30 Eylül 2010 Perşembe

Cüneyt Çakır ile Cuneyt Chakir'ın Farkı

29 Eylül 2010 tarihinde oynanan Rubin Kazan - Barcelona Şampiyonlar Ligi grup karşılaşmasını Cüneyt Çakır yönetti. Uzun bir süre sonra, sahada konsantre olduğum şey oynanan futboldan çok hakem performansıydı. Bunu en son yaptığım bir diğer karşılaşma ise, 2009-2010 sezonunda Ali Sami Yen'de oynanan ve Fenerbahçe'nin 1-0 kazandığı Galatasaray - Fenerbahçe maçının 20. dakikasından sonrası olmuştu. Maçı yerinde seyretmiştim ve ilk 20 dakika futbola dair bir şeyler arama çabalarım nafile olmuştu, ben de hakeme odaklanmıştım. O geceki hakem de Cüneyt Çakır'dı, dün geceki de. Ancak aradaki büyük farklar, Türk Futbolu'nun bir başka yüzünü gözler önüne sermekte.



Dün gece sahada gerçek bir hakem vardı Kazan-Barça maçında. Kendinden emindi ve skora direkt tesir eden 2 kararı da hiç tereddüt etmeden verdi. 10 üzerinden bana göre 8'lik bir maç çıkardı Çakır. Kendisinin uluslararası performansına baktığımızda, benzer başarıları görmekteyiz. Bu sebeptendir ki, Çakır çok yakında Elit Hakemler Listesi'ne girecek ve iyi senaryoda 2012 Avrupa Şampiyonası, daha az iyi senaryoda ise 2014 Dünya Kupası'nda yer alacak.

Buraya kadar her şey toz pembe gözükmekte. Uzun süredir uluslararası arenada esamesi okunmayan Türk Hakemliği, kaybettiği itibarı Çakır sayesinde geri almak üzere. Ancak gelin bir de Çakır'ın performanslarına lokal düzeyde bakalım.


Genel Türkiye performansına baktığımızda, özellikle büyük takım olarak lanse edilen 3 İstanbul takımının maçlarında, suya sabuna dokunmadan risksiz maç yönettiğini görüyoruz Çakır'ın. Bir örnek olarak, köşe gönderine yakın olan tarafta savınma oyuncusunun düşmesini sürekli faul olarak değerlendirmekte Çakır. Kazan - Barça maçında cesurca 2 kez penaltı noktasını gösteren hakemin aynı kişi olduğuna inanmak gerçekten imkansız.




Maç maç kritik yapmak istemiyorum tabi ki de. Sadece söylemeye çalıştığım, yerel baskıların - hangi takımdan olursa olsun - bu tür büyük yeteneklerin kabiliyetlerini göstermesini engelliyor. Yani Çakır özelinde tüm Türk Hakemliğinin sorunu da bu bence. Düdüğü çalmadan bir es önce, takım yöneticilerinin ya da manşetlerin gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmesi. Yoksa takım tuttuklarını ve onları kolladıklarını kesinlikle söyleyemeyiz.

Yazıda asıl anlatılmak istenen, Çakır gibi yetenekli bir hakemin, baskı olmadığı zamanlarda ne kadar cesur ve başarılı performanslar gösterdiğidir. Benzer durumları Arda Turan'ın son zamanlarda yaşadığı Milli takım - Galatasaray performansındaki farka bakarak da gözlemleyebiliriz.

Dilerim ki Cüneyt Çakır, ülkenin hakemlikle ilgili makus talihini değiştirir ve Dünya Kupası'nda yer alan ilk Türk hakemi olarak tarihe geçer ..

22 Eylül 2010 Çarşamba

Hangi Marka'nın Değeri ? (I)

Geçtiğimiz sezonun sonuna doğru yapılan yayıncı kuruluş ihalesi, ülke futbolundaki ekonomik büyümenin bir kanıtı olarak karşımıza çıktı. İhalenin çok çekişmeli geçmesi, talip olanların güçlerinin tartışılmaz olması gibi sebeplerden dolayı, ihale sonunda ortaya çıkan rakam, Türk Futbolundan yakın gelecekteki beklentilerin artmasına neden oldu. Haklı olarak, yayıncı kuruluşun futbol kalitesi ile ilgili kaygıları vardı. Böyle büyük bir rakamı ödeyip, müşterilerine ürün olarak kaliteli futbolu tanıtmak istiyorlardı. Bu güzel dileklerle sezon başladı, bazı takımlarımız büyük transferler ile yeni sezona girdi. Hep bahsedilen, sürekli üzerinde durulan ‘marka değeri’ni bu büyük oyuncularla elde edeceğimizi zannetti birçokları Ancak marka değeri kavramını tam da temelden ıskaladığımızın kimse farkında değiil ne yazık ki.. Buyrun ülke futbolunun ‘marka değeri’ni zedeleyen başlıca problemlerine bir göz atalım :



• Geçtiğimiz yılki başarısız sezondan sonra 2010-2011 sezonuna iddaalı girmek isteyen Beşiktaş başkanı Yıldırım Demirören, ve ekibi, bir çok büyük transfere imza attı. Bir önceki yıl –her ne kadar kariyerinin en başarılı dönemini geçirmese de – ülkemizi yurtdışında başarıyla temsil etmiş Nihat Kahveci’yi transfer eden Demirören, bir sonraki sezon Guti, Quaresma ve Hilbert transferleriyle ülke futbolunun o dillere pelesenk olan ‘marka değeri’ni arttırdığını savunabilir. Uluslararası basında daha çok tanınır olduğu doğru Beşiktaş’ın, ancak İnönü Stadı’nın içler acısı halini görünce, benim nezlimde ne tanırlılığın bir anlamı kalıyor, ne de büyük yıldız transferlerinin. Vakt-i zamanında ülkemize gelen en büyük hocalardan olan Juup Derwall’e, yeni sezonda hangi oyuncuyu istediğini soran Alp Yalman’ın aldığı cevap, Derwall’in Galatasaray’daki devrimi nasıl başlattığını gözler önüne seriyor:

- Yıldız oyuncu istemiyorum, antreman sahalarını çimlendirin, benim için yeterlidir.

Düşünün ki kulüplerimiz her sezon transfere milyon avrolar harcarken, alt yapı çalışmalarını sürekli es geçtiler. Galatasaray, Ali Sami Yen’in çökmesine yakın, bir stadı ancak bitirebildi. Saraçoğlu ve İnönü Stadılarının zeminleri de içler acısı halde. Sadece büyüklerde durum bu halde değil, örneğin geçen hafta oynanan Bucaspor-Galatasaray maçında da görüldü ki, yıllardır birinci ligde takımı olmayan İzmir’in de birinci lig için zaten bir hazırlığı olmamış. İzmir gibi ‘adamı eksen çıkar’ şeklinde bahsedilen topraklara sahip bir yerde, saha çimlerine bakamamak gerçekten olacak iş değil.



ÇÖZÜM: Bu yazıda ilk bölümlerde sorunları örnekleriyle okuyacaksınız. Daha sonra da çözüm yolları üzerine birkaç satır okuyacaksınız. Ancak bu sorunlar ile ilgili genel çözümüm, ciddi, bağımsız ve profesyonellerden oluşan FUTBOL KULÜPLERİNİ DENETLEME KURULU’nun kurulmasıdır. Yukarıdaki ilk sorun olan takımların statlarındaki problemleri de bu kurulun tesislerden sorumlu departmanı ele almalıdır. Birkaç mühendis ve profesyonelle kurulacak bu kurul, UEFA kriterlerini baz alarak gerekli kontrolleri sezon öncesinde ve periyodik olarak sezon devam ederken yapmalıdır. Hiçbir devrim kansız olmaz, bu sebepten denetlemeler sırasında kendini yenilemeyen kulüpler gerektiğinde küme düşürülmelidir, ağır cezalar almalıdır. Böylece diğer ekipler de , takımın adı ve rengi ne olursa olsun kanunların herkes için eşit olduğunu görerek kendilerini yenilemek zorunda kalacaklardır. Her transfer sezonunda ortalama 30-40 milyon avro harcayan takımlar, o harcamalarından yüzde 10-20 arasını bu çalışmalara ayırarak, aldıkları yıldızların bir alt ligde oynamasını engellerken, tesislerini de geliştirmiş olacaklardır. Zaten bir süre sonra belli bir seviye gelecek olan tesislerin sadece bakım çalışmasına ihtiyacı olacağı için, yakın gelecekte harcamaları minimuma inecektir.



• 20 Eylül Pazartesi günü oynanan Gaziantepspor-Bursaspor maçı, 2. yarısında bir taraftarın attığı taşın yardımcı hakeme isabet etmesi sonucu tamamlanamadı. Hakemin maçı iptal etme sebebini yada daha önce buna benzer olaylarda verilen kararların tutarlılığını falan tartışmayacağım. Bu, sadece tartışmayı uzatr, ortaya bir çözüm getirmez. Asıl tartışmamız gereken, bu olayların nasıl olduğu, o taşların oraya nasıl girdiği, statlardaki güvenliğin ne seviyede olduğu, stata gelen kesimin seviyesi gibi konulardır. Gaziantepspor teknik direktörü Tolunay Kafkas’ın maçtan sonraki zehir zemberek açıklamaları, ülkede adaletin eşit dağıtılmadığı ile ilgiliyidi. Özellikle de maçtan ağzı yanan tarafın hocası olarak bu açıklamalar doğru olabilir, ancak Kafkas Hoca bunlar yerine kulübünün stadyumundaki güvenlik probleminden yakınsaydı, Derwall devrimine benzer bir işe imza atmış olurdu. Aynı şekilde maç sonrası açıklamalar yapan Gaziantepspor başkanı İbrahim Kızıl’ın uzun açıklamalarının özellikle bir bölümü çok dikkatimi çekti. Kızıl, taşı atanın belki de Antep taraftarı olmadığını, bir provakatör olabileceğini söyledi. Antep şehrinin centilmeliği ile tanındığı bir gerçek, ancak o stada gelen Antep taraftarından da, misafir takım taraftarından da provakatörlerden de o stadın görevlilerinin sorumlu olduğunu ıskalıyor ne yazık ki başkan.

ÇÖZÜM: Çözüm için bizden daha ilerde futbol geleneği olan ülkelere bakmak bile yeterli olacaktır. Tabi ki bazılarınız, İtalya ve İspanya’da da buna benzer olaylar yaşandığını söyleyebilirsiniz. Doğrudur, bizim gibi ateşli Akdenizliler olan özellikle İtalyanlarda bu tarz olayla yaşanıyor. Ancak bu olayları yaratanların aldığı cezalar, bizim ülkemizde adam öldürmenin karşılığı olan cezalara tekabül ediyor neredeyse. Bu olayları engellemek için yapılacak ilk şey, denetleme kurulumuza bir adet Güvenlik Birimi eklemek olacaktır. Profesyonellerden oluşacak bu kurul, ilk olarak kulüplere sert yaptırımlar uygulamalıdır. Acil olarak her kulübün kendi güvenlik eklpleri oluşturulmalıdır. Bu ekip spor güvenliği konusunda gerekli eğitimi almış olmalıdır. Daha sonra her stada kurulacak güvenlik merkezi ile, statların dört bir yanındaki kameraların yardımıyla huzur bozan kişilerin yakalanması kolaylaştırılacaktır. Statların hangi bölümünde olursa olsun her seyirci , biletinin işaret ettiği yerde bulunması zorunluluğu şarttır. Bu sayede bilet alırken kimlik bilgilerini veren kişilerin gerektiğinde yakalanması çok kısa bir sürede sağlanabilir. Bu değişimin ısınma süreçlerinde büyük zorluklar olacağı doğrudur, ancak stada gelen insanların bu duruma alışması halinde, bahsedilen marka değeri zımbırtısının bir kutucuğu daha dolacaktır..



• Ülke futbolunun bir diğer problemi ise, teknik direktör sirkülasyonudur. Düşünün ki ligin henüz 4. Haftasında ekiplermizden biri, hocasını gönderip yeni bir hoca ile anlaşabiliyor. Buradaki çarpıklık, teknik direktörlerin ve hatta futbolcuların bir sezon içinde en çok 2 takım formasıyla mücadele etmesine izin veren sistemin, kulüplere sınırsız hoca değiştirme hakkı vermesidir. Buradaki çifte standart, ne yazık ki teknik direktörlerimizin de yardımıyla çok yanlış bir noktaya doğru ilerlemekte.

ÇÖZÜM: Teknik direktörlere getirlen takım değiştirme sınırlamasının aynısı , kulüplere de getirilmelidir. Bir sezon içinde bir takım ancak 2 farklı teknik direktör tarafından çalıştırılabilir maddesiyle , bazı kulüplerimiz mecburiyetten de olsa hocalarına bir süreliğine sabır göstermek zorunda kalacaklardır. Bu bahsettiğimiz kanlı süreçten sonra da bu ülke futbolu geleneğini değiştirmiş bir geçiş kuralı olarak tarihte yerini alacaktır.



• Bir başka sorunumuz ise, kulüplerin alt yapıdan yeterli desteği alamaması, aynı zamanda özellikle büyük kulüplerin alt yapılara gerekli yatırımı yapmamasıdır. Bu duruma iki yönden de bakabiliriz. Ülkemizde büyük olarak lanse edilen takımların alt yapılarından çıkan oyuncu sayısı son yıllarda bir elin parmaklarını geçmemekte. Ulusal takımın her seviyesindeki oyuncuların büyük bir kısmı bizim ülkemizden değil Avrupa’da top koşturan Türk asıllı oyunculardan oluşuyor. Bu kulüpler her yıl transfere milyon avrolar ayırırken, alt yapıya gerekli ödenekler ayırılmıyor, akademi tarzı okullar yerine yetenekleri gençlerin önüne spor yapmak ya da okuldaki eğitimine devam etmek tercihi baskısı oluşturuluyor. Bu paraların bir kısmı akademi çalışmalarına harcanması yerine, acele lokal başarıları kazandıracak yabancı oyuncular alınıyor, tüm yönetimler bu işin kolayına kaçıyor.
Bir diğer taraftan alt yapı oyuncularının A takımlarda bulduğu şanslar da ayrı bir tartışma konusu. Bir çok Avrupa ekibi, Şampiyonlar Ligi gibi büyük bir platformda bile 26’nın altında bir yaş ortalamasıyla mücadele ediyor. Örneğin, Şampiyonlar Ligi’ndeki tek ekibimiz olan Bursaspor’un karşılaştığı Valencia’nın teknik direktörü, bu karşılaşmada son oyuncu değişikliğini 18 yaşındaki bir oyuncuyu oyuna dahil etmek için yaptı. Bizim ülkemizde ise bir oyuncu 25’ine kadar genç olarak lanse ediliyor, ancak dünyanın en iyi oyuncularından olan Lionel Messi’nin henüz 23 yaşında olması ve Barça’da 17 yaşında şans bulmaya başladığını düşünürsek, bu yeteneklerden daha çabuk yararlanma yoluna gitmek çok daha sağlıklı olacaktır..




ÇÖZÜM: Denetleme Kurulumuzun bir adet de eğitim departmanına ihtiyacı ortaya çıktı böylece. Kulüplerimizin, eğitim kurumlarıyla ortak çalışmasını sağlayarak futbol akademileri kurulması sağlanmalıdır. Bu sayede yetenekli gençler hem futbollarını geliştirecek hem de temel eğitim-öğretimlerini bu akademilerden karşılayacaklardır. ABD’deki sistemdeki gibi, derslerinde başarısız olan sporcuların, bu durumun spor yapmalarını da etkileyeceğini bilmeleri sağlanmalıdır, böylece derslerinde daha başarılı olmaya yönlenecektir genç sporcularımız. Oyunculara şans verme konusunda ise düzenlenecek kural, 23 kişilik oyuncu kadrosunda en azından 3-4 alt yapı oyuncusunun yer alması sağlanmalıdır. Buna benzer durumlar İngiltere gibi her yıl transfere milyar sterlinlere yakın para harcayan bir ülkede bile geçerlidir. Bu sayede genç oyuncuların daha çok şans bulması sağlanmış olacaktır. Bir diğer yaptırım da genç oyuncuların psikologlar ile desteklenmesidir. Bir çok kulübümüz psikologlara sahiptir ancak özellikle 20’li yaşların başında olan yetenekli gençlerin daha çok desteklenmesi gerekmekterdir. Şu günlerde psikolojinin ne kadar önemli olduğunu Batuhan Karadeniz’in açıklamalarından, Arda Turan’ın üzerindeki baskıyı kaldıramamasından ve onlar gibi genç oyuncuların belli bir seviyeden sonra performans düşüklüğü yaşamalarından anlayabiliriz. Tabi bunların bir çoğunu doğru yapıp, son aşamada çuvallayan ekiplerimiz de var. Bu coğrafyanın en sistemli alt yapılarından birine sahip olan Bucaspor’un, bir üst lige çıktıktan sonra öncelikle hocasını daha sonra da neredeyse tüm oyuncularını değiştirmesi , insanın bu ülke futbolu ile ilgili umutlarını alıp götürüyor ne yazık ki...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Nihat'daki Sıkıntı - Taraftardaki Cehalet

19 Eylül 2010 tarihindeki Fenerbahçe - Beşiktaş maçını izlediğim mekandaki Beşiktaş taraftarlarının hemen hemen hepsinin hedefindeki oyuncu aynıydı, Nihat Kahveci.

CV'sinde 7 yıl İspanya kariyeri, bu kariyerde de 192 maç ve 86 gol gözüken bir yerli oyuncunun bu denli düşüşe geçmesi, beni hem üzdü, hem de bu konu hakkında düşünmeye itti. Aslında Nihat'ın vücut dili, ondaki sıkıntıyı çok net bir şekilde anlatmaya yetiyor. Ayrıca Nihat'ın Milli Takım performansı ile Beşiktaş'daki performansı da, onun sıkıntısını, kafasının nerede olduğunu bizlere gösteriyor.

Nihat'ın geçen yıl Beşiktaş'a dönüşü gerçekten çok sansasyonel oldu. Sezonun flaş transferi olarak lanse edildi bu yuvaya dönüş. Nihat, tüm açıklamalarında yuvaya dönüşten duyduğu memnuniyeti belirtti. Kendisinin menajeri de , bir sezon önce Fenerbahçe'den gelmiş olan astronomik teklifi, Beşiktaşlı olduklarını ileterek kibarca reddettiklerini belirtmişti. Doğal olarak Beşiktaş taraftarının da beklentileri artmıştı bu transferle ilgili.

Sezon başında askerliğini yaptığı için kampa geç katılan Nihat'ın performansının iyi olduğunu söylemek imkansızdı. İspanya'da alıştırdığı o performansının yarısını bile gösteremiyordu Nihat. İşte tam bu noktada, ülkedeki profesyonel görünümlü amatör oyunculardaki genel problemi baş gösterdi: duygusallık.



Biz bu filmin bir başka versiyonunu 15 yıl boyunca Galatasaray'ın 9 numaralı oyuncusu Kral Hakan Şükür'den de görmüştük. Aradaki fark, Hakan Şükür'ün hikayesi , genel olarak mutlu sonlanırdı, bu topraklarda. Filmin siyah-beyaz versiyonunun farkı da , başarılı geçen yurtdışı deneyimi idi. Nihat'ın yaklaşık bir buçuk senedir vücut dilinden anlaşılan, her kötü giden karşılaşmadan sonra daha çok zorlayıp, kendini tekrar kanıtlama hırsı içerisine girmesidir. Bir örnek olarak, bahsi geçen Fenerbahçe karşılaşmasının 2. yarısındaki bir pozisyonda, içerde boş arkadaşı bulunmasına rağmen, çok dar olan açıdan 2 kez şutu denemesini gösterebiliriz. 2. Beşiktaş döneminde bunun gibi yüzlerce pozisyonu örnek gösterebiliriz tabi ki.

Bir diğer yandan, Nihat'ın Milli Takım performansına baktığımızda da, Beşiktaş'da üzerinde olan baskıyı rahatlıkla görebiliriz. Milli Takımda, maçlardan basın toplantılarına kadar kendine güveni yerinde tam bir Avrupalı oyuncu görürken, Beşiktaş'da bu halinin esamesi bile okunmuyor.

Tabi ki bu durumun nedenlerinin tek müsebbibi Nihat Kahveci değil. Geldiği günden bu yana, aldığı parayı dilinden düşürmeyen Beşiktaş taraftarının da kendi oyuncusunun üzerinde baskı kurma konusunda Türkiye'de gerçekten üstüne yok. Bu düşüncede öyle saçma noktalar var ki, gerçekten mantıklı bir insanın bir suçlama yaparken bu kadar ahmak olması imkansız dedirtiyor insana. Birincisi, Nihat Milli bir golcü, Anadolu'dan gelen bir genç oyuncunun bile ne paralara büyük takımlara geldiğini düşünürsek, Nihat'ın aldığı parayı tartışmak büyük saçmalık olur. Bir diğer saçmalık ise, aldığı para konusunda Nihat'ı suçlamak. Yönetimin ona layık gördüğü bu paraya hayır mı deseydi yani Nihat ? Bu suçlamada bulunan taraftara sormak isterim, çalıştığınız şirkette geçirdiğiniz başarısız bir aydan sonra, o ay alacağınız maaşın yarısını kabul etmemezlik yapıyor musunuz ?

Gerçi Beşiktaş taraftarı, bu protestonun saçmalık konusunda bir model üstünü Tabata konusunda da yapmaya devam etmekte. En küçük hatasında oyuncu, geldiği takımın tahsil ettiği 8 milyon avro sebebiyle kendisine tepki göstemekte. Düşünün ki, o 8 milyon avro'nun tek bir kuruşu bile Tabata'nın cebine girmemiş, başkanın bir anlık paniği ile yapılmış bir ödemenin faturası en masum taraf olan oyuncuya çıkıyor. Gerçekten mantık sınırlarını zorlayan bir düşünce sistemi bence bu..



Beşiktaş taraftarındaki bir başka sıkıntıyı da, iyi geçen dönemlerinde yazmak isterim. Şu günlerde her şey güllük gülistanlık gittiği için az sonra yazacağım sahneleri bu aralar görmüyoruz tabi ki. Beşiktaş taraftarının problemi , Tabata ve Nihat örneğindeki gibi yanlış muhattaplara tepki göstermeleri. Bu tepki bazen o kadar sert oluyor ki, zamanında Youla gibi bir oyuncunun, kendi stadında, saha kenarında tedavisi yapılırken kafasını yarabiliyor, ve o karşılaşmadan sonra adamı yıldırıp Fransa'ya transfer olmasına sebebiyet verebiliyor. Youla örneğinden gidersek, gerçekten sahada her şeyini verip savaşan bir oyuncuyu, sırf çok kaçırıyor diye bu kadar protesto etmek, kafasını yarmak, gerçekten olacak iş değildir. İlla ki biri protesto edilecekse, o oyuncuyu sürüyle gol kaçırmasına rağmen sahaya süren teknik direktör muhattap olmalıdır. Yoksa hiçbir futbolcu, maç kadrosunda kendini gördükten sonra hocasına çok gol kaçırdığı için oynamamsı gerektiğini söyleyemez bu gezegende..

Sonuç olarak, umarım Nihat düzeyindeki bir golcü üzerindeki dolar işaretli baskıyı mantığını kullanıp atar ve mental olarak daha iyi seviyelere gelir, taraftarlar da protestolarını daha doğru bir şekilde ortaya koyarlar...

18 Eylül 2010 Cumartesi

Muarem Muarem


Akıllara ilk olarak Djemba Djemba ve Kazım Kazım'ı getiren ilginç bir isme sahip Orduspor'un genç Makedon'u. Ülkesinin umut vaadeden gençlerinden biri olmasının yanında, Türk asıllı. Özellikle Barcelona'nın başarısıyla dünyada, ve Rijkaard'ın gelişiyle ülkemizde yayılan 4-3-3 sisteminin kilit noktalarında olan ön kanatlarının her ikisinde de oynayabildiği gibi, her iki ayağını da başarıyla kullanabiliyor. Geçtiğimiz sezonun Makedonya 2.si Rabotnicki takımından geldi Orduspor'a ve bu sezon ülkemize gelmeden önce Rabotnicki formasıyla 4 Avrupa Ligi ön eleme maçında forma giydi, 1 gol 1 asistle oynadı.

Bu bilgiler eşliğinde kendisini ilk kez izledim Orduspor - Güngören Bld.Spor maçında, ve söylenenlerin hiç de haksız olmadığını gördüm. Çok kolay adam geçebilen, o bozuk zemine rağmen bileklerine hakim, asist yönü güçlü ve oyun zekası yüksek bir oyuncu. Mevkidaşlarının en bilinen eksikliğinin aksine uzaktan sert ve isabetli şutlar atabiliyor, ki attığı 2 golün 1'i bu şekildeydi. 2 gole bir de asist ekledi ve maçın adamı oldu. Görünen tek eksiği zayıf fiziği ve oyunda devamlılığı sağlamakta zorlanması.

İlerleyen yıllarda adını sıkça duyacağımızı umduğum bu genç yeteneğin 2013 yılına kadar Ordusporla sözleşmesi bulunuyor.

Yabancı transferinde oldukça başarılı olan, Jerry Akaminko ve Bruno Mezenga gibi referanslara sahip Orduspor'u bu transfer sayesinde bir kez daha tebrik etmeliyiz.

14 Eylül 2010 Salı

Sami Yen'de Bir Gölge Adam

Metin Oktay'ın ölüm yıldönümünde kimseden "Metin gibi" oynaması beklenmiyordu elbette, fakat en azından taraftarı kandırmaya kimsenin hakkı yok. Mustafa Sarp'tan bahsediyorum. Sadece dün akşam oynanan Galatasaray-Gaziantepspor maçından ibaret değil bu eleştirim. Sarp uzunca bir süredir ısrarla sorumluluk almaktan kaçarak oynuyor.

İmkanım olsa, kendisine sormak isterdim bunun nedenini. Neden maç boyu gölge pres yaptığını, orta sahada gözünün önünde bomboş koşu yapan rakip oyuncuyu neden takip etmediğini, sadece 1 senede neden bu kadar değiştiğini sormak isterdim mesela.



Empati yapmaya çalışıyorum. Futbol için geçkin sayılmaya başlayan bir yaşta geldi Galatasaray'a. Rotasyonu tamamlayacak, Mehmet Topal'ı yedekleyecek oyuncu olarak düşünülürken, üstün performansı, sürpriz golleri ve Rijkaard'ın da sürekli şans vermesiyle bir andan ilk 11'in değişmezi oldu. Fakat onun adına olumlu olan bu durum Sarp'ın hiç de alışkın olmadığı bir durumla yüzyüze bıraktı kendisini. Henüz aralık ayına gelindiğinde, Bursaspor ve Ankaraspor'da 1 sezon boyunca oynadığı maç sayısına ulaşmıştı bile. Bu mental yorgunluk, takımın da düşüş içine girmesi ve mevkidaşlarının düşük performansı, Mustafa'nın da düşüşüyle sonuçlandı. Üstüne bir de kariyerinde ilk kez tanıştığı taraftar baskısı, Mustafa'yı artık top almaktan çekinen, "benden çıksın da nereye giderse gitsin" düşünce yapısına sahip bir adama dönüştürdü. Hakeme itiraz ederken formasını yırtan bu hırslı adam, 90 dakika koşmadığı, pres yapmadığı, sorumluluk almadığı ve 1-0 kaybedilen Fenerbahçe maçı sonrası ilk deparını soyunma odasına giderken adam ruhsuz bir adama dönüştü.

Geçen sezonun sonuna iyimser bir gözle bu bahaneleri göz önünde bulundurarak bakabilirdik. Tabi Mustafa bize o performansının aynını, henüz çok başında olan yeni sezonda da izletmeseydi. Hala, Neill ve Servet defanstan top çıkarmaya çalışırken boşa çıkmayan, es kaza topu alırsa bir an önce beklere, ya da gerisin geri stoperlere aktaran, görünürde oynayan, 2010 model bir Maldonado var sahada. Basında Maldonado kadar eleştiri yağmuruna tutulmamasını sebebi iki futbolcudan beklentiler yalnızca.

Ligin ilerleyen zamanlarında Lorik Cana'nın form tutarak orta sahadaki 3 formadan birini alacağını, ve diğerinin sahibinin de Misimovic olacağını öngörebiliriz. Yabancı sınırı dolayısıyla, ortada 1 orta saha forması daha var ve 3 adaydan Rijkaard'ın en çok şans verdiği Mustafa'da durum böyle. Bir an önce Galatasaray'a ilk geldiği günlere dönmesi dileğiyle.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Futboldan Anladığımız

Geçtiğimiz hafta, basında ve resmi bilet satış yapan kurumun internet sitesinde açıklanan 2 ayrı müsabakanın bilet fiyatları gerçekten ilgimi çekti. Bu müsabakalardan biri, Galatasaray'ın kendi evinde oynayacağı ve ligin 4. haftasına tekabül eden Gaziantepspor maçı idi. Bir diğeri ise, UEFA'nın uluslararası seviyede düzenlediği, 2012 Avrupa Şampiyonası elemelerindeki en kritik dönemeçlerden biri olan Belçika maçı idi. Öncelikle gelin, 2 müsabakanın bilet fiyatlarını karşılaştıralım.

Galatasaray - Gaziantepspor maçı Bilet Fiyatları:

Kale Arkası Kapalı Rakip Takım: 45,00 TL
Kale Arkası Kapalı: 45,00 TL
Kapalı Alt Grup 1: 150,00 TL
Kapalı Alt Grup 2: 100,00 TL
Numaralı Grup 1: 150,00 TL
Numaralı Grup 2: 100,00 TL
VIP 1: 250,00 TL
VIP 2: 200,00 TL
Yeni Açık Alt: 35,00 TL
Yeni Açık Üst: 35,00 TL

Türkiye - Belçika Maçı Bilet Fiyatları:

Fenerium Alt Kenar - Fenerium Üst Kenar: 20,00 TL
Fenerium Alt Orta - Fenerium Üst Orta: 30,00 TL
Maraton Alt Kenar - Maraton Üst Kenar: 20,00 TL
Maraton Alt Orta - Maraton Üst Orta: 30,00 TL
Migros Kale Arkası: 10,00 TL
Türk Telekom Kale Arkası: 10,00 TL



Belki bu karşılaştırma, sizin için bir şey ifade etmeyebilir. Ancak bence, bu bilet fiyatları, ülkemizin futbol özelinden spora bakış açısını özetliyor. Bir tarafta Avrupa Şampiyonası gibi dünyanın en önemli spor organizasyonlarından birine katılım için oynayacağımız en önemli maçlardan biri, diğer taraftan ise lokal ligimizde oynana sıradan bir lig maçı. Aradaki fark, ülkede kabul gören taraftar olgusunun bir dışavurumu adeta.

Milli maçta izleyebileceğiniz yıldızlar, 2 elin parmaklarından daha çoktur sanırım. Belçika deyip geçmeyin, Van Buyten, Kompany, Hazard, Dembele, Felliani, Lukaku gibi dünyanın en önemli liglerinde oynayan oyunculara sahip bir ekipten bahsediyoruz. Bizim ekibimizde de, özellikle 2006 Avrupa Şampiyonası'ndan sonra uluslararası arenada daha tanınır bir hal almış oyunculardan oluşmakta. (Arda, Semih, Hamit, oynamasa da Nihat, Tuncay vs. ) Ayrıca grubun genel şekline baktığımızda da Almanya'nın futbol oyununda rakip farketmeksizin genel ve doğal favori olduğunu düşünürsek, gruptaki en büyük rakibimizin Belçikalılar olduğunu söylemek yanlış olmaz. İşte böyle kritik bir maçtan bahsediyoruz.

Diğer taraftan 34 haftalık bir periyotta oynanacak sıradan bir müsabaka var elimizde. Sahadaki oyuncu kalitesinin milli maçla karşılaştırılması, komedinin en temel unsurlarından biri olurdu herhalde. Ancak, bu oyuncuları izlemenin bedellerine baktığımızda ise tam tersi bir durum ortaya çıktığını görüyoruz.



Futbol Federaasyonu, bilet fiyatlarını açıklarken, ek olarak bilet fiyatlarının neden düşük tutulduğunu da belirtti. Maça ilginin artması ve tribünlerin dolması amacıyla fiyatlar düşük tutulmuştu açıklamalarına göre. Kesinlikle haklı bir sebep, çünkü ülkemizde, taraftarlık davranışını gösterecek ortamı görmeyen futbol seyircilerini bir maça çekmek hemen hemen imkansızdır. Bu durum da , bizim futboldan ne anladığımızı açıkça ortaya koyuyor.

Net olarak görülen, neredeyse hiç kimsenin sahada oynanan futbol kalitesiyle ilgilenmediğidir. Yoksa Galatasaray - Gaziantep maçı ile Türkiye - Belçika maçı kalitesini karşılaştırmak ahmaklık olurdu. Ancak bu ülkede tribüne giden insanların asıl amacı maç seyretmek olmadığı, salt gönül verdikleri renklere destek olmak olduğunu bu donelerle söyleyebilmekteyiz sanırım. Zaten tribünlerin en sevilen simalarının sahaya arkası dönük reisler olması da futboldan ne anladığımızın kısa bir özeti..

2 Eylül 2010 Perşembe

Galatasaray'daki Tek Sorun, Kadro Yetersizliği mi ?

Galatasaray teknik direktörü Frank Rijkaard, geçen sezonun son maçından sonra ve bu sezon Avrupa Ligi'nden elenişten sonra, kadro yetersizliğinden bahsetmişti. 2 Eylül 2010 tarihli Fanatik Gazetesi'ndeki yazısında birkaç tabloya yer veren Hakan Can, uzun süredir planlanan yazımı erkene almam konusunda bana ilham verdi. Rijkaard'ın Galatasaray'daki başarısızlıklarından sadece geçen yıl Atletico Madrid'e Avrupa Ligi'nde boyun eğilmesine bir şey söylenemez. Bunun dışındaki tüm başarısızlıklar (TSL 3.'lüğü, Türkiye Kupası'ndan eleniş, bu yıl Avrupa Ligi'nden eleniş. ) sadece kadro yetersizliğine bağlanabilir mi, gelin birlikte bakalım ...



İlk olarak en son başarısızlıktan başlayalım isterseniz. Galatasaray'ın Avrupa Ligi'nde gruplara dahi kalamaması, gerçekten kabul edilemez bir durum. 19.5 milyon avroluk bir takım olan, Ukrayna gibi bir ülkede dahi 6. en değerli takım olan Karpaty'ye elenmek, sadece kadro yetersizliğiyle açıklanabilecek bir durum değildir. Özellikle deplasmanda oynanan maçta oynana silik futbol, Galatasaray'ın en kötü zamanında bile göstermeyeceği bir performanstı. Maçtan sonraki basın toplantısında kadro yetersizliğinden dem vuran Rijkaard'a, eğer ben soru soran bir gazeteci olsaydım, şu soruyu yöneltmeyi çok isterdim:


' Eğer kadroyu yetersiz buluyorsanız Sayın Rijkaard, bugün sizi Avrupa dışına iten Karpaty takımından hangi oyuncuyu alıp, bugün oynayan herhangi bir oyuncunun yerine koyardınız ? Yani sizinki değil de, Karpaty'nin kadrosu mu yeterli ?



Geçen yılki lig başarısızlığına baktığımızda da benzer bir tablo ortaya çıkıyor. Öncelikle, alternatifleriyle beraber Galatasaray kadrosuna bir göz gezdirelim;

Leo Franco ( Aykut )
Sabri (Uğur) - Servet (Gökhan Zan) - Neill (E.Güngör) - H.Balta (Caner)
Keita (Gio) - Elano (Ayhan) - M.Topal (M. Sarp) - Arda (Barış) - Kewell (E.Çolak)
Baros (Jo)

Bu oyuncuların yanında rotasyonda kullanılan Aydın, E.Aşık, Ufuk gibi oyuncular da vardı. Yaklaşık 140 milyon avro'luk bir kadroyla mücadele etti Galatasaray 2009 - 2010 sezonunda. Şampiyon olan Bursaspor'un, Galatasaray'a göre kadrosu daha mu güçlüydü sizce ? 40 milyon avroluk bir kadroyla, bedelsiz yapılan yabancı transferleriyle, kariyerleri büyük takımlarda tutunamamışlığı simgeleyen yerli oyuncularla şampiyonluğa ulaştı Bursaspor. Ve 2 senede transfere harcadığı toplam rakam, Galatasaray'ın 9'da biri kadarını teşkil ediyor..



Bir diğer ilginç veri de, Hakan Can'ın dikkat çektiği tablodan geliyor. Geçen sezon ilk 6 haftayı galibiyetle kapatan Rijkaard'ın ekibinin, ilk puan kaybından sonraki gelişimine bakınca, bu yılın ilk üç haftasını da göz önünde bulundurduğumuzda, genel sıralamada 6. sırayı alabiliyor Galatasaray. Üzerinde, Bursaspor, Beşiktaş, Fenerbahçe, İBB ve Trabzonspor var. Bunların arasından, bu tabloda Galatasaray'a 7 puan fark atan İBB'yi ele almak istiyorum.



Alman web sitesi transfarmarkt.de'ye göre bu yılki toplam değeri 24 milyon avro olan bir ekip İstanbul Büyükşehir Belediye ekibi. Türk ekiplerinin değerleri sıralamasında 13. sırada yer alıyor. Ve değeri, Galatasaray'ın 5'te biri kadar. Rijkaard'ın ligdeki başarısızlığı kadro yetersizliğine bağlamasına en çok karşı çıktığım nokta da bu. Yıllardır 2. liglerde top koşturan oyuncuları transfer ederek kendi ekibinin kendi gelişimini sağlamaya çalışan Abdullah Avcı'nın ekibi, TSL için yeterli, ancak Rijkaard'ın ekibi TSL için yetersiz (mi yani ?)..

Galatasaray'ın son zamanlardaki başarısızlığının bedelini sadece Rijkaard'a bağlamank büyük bir haksızlık olur. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, transferleri geç yapan, her yıl revizyona gitmeyi tercih eden, sürekli kaos yaratan bir yönetimle başarıya ulaşmak, pek tabi ki çok zor büyük hoca için. Ancak katılmadığım demeci, Galatasaray'daki tek problemin, kadro yetersizliği olduğudur..