kupayı da kaldıracağız..

 Daha önce aynı liderle, adım adım o seviyelere ulaşmıştık. Şu an aynı lider çok şükür ki yine başımızda ve geçen yıl itibariyle aynı süreç yine başladı, önemli olan şartlar ne olursa olsun aynı yolda kararlılıkla yürümektir...

2 Nisan 2013 Salı

Türk Olmayan Takımları Yenmek

 Çok değil, sadece iki sezon önce bu zamanlar 'kümede kal Galatasaray' tezahuratlarıyla sarı kırmızılı takımın taraftarlarını kızdırmaya çalışan rakipler gördü bu gözler. İki sezon içerisinde devran döndü, kulübün kimyasına en çok uyan insan takımın direksyonuna geçti,  henüz ilk sezonunda takımı şampiyon yaptı, ikinci sezonunda da takımını Avrupa'nın en büyük turnuvasında son sekize soktu. Bunu sadece Terim başarabilirdi, o da gerekeni yaptı..

 Yarınki maçın tekniğinden, taktiğinden falan bahsetmeyeceğim, onu yapması gereken kişiler yapar zaten. Ancak bir haftadır hatta eşleşme belli olduğundan beri uluslararası basının ilgisinin farkındasınızdır umarım. Hadi İspanyol gazeteleri işin içinde Real Madrid var diye sürekli bizden bahsediyor diyelim, fakat Amerika'dan İngiltere'ye, Almanya'da İtalya'ya kadar neredeyse tüm futbol dünyası Galatasaray ile ilgili haberler yapıyor sürekli. Tabi ki bunun sebebi belli, Avrupa'da son sekiz takımdan biri ve en süprizi Galatasaray'dan bahsetmek kadar doğal bir şey yok..


 Tam bu noktada insanın aklına 96-2001 dönemi geliyor. 5 küsür yıl boyunca bu seviyede kalan Galatasaray'ın çehresi tamamiyle değiştirmişti önceki dönemlere göre. Nöşetel sonrasında oynanan yarı final ve sonraki süreç, Galatasaray'ı Avrupa'da en çok tanınan Türk markası haline getirmişti. Sonrasında gelen başarısızlıklar bile Galatasaray'ın Avrupa'daki imajını tamamen silememişti, hala Dünya'nın neresine giderseniz gidin, eğer ki futbolla ilgilenen biriyle karşılaşırsanız, nereli olduğunuzu söyledikten sonra size vereceği ilk tepki 'Galatasaray' olacaktır.

 Yarınki karşılaşma çok önemli. Kişisel olarak Galatasaray'ın uzun zaman sonra Şampiyonlar Ligi'ndeki ilk sezonunda bu noktaya gelmesini zaten çok büyük bir başarı olarak görüyorum. Tabi ki sahaya kazanmak için çıkacağız, Terim takımları için imkansız diye bir şey olmadığını hepimiz biliyoruz. Ancak Terim'in de dediği gibi, netice ne olursa olsun, peşinden koşmamız gereken şey 'sürdürülebilir başarı' olmalı. Uzun yıllar bu platformlarda kalmalıyız, Avrupa'sız geçen sezonumuz olmamalı.

 Kurucumuzun da dediği gibi, ilk hedefimiz 'Türk olmayan takımları yenmek !'

29 Mart 2013 Cuma

Konsantrasyon !

 2012-2013 sezonu başlarken, Galatasaray taraftarının beklentileri genel olarak belliydi aslında. Burak Yılmaz, Hamit Altıntop, Umut Bulut, Nordin Amrabat gibi transferlerden sonra ligde mutlak şampiyonluk parolası ile sezona başlayan sarı kırmızılıların Şampiyonlar Ligi'ndeki hedefi ise gruptan bir üst tura çıkmaktı. Devre arası transferlerine kadar bu başarıyı yakalayan Galatasaray'ın adı Spor Toto Süper Lig'in puan tablosunun da en tepesindeydi. Yani devre arası itibariyle hedeflere üç aşağı beş yukarı ulaşılmıştı.

 Ancak ne olduysa devre arası transfer sezonunda oldu, Galatasaray iki çok önemli transferle kadrosunu güçlendirdi. Bir yıl önce Şampiyonlar Ligi Finali'nde maviler içinde MVP seçilen Didier Drogba ile daha önce bu kupayı Mourinho liderliğinde kazanmış Wesley Sneijder, Galatasaray kadrosuna katıldı. Bu transferlerden sonra Avrupa beklentileri birden bire arttı, Top 16'da eşleşilen Schalke 04 beğenilmedi, Galatasaray'ın vurup geçmesi beklendi.


 Çok şükür ki Galatasaray, Schalke engelini aştı ve çeyrek finale geldi. Çeyrek finaldeki rakip ise Real Madrid oldu. Bence turnuvanın, bu kupaya en çok odaklanmış takımı ile karşılaşacak Galatasaray. Ligden beklentisi olmayan Mourinho'nun giderayak iç mihraklarına gücünü gösterme şansı Şampiyonlar Ligi kupasından geçiyor, bunu hepimiz biliyoruz..

 Hikaye aslında tam olarak da burda başlıyor. Milli maçların bitiminden itibaren herkes Real Madrid-Galatasaray eşleşmesinden, Ronaldo-Burak yarışından, Hamit'in olası golüne sevinip sevinmeyeceğinden, Ünal Aysal'ın CNN'e açıklamalarından bahsediyor..


 Atladığımız en önemli nokta, Cumartesi günü Türk Telekom Arena'da Galatasaray Futbol Takımı'nın çok önemli bir takıma, İstanbul Büyükşehir Belediyespor'a karşı bir maçı var. Ligin boyu kısaldıkça maçların öneminin ne kadar arttığını anladığımızı zannetmiyorum. Şu transferlerden, beklentilerden sonra şampiyonluğun kaçmasının yaratacağı sıkıntıları bir düşünün.. Şu an Real Madrid'e karşı oynama keyfini yaşarken, önümüzdeki sene bu turnuvada bile olamama tehlikesi mevcut ve biz bu tehlikenin farkında değiliz..

 Avrupa Arenası'nda sürdürülebilir başarı için önce Türkiye Ligi Şampiyonu olmamız gerekiyor. Şampiyonluğun anahtarı ise, böyle kritik maçları kazanmaktan geçiyor, bu da sağlam konsantrasyon gerektiriyor !

27 Mart 2013 Çarşamba

Değişen Parola, Unutulan Güvenlik Sorusu

  Hiddink'in günah keçisi ilan edilip Abdullah Avcı'nın Milli Takım'ın başına geçmesinden sonra düzenlediği basın toplantısında, Avcı yeni bir yapılanmadan bahsetmişti. Yanında Mehmet Ali Aydınlar vardı hoca ile  beraber verdikleri parola çok netti: Milli Takım'da bir kan değişikliği lazım ve biz bu jenerasyon değişimini yapacağız.

 Bu parola ile yola çıkmak gayet mantıklıydı Türk Futbolu'nu yönetenler için. Sonuçta ortada bir başarısızlık ve miyadını doldurmuş bir jenerasyon vardı. Bu değişimi de genç bir teknik adamla yapmak makul bir seçimdi. Özellikle Avcı'nın U21 Milli Takımı'nın başında kazandığı başarılar da göz önünde bulundurulduğunda, seçim doğru gözüküyordu.

 Ancak ne olduysa Hollanda maçından önce oldu. Köprünün altından sular aktı, ülkede şike depremi yaşandı, federasyonun başına ülkenin en başarılı futbol adamı (!) Demirören geldi ve belki de tüm bu olanlar Avcı'nın parolasının değişmesine (değiştirilmesine) sebep oldu. İmza töreninde 'yeni bir yapılanma'dan bahseden Avcı, Hollanda maçından hemen önce '2. olarak değil, direkt olarak şampiyonaya gidecek bir takım yaratacağız' açıklamasını yaptı. 'Yeni bir yapılanma ile yarışmacı takım yaratacağız' demedi mesela, direkt başarı endeksli bir hedef koydu önüne ve bu hedef için geçmesi gereken bir Hollanda Milli Takımı vardı. Romanya, Macaristan gibi takımları daha söylemiyorum bile..


 Hollanda gibi futbol geleneği olan bir ülkeyi geride bırakıp direkt şampiyonaya gidecek bir takım kurarken, yeni bir jenerasyon yaratmak, cümle olarak kulağa rüya gibi geliyor. Ancak bu iş pratikte, okunduğu kadar kolay olmuyor tabi ki. Eğer ki Hollanda maçından önce, başta dile getirdiği parolayı değiştirmemiş olsaydı, bu paralelde oyuncu tercihleri de değişecekti kanımca..

  'Yapılanma' parolasından 'acil başarı' parolasına geçen milli takım ne yazık ki güvenlik sorusunu unutarak sınıfta kaldı.. Bu başarısızlığı Semih'in hatasına bağlayanlara da sözüm şu: şu maça kadar toplam 6 (yazıyla altı) puan alan milli takımın tüm yükünü bu genç omuzlara yüklemek isterseniz, buyrun, hiç tereddüt etmeyin..

24 Mart 2013 Pazar

Milli Maç Arası



Liglerde tam final geri sayımları başlamış, Avrupa Kupaları'nda heyecan doruğa ulaşmışken, futbolun en can sıkıcı aralarından biriyle bölündük yine, milli maç arası. Her ne kadar millilerimiz için çok önemli iki maçı içerse de bu ara, bu oyunun izleyicileri şampiyona elemelerinin bu tempo düşürüşlerinden gitgide daha şikayetçi olmaya başlıyorlar. Milli aralar, özellikle liglerinde form tutan takımların hızlarının kesilmesine yol açarken, formdan düşmüş takımlar için bir soluklanma fırsatı olarak görülebilir. Bu anlamda dengeleyici bir unsurdur, fakat futbol bu gibi dengeleyici unsurlara ne derece ihtiyaç duymaktadır?



Her kıtanın futbol birliği kendine özgü organizasyonlar ile şampiyona eleminasyonlarını yapıp, büyük turnuvalarda mücadele edecek takımları belirliyorlar. Tüm bu eleme maçları, kıtasalar futbol federasyonları birliklerinin ortak fikstürüyle birbirine uyduruluyor. Yani Güney Amerika ülkeleri de Avrupa takvimine uygun oynuyolar eleme maçlarını. Bu durum bir mecburiyet fakat sonucunda, Güney Amerikalı olup da Avrupa'da futbol oynayan oyuncuların (tersine pek rastlamıyoruz) her milli maç dönüşü yol yorgunu olmalarına ve performans düşüklüğü yaşamalarına yol açıyor.

Peki çözüm olarak ne yapılabilir? Her iki yılda bir şampiyona düzenlendiğini ve buna istinaden elemelerin iki futbol sezonuna yayıldığını düşünürsek, pekala iki devreye bölünen eleme maçları 15-21 günlük periyodlarda, adeta birer mini şampiyonaymışcasına sezon başlarında düzenlenebilir. İlk sezonun ağustos sonu - eylül başında bu maçlar yarım devre oynanır, bir sonraki sezon da diğer devre oynanır. İstisna maçlar içinse bu kadar çok duraksamadansa arada tek bir 'pit stopla' elemeler tamamlanabilir. İstisnalardan kast edilen playofflardır. Play offlar bu takvimini sonuna da eklenebilir, ilerleyen bir tarihte tüm kıtalardakiler birbirine uyumlu olacak şekilde 'tek pit stop'a da programlanabilir. Tüm şampiyonaların elemeleri için bu takvimin süresi değişebilir elbette. Bu henüz nihayetlenmemiş bir fikir.

Bu sistemi milli takım teknik direktörlerinin de destekleyeceğini şu açılardan düşünebiliriz:
1- Hep bahsedilen o kulüp takımı hüviyetindeki milli takımı yakalamaları kolaylaşabilir.
2- Milli takım hocaları için kulüp takımlarında da eş zamanlı görev alma şansı doğar. Böylece bu çalıştırıcılar yılda beş ila yedi maç yaparak formdan düşmek durumunda kalmazlar, teknik direktörlük yeteneklerini daha aktif olarak sürdürebilirler.

Şekillendirilmeye açık olan bu fikrin tartışılması ve uygulamaya konması pek çok açıdan hem kulüpler, hem teknik direktörler, hem futbolcular açısından faydalı olabilir.

21 Mart 2013 Perşembe

İsim Babası'nın Doğum Günü'sü


 Kendisiyle uzun süre hep rakiptik. Fen sınıfının en kral takımının beyniydi kendisi, savunmakta zorlandığımız olurdu çokça. 1-0 biten halı saha maçımız alemde nam salmıştı adeta, özel seyircileri olan halı saha maçları yaptık hep.

 Sonra lise bitti, mezuniyette saygıdeğer babasının bize attığı efsane tirad hala aklımdadır. 'Hiç kopmayın' dedi bize, 'Nerede olursanız olun, kopmamalısınız..'

 Sonra üniversite için o İstanbul'a göçtü, benden önce Sami Yen tayfasına katıldı, ben ona okul sonrası katılma şansını yakaladım. Üniversite süresince sık sık görüşmesek de bir yerlerde 'iyi' olduğumuzu bildik en azından. Ben de İstanbul'a göçünce sıkça görüşmeye başladık tekrar, Gün ailesinin reyisinin sözlerini unutmamıştık belli ki..

 Sonra beni Galatasaray Sözlük ile tanıştırdı, oranın etkisiyle bu blogu yazmaya başladık. Sertifika Programları, yazılar falan hep birbirimizden etkilendik. Bu sene başında da beraber yeşil sahaya indik, Espora takımında birbirine en uzak 2 oyuncuyduk saha içinde, saha dışının tam aksine..

 Kısacası bu adamı çok seviyorum, 'Godfather' Gün'ün de dediği gibi hiçbir zaman kopmayacağımızdan da adım gibi eminim..

Doğum günün kutlu olsun kardeşim, doğum günün kutlu olsun Kamil Gün..



13 Mart 2013 Çarşamba

Maçtan 2 Gün Sonraki Dış Basın Analizlerini Özlemek

 Pavlov'un klasik koşullanmış köpekleri gibi, Zadok the Priest'i duyunca, Salı ve Çarşamba gelince, Star TV deyince (Gerçi bir DSmart gerçeği de var artık ne yazık ki) ve de Galatasaray deyince her Türk'ün aklına Şampiyonlar Ligi geliyor. Ve bu takım, isimler değişse bile çoğu zaman standart üstünde bir performans sergiliyor..

 Dün geceki Schalke maçının ilk yarısı bize Terim'in maça nasıl muhteşem hazırlandığını gösterdi. İlk maçtaki aynı oyuncuları kullanarak oynanan oyunu bu kadar değiştirmek tam bir sanat eseri oldu. Oyun içerisinde yapılan ve yapılmayan değişiklikler için ise aynı şeyi söylemek mümkün değildi açıkçası. 60. dakikaya kadar 'iyi oynayan takımı bozmama' kuralına sonuna kadar katıldığım Terim'in 60-90 arasındaki kararları çok yerinde bulduğumu söyleyemem. Ama Terim öyle sağlam hazırlanmış ki maça, turu aslında o hazırlığıyla bizlere getirmişti. İşte bu yüzdendir ki o jenerasyonda babamdan sonra en çok güvendiğim ve sevdiğim adamdır Fatih Terim..


 Birkaç isim inanılmaz öne çıktı maçta, Muslera bize hocasının 2000'de Parken'deki  performansından kesitler sundu, Semih bilinç kaybı yaşarken kademesine dönmeye çalıştı, Selçuk İnan, 90+5'de sadece kendinin attırabileceği bir gole imza atarak, dünya üzerinde her takımda (evet, Barça dahil) oynayabileceğini bir kez daha gösterdi, Hamit yine direği dövdü ama bu sefer devamında top içeri girdi, Burak Yılmaz ise Hollywood filmine benzer futbol kariyerine bir imza daha çaktı.

 96-2001 yılları arasında, benim jenerasyonumdakiler iyi bilirler. Şampiyonlar Ligi maçlarından bir gün sonra Türk Basını takip edilir, iki gün sonra ise Türk Basını üzerinden dış basının Galatasaray ile ilgili yazdıkları okunurdu. Günümüzde ise sosyal medya sayesinde bu romantizmi yaşayamıyoruz ne yazık ki. Bu ufak değişiklik haricinde her şey aynı, yine bir Avrupa Kupası maçı ertesi, yine sokakta yüzlerce insanda sarı kırmızı formalar, gazetelerde yine 'Fatih'in Aslanları' başlıkları ve yine benim mutluluğumun rengi sarı kırmızı, adı da Galatasaray..

8 Mart 2013 Cuma

Kaybedilen Üç Puandan Çok Daha Fazlası !


 Bir futbolcu düşünün, bir buçuk senedir takımı sırtında taşımış, hem oyunuyla, hem beyefendiliğiyle tam bir Galatasaray kaptanı gibi hareket etmiş, herkes tarafından saygı gören bir lider haline gelmiş. Bu futbolcunun yanına uluslararası platformda çok daha büyük isimler gelmiş, ancak bu durum diğer oyuncunun değerinden bir şey götürmemiş pek tabi ki.

 Bu büyük isimlerden bir tanesi geçen hafta son dakikada kazanılan serbest vuruş için topu eline aldı ve topu takımı sürekli sırtlayan oyuncuya bırakmadı. Aynı durum bu gece son anlarına 1-0 girilen maçta kazanılan penaltıda yaşandı. Üstüne üstlük o penaltı da ne yazık ki kaçtı..


 Olayı somutlaştıralım artık, neden bahsettiğimi zaten biliyorsunuz..

 Şampiyonlar Ligi'nde Top 16'da oynayan bir takım düşünün ki, penaltıcısı sahadayken o penaltıyı ona attırmıyor. Çünkü Drogba topu eline almış, ben atacağım demiş. Belki Çin'de bunları çok rahat yapıyordu ancak buranın Galatasaray olduğunu ona kimse anlatmamış, ironiktir ki kenardaki Ümit Davala yada Hasan Şaş da Drogba'ya 'Kardeş çok büyük topçusun ama, bu takımın penaltıcısı Selçuk'tur, şimdi o topu ona bırak' dememiş..

 Daha fazla yazmak isterdim ama gerçekten çok sinirliyim, Terim takımlarında olmaması gereken şeyler olmaya başladığı için.

 O penaltı kaçacaksa Selçuk İnan kaçırmalıydı, Drogba değil..

5 Mart 2013 Salı

O Maç (Man Utd - Real Madrid)

Tarih 23 Nisan 2003'tü ve kutlanan tek bayram Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı değildi. Old Trafford'da Man Utd, Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final rövanş maçında Real Madrid'i konuk ediyordu.



Maçtan Notlar:

- İspanya'daki ilk maçı Real Madrid 3-1 kazanmıştı.Goller Real adına Raul (2), Figo ve Manu adına van Nistelrooy'dan gelmişti.

- Quinton Fortune'a ve Ryan Giggs'e göre Manchester United'ın Old Trafford'da şansı yüksekti.

- Real Madrid teknik direktörü Del Bosque, ilk on birde düzenli oynayan Santiago Solari'nin yerine
İngilizlerin yakından tanıdığı eski Liverpoollu Steve McManaman'ı tercih etmişti.

- Manchester United'da David Beckhamla Alex Ferguson'ın arası, Federasyon Kupası'nda Arsenal karşısında alınan yenilgi sonrası yaşanan ayakkabı fırlatma olayı yüzünden açıktı ve ünlü yıldız kulübede, yerine Ole Gunnar Solskjaer sahadaydı.

- Maçın hakemi, uğurlu İtalyan Pier Luigi Collina'ydı.

- 12. dakikada Ronaldo, kaleci Barthez'i avlayarak Real'i deplasmanda 1-0 öne geçirdi.

- 43'te cevap van Nistelrooy'dan geldi ve ilk yarı 1-1 bitti.

- "Gerçek Ronaldo" ikinci yarıya da golle başladı, dakika 50, skor 1-2.

- Ivan Helguera bu golden iki dakika sonra kendi ağlarını gördü: 2-2.

- O gün yine Ronaldo'nun durdurulamaz olduğu günlerden biriydi. Hattrick için 59 dakika yetti
Brezilyalı'ya : 2-3

- 63'te Beckham Veron'un yerine oyuna girerken, 67'de Ronaldo yerini Solari'ye bıraktı.

- Sahne artık Beckham'ındı. 71'de frikikten harika bir golle skoru eşitledi, ve 85'te takımını öne geçirdi: 4-3.

- David Beckham'ın daha sonra yaptığı açıklamya göre, maç içersinde üç kez Realli oyuncular kendisiyle konuşmuştu. Önce Guti gelip maç sonu forma değiştirmek istemiş, ardından Roberto Carlos "Bize geliyor musun?" diye sormuş, son olarak forma isteme sırası Zidane'a gelmişti. Beckham'a göre, o çabalasa da Realli oyuncular kazanacaklarından son derece eminlerdi.

- Maç sonunda Ferguson'un övgüleri Ronaldo içindi.

25 Şubat 2013 Pazartesi

Gol Makinesi Kartalspor

  Birinci Lig'de yırtıcı bir forvetin takımlara sınıf atlattığını daha önce çok kereler gördük. Yabancı oyuncuya izin verilen son yıllarda Emenike, Gohou Bi, Jallow, Zenke gibi oyuncuların kimi takımlarını, kimi de hem takımlarını hem de kendilerini yukarılara taşıdılar. Bu nokta transferler başarılı örnekler olurken, şu sıralar ligde bu durumun tersine ilginç bir örnekle rastlanılıyor. Az sonra vereceğim rakamlar kümede kalma mücadelesi veren Kartalspor'un neden bu mücadele içinde olduğunun cevabı belki de. Bordo - beyazlı İstanbul temsilcisi attığı 19 golle Göztepe (14) ve Ankaragücü (18) ile birlikte ligin en az gol atan üç takımından biri olurken, takımın beş forvetinin toplam gol sayısı, takımın 5 gollü defans oyuncusu Mehmet Uslu'dan yalnızca bir gol fazla. Evet yanlış okumadınız. Takımın golcülerinden Ferdi Başoda 23 maçta 3 gol, Yaser Yıldız 19 maçta 2 gol, Eser Yağmur 2 maçta 1 gol kaydederken, Burak Akdiş 14 maçta, Ali Zitouni 4 maçta ve Uğur Yıldız 1 maçta gol kaydedemediler.

Bu golcüler form durumlarını yükseltemezlerse, kümede kalmak için yoğun bir mücadele veren takımlarıyla birlikte önümüzdeki sene bir alt ligde oynamaları muhtemel. Transferde böylesine nokta atışı tercihler yapan yönetimi de ayrıca kutluyoruz.

20 Şubat 2013 Çarşamba

Yürüyoruz Biz Bu Yolda

7 yaşındaydım Şampiyonlar Ligi heyecanını ilk yaşadığımda. Kıytırık Cork City maçıyla ilgili o zamandan hatırladığım yegane olay Kubilay'ın frikik golü sonrası klasik uçak sevinci. Manchester maçları ise bugün artık yirmili yaşlarının sonlarına gelen Galatasaraylılar için bambaşka bir anlam ifade eder. Hala akla geldikçe gözlerde birkaç damla yaş oluşturan maçlardan biridir Manchester. Neuchatel ve Monaco maçlarına yetişemeyenler için ilk Avrupa zaferidir. Galatasaray Avrupa'da hala bir markaysa, İngilizler kendi aralarında konuşurken Galatasaray'ın adını hala korkuyla anıyorlarsa işte o maç bunların en büyük sebebidir. Kimilerinin aklına Ümit Aktan gelir ilk, kimilerinin Şımaykıl, kimilerinin Mahsun Kırmızıgül. Benimse o çocuk aklımla
hayatımda en gururlu olduğum gecelerden biridir. Ben oturduğum ilçeyi 17 Mayıs 2000 gecesi hariç bir daha hayatım boyunca hiç o geceki gibi görmedim.

İşte böyle başladı Galatasaray için Şampiyonlar Ligi macerası tam 20 sene önce. Arada ne maçlar yaşandı, ne sevinçler, ne üzüntüler. Sevinçten ağlatan Athletic Bilbao, Milan, Real Madrid maçları, belki de hayatımda göz yaşlarımın en çok aktığı Athletic Bilbao deplasmanı. Bugünse bambaşka bir yerdeyiz. 2 sene önce bu zamanlarda "kümede kal" diyerek dalga geçilen takım bugün Avrupa'nın en büyük 8 takımı olma yolunda. Maçın analizi, nasıl oynamamız gerektiği herkesin kafasında yüzlerce kez yapıldı belki. O yüzden bu konulara girmeyeceğim hiç. Benim bugün düşündüklerim bambaşka çünkü. Kaybedebiliriz de bu gece, sonunda elenebiliriz de. Ama elimizde çok büyük bir fırsat var artık. Yıllardır bahsettiğimiz Şampiyonlar Ligi takımı olma geleneğini bu sene başlattık biz. Dün hocanın basın toplantısını izlediğimizde o kadar rahat bir şekilde görülebiliyor ki bu. Bu yüzden mutluyum ben, dertlerimiz yine 96-2000 senelerinde olduğu gibi çok farklı artık suyun karşı yakasıyla.

Hedefler o kadar değişti ki 2 sene içinde, "bu turu geçersek bizi Yarı Final bile kesmez kimseyi" cümlesini kurabiliyor artık hoca. Bir devrim başladı geşen sene, en dipten çıktık yola, ilerledik ve şu anda bulunduğumuz konum inanılmayacak kadar güzel. 2 sene önce konuştuğumuz konularla şimdikiler arasındaki uçurum, yıllar önceki gibi futbolla ilgisi olmayan insanları bile bu gece o maçı izletmek sorunda bırakmak, karşı yakadan bir bir dökülen itiraflar, işte bunlar beni bugün gururlandıran detaylar.
Bu yolun sonu nereye çıkar bilemeyiz. Hepimizin beklentisi 2 hafta sonra Avrupa'nın en büyük 8 takımından biri olma yönünde tabii ki. Basının haftalardır bahsettiği gibi zayıf, ahı gitmiş vahı kalmış bir takım olmayacak karşımızda, Avrupa tecrübesi son yıllarda bizden çok daha fazla, bu yıl için tek hedefi bu maç olan bir takımla karşılaşacağız. Ama netice ne olursa olsun, biz artık bir yola girdik ve bu yolun sonu bu gece olmasa bile yakın bir zamanda çok güzel sonuçlara çıkacak.

Zamanında bize sıradan gelen o Şampiyonlar Ligi müziğini son yıllarda içimizde hep bir buruklukla dinliyorduk, artık keyfini çıkarmanın vakti.

Birinci Lig'de 22.Hafta / Zirve

Son on iki haftaya girilirken Birinci Lig'de yarış yavaş yavaş şekillenmeye başlıyor. Devre arasında yaptığı beş transferin üçünden iyi verim almayı başaran Kayseri'nin Inter'i Erciyesspor üst üste üçüncü deplasman galibiyetini alarak üçüncü Trabzon 1461 ile farkını dört puana çıkardı (41-37). Tecrübeli golcü Emrah Bozkurt ve geçen sezon Denizlispor'daki performansını katlayan Gerard Gohou takımı sırtlamaya devam ediyor. En yakın takipçisi Manisaspor ise haftayı kötü oynadığı Bucaspor deplasmanında bir puan alarak kapadı. Kahe, tecrübesiyle lige ağırlığını koyuyor (23 maç/14 gol). Bu oyuncunun geçtiğimiz sezonu sıfır(0) golle kapadığını unutmamak lazım. Diğer yandan kariyerinde ilk kez birinci kaleci olarak görev yapan Volkan Babacan da ligin en az gol yiyen kalecisi konumunu sürdürüyor. Manisaspor iç sahadaki başarısını kalan altı deplasmana yansıtırsa, Süper Lig'e geri dönmesi çok olası.





Playoff sıralamasında Karadeniz ekiplerini Adana temsilcileri izliyor. Süper Lig'e çıkma hakkını elde etmese bile bunu gerçekleştiremeyecek olan Trabzon 1461 iki mağlubiyetten sonra Karşıyaka'yı 3-2 yenmeyi başardı. Bu maçta üç gol atan Yusuf Erdoğan'ı İstanbul'da Galatasaray'ı 2-1 mağlup ettikleri maçta canlı izlemiş ve çok beğenmiştik. Genç oyuncu çıkışta. Özellikle bir garip transfer hikayesiyle en önemli oyuncularından ikisini Ç.Rizespor'a (Sercan Kaya-18 maç, Eren Albayrak-12 maç), birini de ağabeyi Trabzonspor'a (Abdullah Karmil-15 maç) kaptırdıktan ve hedefsiz kaldıktan sonra Ligin en iyi hocalarından Mustafa Reşit Akçay'ın takımının bu amaçsızlıkla neler yapacağı meçhul. Dördüncü Ç.Rizespor ise sansasyonel teknik direktörü ve devre arasında yaptığı üçü yabancı yedi transferiyle lige inişli çıkışlı bir giriş yaptı. Mustafa Denizli'ni daha önceki Birinci Lig deneyiminde Manisaspor'u Süper Lig'e taşıyamamıştı. Hocanın takımı çok önemli oyuncuları kadrosuna kattı ama devre arasında bu kadar fazla transferin yarattığı uyum sorunu baş ağrıtacağa benziyor. Küme düşmeme mücadelesi veren ve ikinci yarı ile birlikte şaha kalkan Samsunspor karşısında 4-0 ile sürklase oldular bu hafta.

Kuzey uçtan güney uca, Adana'ya kayalım. Ligin ilk yarısında teknik direktör Mustafa Uğur'un gelişiyle muhteşem bir çıkış yakalayarak düşme potasından zirveye çıkan Adana Demirspor, derbi öncesi sahasında K.Erciyesspor'a kaybederek önemli bir yara aldı. Mavi-Lacivert, önemli oyuncusu Raheem LawalMersin İdman Yurdu'na kaptırdı. Yerine alınan Guy ve Taha ise henüz beklenen katkıyı yapamadılar. Lawal'ın adı bu transfer döneminde Bursaspor ve İBB ile de anılmıştı. Saha içinde yetenekleriyle sivrilen oyuncu için saha dışında aynı olumlu söylemler yok malesef. Derbi arefesinde Adana'nın Turuncu yakası ise lige tekrar döndü. İkinci yarıya Şanlıurfa deplasmanında 0-0'lık beraberlikle giren Adanaspor, ardından sahasında lig sonuncusu Ankaragücü'ne 1-0, ve deplasmanda Bucaspor'a 4-0 yenilmişti. Ardından oynanan son derece kritik maçta 89.dakikada gelen golle alınan 3-2'lik Trabzon 1461 galibiyeti takımı hayat döndürdü. Son maçta da ligin zor deplasmanlarından Gaziantep B.B'den beraberlik çıkardılar.



Şampiyonluk yarışı tüm hızıyla sürerken, ilerleyen haftalarda ilk altı yolunda bu takımları iyi bir istikrar yakalamaları halinde Boluspor, Bucaspor ve Torku Konyaspor'un zorlamalarını bekliyorum.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Dar Rotasyon Olsa Bile..

 17 Şubat'taki Galatasaray MP - Anadolu Efes maçından önce kağıt üzerindeki ibre, net olarak Efes tarafını gösteriyordu. Galatasaray'ın sakatları, cezalıları derken rotasyon 7 kişiye inmiş, 3 numara namına takıma en son katılan Markoishvili (adının telaffuzu zor diye biz ona kısaca Şota diyoruz, Gürcü kontenjanından) kalmış,şubede ödemeler ile ilgili hafta içinde ciddi sıkıntılar yaşanmış, bütün kaleler zaptedilmiş ve bütün tersaneler alınmıştı. Ancak parkede yaşananlar tam tersini gösterdi..

 1. periyotta 3. faulünü yapan Şota bile Ataman rüzgarının önüne geçemedi, koç 3 numaraya Macvan'ı aldı ve inanılmaz bir savunma çizdi takıma. Oyuncuların ekstra gayreti, Ndong'un pota altındaki ezici üstünlüğü, Engin'in adı gibi 'engin' basketbol zekası, Arroyo'nun liderliği derken Galatasaray 3 çeyreği ezici bir üstünlükle tamamladı. Son çeyrekte dar rotasyon sebebiyle oyuncuların performansları doğal olarak düştü ancak Galatasaray maçı 77-70 kazanmasını bildi.

 
 İlk parantezi galibiyetin mimari Ergin Ataman için açalım. Sanıyorum ki kendisi dar rotasyon seviyor. Şaka bir yana, geçen yıl Beşiktaş'ta da benzer rotasyonlarla benzer savunmalar yaptırmıştı takımına ve koç 3 kupalı muhteşem bir seriye imza atmıştı. Kriz anında verdiği kararların tamamı isabetli oldu ve Galatasaray çok önemli bir galibiyete imza attı. Maçtan sonra yaptığı açıklamada kendisi de belirtti, Galatasaray'ın elinde bir tek lig kaldı ve Ataman bu hedefe gitmek için elinden gelen her şeyi yapacak gibi gözüküyor.

 Bir diğer parantezi Oktay Mahmuti için açalım. Maçı izleyenler biliyor, koç 2. çeyrekte çift teknik faulden diskalifiye oldu. Yaklaşık 5 dakika aralıksız itiraz ettiği pozisyon çok bariz bir pozisyon değildi, gerçekten de tartışmaya açıktı. Öyle ki, LigTV yorumcuları bile 2 farklı açıdan 2 farklı yorum yaptılar. Oktay hoca'nın karakterinde bu sinir her daim var, bunu zaten biliyoruz ancak henüz 2. çeyrekte bu kadar ortada bir pozisyona bu kadar çok itiraz etmesi gerçekten bana enteresan geldi. Diskalifiye kararından sonra Mahmuti'yi alkışlayarak saygılarını gösteren Galatasaray taraftarına ise asıl büyük alkış bizden. 2 sezon boyunca takımına harika anlar yaşatan Mahmuti'yi Galatasaray taraftarının unutması mümkün değil tabi ki, dünkü alkışları sonuna kadar hakediyor koç..

16 Şubat 2013 Cumartesi

Fedadan Beklentiler

 Sezon başında 'feda' parolasıyla yola çıkan Beşiktaş Futbol Takımı, devre arasına kadar tahmin edilenin üzerinde puan toplayınca taraftardan 'şampiyonluk' sesleri yükselmeye başlamıştı. Sezon başında bu söyleme neredeyse hiçbir Beşiktaşlı itibar etmezken, puan sıralaması hem taraftarı hem de futbolcuları bir beklenti içerisine soktu.

 16 Şubat Beşiktaş - Gaziantepspor maçında, Antep'in 90. dakikada maçı 1-1'e getiren golünden sonra taraftarlar önce kaleci McGregor'ı daha sonra da teknik direktör Samet Aybaba'yı protesto etmeye başladılar. Buradaki enteresan durum, birden bire çoğalan beklentilerin aslında büyük bir yanılsama olduğunun ortaya çıktığmasıydı.

 Bir gün önce ezeli rakibi ve ligde kendisinin önünde bulunan Galatasaray'da maç içinde işler iyi gitmediğinde kenardan Drogba ve Amrabat gelirken bugün Beşiktaş'ta kenardan oyuna katkı yapabilecek oyuncu bulabilmek neredeyse imkansız. Olaya bir de şu açıdan bakalım, Fenerbahçe'de düzenli olarak oynamayan ama rotasyonda kullanılan Krasiç, Stoch, Sezer, Selçuk Şahin, Semih, Mert, Mehmet Topuz gibi isimlerin kaçı Beşiktaş'ın direkt ilk 11 oyuncusu olur sizce ?


 
 Yukarıdaki sebepler, Samet Aybaba'yı nispeten az kusurlu kılabilir. Ancak 'feda' diye adlandırdığı sezonda, hala ilk onbirde sürekli oynayan oyuncuların çoğunluğunun 25 yaş üstünde olması, kalede ekstra hiçbir şey yapmayan McGregor'ın Cenk'e tercih edilmesi, sezon başından beri Muhammet Demirci'nin neredeyse hiç şans bulamaması gibi durumlar da Samet Aybaba'nın kendini inkar ettiğini gösteriyor. Cenk, 'feda' sezonunda forma bulmazsa hangi sezonda forma şansı bulacak, gerçekten de bilinmez.

 Beşiktaş'ın sezon başındaki 'feda' sloganı aslında gayet mantıklıydı, bir önceki başkan kulübü çiftliğe çevirmişti ve maddi sorunlar çok ciddiydi. Bu sebeplerden de Beşiktaş kendi gençlerine yönelmek zorundaydı. Ancak bu noktadan sonra yapılan McGregor, Escude, Niang transferleri, 'feda'nın aslında sadece bir slogandan ibaret olduğunu gösterdi..

15 Şubat 2013 Cuma

Takım içi Dengeler

 
 
 
 
 Her doğru hamleye bir kulp bulmak isteyen Türk basınının Sneijder ve Drogba transfer süreçlerinde dillerinden düşürmediği en önemli argüman 'takım içi dengeler'di. Sneijder ve Drogba'nın alacağı yüksek maaşlar sebebiyle takımdaki huzur yerini fesatlığa bırakacak, bu sebeplerden de Galatasaray Futbol Takımı başarısız olacaktı.
 
 Üstteki fotoğraftaki oyunculardan bir tanesi geçen yılki Türkiye Ligi'nin Gol Kralı, bu yıl Şampiyonlar Ligi'nde gol krallığı için yarışıyor. Yeşil yelekli oyuncu ise geçen yıl Şampiyonlar Ligi Finali'nde maçın adamı seçilmiş ve Galatasaray tarafından yeni transfer edilmiş bir futbolcu. Kısacası direkt olarak forma rekabetine girecek iki oyuncu görüyoruz fotoğraflarda..
 
 Fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere, takım içi dengeler fena halde tehlikede, Florya'da sevgisizlik, futbolcular arasında soğukluk hakim..
 
PS. Fotoğraf paylaşımı için @ASY1905GS'ye teşekkür ederiz..

13 Şubat 2013 Çarşamba

Gündem-i Galatasaray




  Dibe vuralı henüz yalnızca bir buçuk sezon geçmiş Galatasaray'ın taraftarlarının algısı şu günlerde şaşmış durumda. Bir sezonda değiştirilen üç teknik direktör, kalitesi yerlerde bir kadro, umudunu yitirmiş taraftar, "kümede kal" dokundurmaları eşliğinde sekizinci bitirilen lig. Ruhu yorulmuştu Galatasaraylıların.

Şu günlerde ise bir garip heyecanla yerinde duramıyor aynı ruh. İnanamıyor akil Galatasaraylılar gelinen noktaya. Bir sezonda baştan inşa edilen kadro, üst düzey konsantrasyon, sezon ortasında değiştirilen sistem, ve gelen, en manidar şampiyonluklardan biri.

Böyleydi sezon başında Galatasaray'ın bir yılının özeti. Yeni kurulmuş kadroya, çok önemli ilk on bir oyuncuları takviye edildi. Risk denilebilecek düzeyde transferlerdi bunlar. Kolay olan, oturmaya henüz başlayan takımı korumaktı. Ama revizyon devam ediyordu. Belki de plan yine dört yıllıktır, hoca bilir bunu.

En büyük değişim, Elmander - Necati ikilisinin yerlerini gol kralı Burak ve Umut'a bırakmasıydı. Hoş Elmander devre boyunca rotasyonda yer aldı fakat geçen seneki Elmander'in pres temposunu bu sene yakaladığını söyleyemeyiz. Geçen sene, Uğur Meleke'nin tabiriyle, 4-5-2 oynuyordu takım. Elmander'in üstün pres gücü, rakipler orta sahayı üçlü göbekle savunsalar bile üstünlüğü G.Saray'a geçiriyordu. Tabi ki bunda Melo'nun üst düzey formuyla, Engin ve Emre'nin sürekli içe kat ederek hem pres gücünü arttırmalarının, hem de pas oyununa alternatif sunmalarının payı büyüktü. Bu sezonsa taşlar yerinden oynadı. Sol çizgiye yerleşen Amrabat hücumda çeşitlilik sağlasa da ısıran Galatasaray'ı olumsuz yönde etkiledi. Keza yaz hazırlık sezonunu doğru dürüst çalışmadan geçiren Melo'nun koca bir ilk devre yaşadığı kayıp, Engin'in bu süreçte cezalı olmasıyla yaşanan alternatifsizlik, ve Hamit'in sürekli maç temposunu yakalama süreci Galatasaray'ı çok olumsuz etkiledi. Elbette bu nokta omurganın temel taşı Ujfalusi'nin sakatlanmasının payını unutmamak gerekir. Cris'in bir alternatif olamayarak akılları karıştırması, geçen sezon sonsuz güven duyulan savunma göbeğinin bu sezon zaman zaman soru işareti haline gelmesi de olumsuzluklardan biriydi.
Böylece Galatasaray, özellikle orta sahayı kalabalık tutan takımlara karşı oyun üstünlüğünü kaybetti, bir türlü topu ayağında tutamadı, geçen sezonki o delici oyun kayboldu, Burak üzerine kurulmaya çalışılan oyunlar geldi. Bunun önemli örnekleri, içerdeki ve deplasmandaki Braga maçları, içerdeki Karabük, ve yine içerdeki Gaziantep maçlarıdır. Keza Mersin deplasmanını da sayabiliriz.

Bu durumda yanlışta ısrara gerek yoktu. Hatırlarsak, UEFA kupasını almaya gidilen yola da 3-5-2 ile çıkılmıştı. Oyun neyi gerektiriyorsa, ona dönüşmek çağın gereği. Bu dönemde de oyun ortayı kalabalıklaştırmayı gerektiriyor. Elmander, biraz yaşı gereği, biraz da rotasyon gereği, asla geçen sezonki Elmander olmayabilir. Melo, geçen seneki üstün formunu yakalayamayabilir. Her şeyi geçtim, Şampiyonlar Ligi çok üst bir seviye. Bu kadar tecrübesizken temkinli oynamak en akılcısı olacaktır. Fatih Terim de Sneijder gibi bir transferle birlikte bu opsiyona kavuştu. Maç eksiğini giderdikçe yapacağı katkıdan şüphe duyulmaz.

Yazının başında, yerinde duramayan ruhtan söz etmiştim. Üstün bir karakter olan, hiçbir hocanın hayır diyemeyeceği bir futbol efsanesi, Drogba bunun sebebi. Taşlar dışardan göründüğü kadarıyla, Sneijder ile birlikte yerine oturmuşken, bu muazzam adamın getirdiği heyecanla birlikte yeniden karışıyor işler. Kendini Terim'in yerine koyuyor bugünlerde herkes, her yere Galatasaray onbirleri yazılıyor, çiziliyor. Tatlılığı abartılmış bir telaş Fatih Terim'i bekliyor. Bırakalım da hoca çıksın işin içinden, her zamanki gibi. Burak'ı küstürmeden, Drogba'dan ve Sneijder'den maksimum verimi alıp, Selçuk'un liderliğine toz kondurmadan, bu takımın savaşçı ruhu Melo ve Sabri'nin emeklerinin hakkını vererek, Hamit'in tecrübesini unutmadan, nasıl bir yapı kuracak, bilemiyorum.

Son olarak, Schalke eşleşmesi. Şampiyonlar Ligi bambaşka bir seviye. Bunu Braga ve Manchester maçlarında çok iyi bir şekilde gördük. Buralara alışık olmak, tecrübeli olmak çok önemli. Yalnızca teker teker futbolcu kalitesinden ziyade takım oyununu bu seviyeye çekmek gerekli. Her ne kadar Schalke'de işler kötü gitse ve önemli oyuncuları sakat olsa da, Almanların son beş sezonda iki çeyrek, bir de yarı final oynadıklarını unutmamak gerekir. Sabırlı, sakin olmalıyız. Tur asla çantada keklik değil. İlk maçta işler yolunda gitse de gitmese de ikinci ayağın olduğunu hiç unutmadan oynamalıyız. Girilen hava beni korkutuyor.