30 Aralık 2010 Perşembe

Trabzonspor'un Transfer Politikası: Şota Örneği

2010-2011 sezonu Ocak Ayı Transfer Sezonu'nda kadrosuna takviye yapmak isteyen, lig lideri Trabzonspor'un listesine baktığımızda, Güney Amerikalı oyuncuların çokluğunu görmekteyiz. İlk yarı devam ederken, büyük umutlarla transfer edilen Teofilo Gutierrez'in yönetimden izinsiz olarak ülkesine dönmesi sonucunda, Trabzonspor yönetimi, ileri uçta görev yapacak bir oyuncu araştırmasına başladı. Fakat kulüp yönetiinin,bu araştırma sürecinde atladığı nokta, alınacak oyuncunun ne türde bir kültürden gelidiğine dikkat etme zorunluluğudur.



Son yıllarda net olarak görülen, birkaç sıradışı örnek haricinde, ülkemize gelen Güney Amerikalı oyuncuların sürekli sorun çıkardığıdır. Trabzonspor da, bu konuda en çok çeken takımlardan biridir. Yukarıda da belirttiğim gibi, yönetimin şu an forvet aramasının sebebi, Güney Amerikalı Teofilo'nun nedensiz bir şekilde takımdan ayrılmasıdır. Ayrıca, 30 Aralık 2010 tarihinde başlayan Antalya Kampı'nın ilk gününde kampa katılmayan oyuncuların Jaja, Colman ve Alanzinho olması da, Trabzonspor yönetiminin yeni oyuncu transferinde göz önünde bulundurması gereken bir ayrıntı.



Trabzonspor tarihine baktığımızda, en başarılı yabancı oyuncunun Gürcistan patentli Şota Arveladze olduğunu görmekteyiz. Şota tabi ki çok yetenekli ve ahlaklı bir sporcu olduğu için başarılı oldu, ancak Trabzonspor özelinde başarılı olmasının en önemli sebebi, Karadeniz Kültürü'ne çok uzak olmamasıdır. Sadri Şener, bir röportajında, şu açıklamalarıyla yabancı oyuncu transferlerinde yaşadığı sıkıntıyı anlatmaya çalışmıştı :

'Yıldız sayılabilecek bir oyuncu ile anlaşıyoruz. Adam önce İstanbul'a uçuyor, orada birkaç gün kalıyor, büyük şehir örneğini görüyor. Sonra ona, İstanbul'dan daha 2 saatlik bir uçak yolculuğu ile Trabzon'a varacağımızı söylüyoruz. Orda zaten biraz bozuluyor. İstanbul'u gördükten sonra, Trabzon'daki hayat adamı kesmiyor. Bu sebepten, biz oyuncularımıza, izin günlerinde İstanbul'a gitmeleri için her türlü kolaylığı sağlamaya çalışıyoruz. '



İşte tam da bu noktada, Şota için Trabzon'da yaşamak gayet normal bir durum oldu. Ancak Güney Amerikalı hatta Orta Avrupalı oyuncuların Trabzon'daki hayata alışmaları gerçekten zaman alıyor.

Ligdeki konumu ve Şenol Güneş farkı ile tam bir takım olan Trabzonspor'un yeni transferinin de bu havayı bozmayacak bir isim olmasında dikkat edilmeli. Listedeki Güney Amerikalılar yerine, son günlerde adı Trabzonspor'la anılan, Liverpool'da top koşturan Sırp Jovanovic, Trabzonspor için çok daha doğru bir isim olacaktır..

22 Aralık 2010 Çarşamba

2010-2011 Spor Toto Süper Ligi İlk Yarı Panaroması

2009-2010 sezonu sonunda ortaya çıkan süpriz tablo, birçok Anadolu kulübünün ligin üst sıralarına tırmanmak için olan iştahını arttırmıştı. Bursaspor'un İstanbul büyüklerine ile karşılaştırıldığında gayet mütevazi bir kadro ve bütçeyle ligin zirvesine oturması, ligin çehresini tamamen değiştirdi.



Birçok futbol yorumcusu, bu değişimin sadece bir senelik geçici bir durum olduğunu savundu, ancak 2010-2011 sezonu ilk yarısına baktığımızda, Türkiye Ligi'ndeki Anadolu devrimi aynen devam etmekte. Geçen sezonu Türkiye kupasıyla kapatıp, son maçta şampiyonu değiştirerek 'Yılın Etkili Elemanı' olarak gösterilen Trabzonspor, Şenol Güneş önderliğinde ligin zirvesinde. 3 büyükler, birbirlerinin başarısızlığı sayesinde ağır eleştirilerden şimdilik korunmakta gibi gözüküyor. Düşünün ki 2 kez Avrupa'dan elenmiş, ligde de büyük bir puan farkı ile 3. sırada olan Fenerbahçe'de bile, ortada bir kriz ortamı yok. Çünkü ezeli rakipleri Galatasaray ve Beşiktaş, gayet başarısız grafiklerini korumada büyük başarı göstermekteler.

Ligin marka değerinden dem vuran bizler, bunun en basit sonucu olarak, Avrupa'da Aralık ayı itibari ile kaç takımla temsil edildiğimize bakmamız, vaziyeti gözler önüne sermeye yeter sanırım. Sadece Kupa 2'de temsil edilen Türkiye'den Beşiktaş'ın bu ligde yalnızları oynaması, ülkemiz futbolunun kalitesini ortaya koymakta.

Tabi ki durum bu kadar da karanlık değil, en azından bu coğrafya sınırlarında. Kuruluşundan beri belki de ilk kez böyle büyük bir rekabete sahne olan Türkiye Ligi'ni heyecan ile seyretmekteyiz. Anadolu ekiplerinin gelirlerinin artması ve yeni jenerasyon Türk teknik direktörlerin başarıları sayesinde artık İstanbul'a gelip 3 puan almak rüya değil. Galatasaray'ın iç saha puan durumunda 17. sırada olması, son günlerini yaşayan Ali Sami Yen Stadyumu'nun rakipleri için ne denli güzel bir mekan olduğunu göstermekte.

İlk 17 haftanın resmi bu. Şimdi buyrun, ilk yarının 'en'lerine hep beraber bakalım ...

İlk Yarının Teknik Direktörü : Şenol Güneş

Hiç elim titremeden yazabildiğim bir isim Şenol Güneş. Düşünün ki 2004 Avrupa Şampiyonası elemeleri sonunda Milli Takım görevinden kovulduğunda, Türkiye'deki kariyer sorgulaması saç stili seviyesine kadar düşmüştü. Ancak Güney Kore deneyiminden sonra daha da bilgeleşerek memleketine dönen Güneş, kadrosundaki tüm oyunculardan yüzde yüz seviyede verim almayı başarmakta. Sportif başarı haricinde, mantıklı açıklamaları ile tüm futbol dünyasını eğitmeye devam ediyor. Bursaspor deplasmanından sonra Engin Baytar'un saha ortasında üçlü çektirmesi ile ilgili olarak 'Cenaze evinde düğün olmaz, Engin hata yaptı' demesi, kariyerinin en başarılı dönemini geçiren yine Engin ile ilgili olarak 'Biz onu yukarı çekmeye çalışıyoruz, o bizi aşağıya çekmeye başlarsa futbol hayatı biter.' demesi, oyuncuları üzerinde nasıl bir babacan otoriteye sahip olduğunu gösteriyor. Türk Spor basını da şu günlerde ona iade-i itibara hazırlanıyor..



İlk Yarının Altın 11'i

Kaleci: Onur Kıvrak

Performansını bile göz önünde bulundurmasanız, ilk yarının düzenli olarak oynayan kaleciler arasında en az gol yiyen kalecisi. Geniş çerçevede baktığımızda ise, Şenol Güneş gibi efsane bir kalecinin direkt onu kalede tercih etmesi, onun ne denli yetenekli olduğunun bir teminatı. İlk Yarı'da performansı ile göz doldurdu, yeni dönem Ulusal Takım'da Volkan Demirel'e önemli bir rakip olduğunu gösterdi.

Savunma Dörtlüsü: Serkan (TS)-Egemen (TS)-Ömer Erdoğan (Bursaspor)-Hasan Ali Kaldırım (Kayseri)

Serkan ve Ömer'in yüksek performansları, adeta 2. baharı andırmakta. Serkan, Gençlerbirliği yıllarından sonra en yüksek performansını sergiliyor. Özellikle defansif yönlerini de geliştiren Serkan, Ulusal Takım'da Sabri ve Gökhan Gönül ile aynı pozisyonu paylaşmanın şanssızlığını yaşıyor. Ömer Erdoğan, takımının liderliğini yapmaya devam ediyor. Özellikle Sağlam Hoca'nın özel taktiği sayesinde takımının hücum gücüne de yardımcı olan Ömer, kariyerinin son yıllarında, en verimli dönemini geçiriyor. Egemen, eski bir Bursasporlu olarak Ömer gibi yüksek bir performans sergiliyor. Tekniğinin çok yüksek olmamasına rağmen, mücadelesi ile takımını zirvede tutunmasında büyük bir yardımda bulunuyor. Hasan Ali ise Kayseri'nin başarıyla uyguladığı gurbetçi arama ağına takılan değerli bir isim. Sol kanatta savunma-hücum dengesini mükemmel olarak dengeleyen Hasan Ali, Ulusal Takım'ın sorunlu bölgesi olan sol beke bir çare olabilir. Hiddink de Hasan Ali'ye olan ilgisinden bahsetmişti özellikle Kayserispor - Beşiktaş maçı öncesinde ve sonrasında. Hiddink projesinin içinde bulunacak isimlerden birisi olacağı şüphesiz.

Orta Saha Dörtlüsü: Selçuk (TS)- Alex (FB)- Guti (BJK)- Ergiç (Bursaspor)

Guti'nin ligimizin değerini bir tık arttırdığını söylememek futbol cehaleti olurdu herhalde. Ayrıca bu deneyim, Guti için de çok yeni. Tüm kariyerini Real Madrid'de geçiren İspanyol yıldız, ilk kez bir takımın en önemli oyuncusu rolünü üstleniyor ve bu durumdan zevk aldığı her halinden belli oluyor. Alex'in 7 senelik Türkiye kariyerine baktığımızda, bu listede olmasının süpriz olmadığını görebilirsiniz. Aykut Kocaman ile yaşadığı gerginlikler, performansını biraz daha arttırdığı söylenebilir. Bu durum Aykut Hoca'nın başarısı olarak sayılabilir mi, tabi ki bir tartışma konusu. Tek gerçek olan, Alex'in gol ve asist krallığı sıralamasında gene ligin tepesinde olduğudur. Selçuk ve Ergiç de, ön liberosuz oynayan takımlarında, ekiplerinin savunma ve hücum dengesini sağlayan en önemli oyuncular. bu iki ekibin de ligin tepesinde olduğunu düşünürsek, ilk yarıda harika işler çıkarttıklarını söylemek doğru olur.

Hücum İkilisi Emenike (Karabük)- Niang (FB)

Geçen yılın bir alt liginin gol kralı olan Emenike'nin, hemen bir yıl sonra aynı performansını bir üst ligde devam ettirmesi, onun ne kadar önemli bir golcü olduğunu gösteriyor. ÖZellikle, takımının bir diğer temel taşı olan Cernat'ın sakatlanmasından sonra da aynı performansına devam eden Emenike'nin Nijerya Ulusal Takımı'na henüz davet edilmemesi, bizim yöneticilerimizin üstünde durması gereken bir durum gibime geliyor. Fenerbahçe belki son yıllarda en önemli ve en doğru transfere imza attı. Çünkü Avrupa çapında belki de performansı en garanti oyunculardan biri olan Niang'ı takımlarına kazandırdılar. Fenerbahçe özelinde güzel olan taraf ise, Niang'ın Türkiye şartlarına çok kısa sürede uyum sağlaması oldu. Bu performansı ile takımının son 2-3 kötü yabancı golcü deneyimi unutturdu Niang.

İlk Yarının Takımı: Trabzonspor

Geçen yıl önce Türkiye Kupası'na uzanan, daha sonra da son hafta Şükrü Saraçoğlu Stadı'ndaki onurlu performansı ile ligin şampiyonunu değiştiren Güneş'in ekibi, bu yıl ligin tozunu atmayı başarmakta. Bu başarısının en önemli mimarı tabi ki saç uzmanlarının nefret ettiği Şenol Güneş.



İlk Yarının Hayal Kırıklığı: Galatasaray

Bu hayal kırıklığı sadece ilk yarı sonucunda yaşanmıyor tabi ki. Son 5 sende 6 teknik adam değiştiren, her yıl sonunda revizyona giden bir ekip haline geldi Galatasaray. Halbuki başarının anahtarı kendi tarihinde yatıyor. Türk Futbbolu'nun zirvesini yaşadığımız 1996-2002 yılları arasında sadece 2 teknik adamla çalışan ve kadrosunu hemen hemen koruyan Galatasaray, bu süreçte 4 şampiyonluk, bir UEFA Kupası, bir Süper Kupa, bir de Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali başarısı kazanan bir ekip idi. Galatasaray'ı yöneten 'uzmanlar'ın, sadece Galatasaray tarihinde feyz almaları yeterli olacaktır.



***

Dileriz ki, ikinci yarı, ilk yarıdan çok daha heyecanlı ve çekişmeli geçer, biz de futbol kamuoyu olarak sadece futbolunda kalitesi ile ilgileniriz..

19 Aralık 2010 Pazar

5 Sezon Önce vs Bugün, Aydın Yılmaz

Takvimler 2006 yılının Ocak ayının 22'sini gösterirken Türkiye 1.Ligi'nde 2.yarının ilk haftası oynanıyordu. Zirvenin iddialı ekiplerinden Galatasaray, zorlu Konya deplasmanındaydı ve maçın sonu gelmesine rağmen galibiyeti getirecek skoru bulamamıştı. Mücadele 0-0 devam ederken 84.dakikada teknik direktör Erik Gerets 18 yaşındaki yetenek Aydın Yılmaz'ı oyuna aldı. Genç oyuncu maçın uzatmaları oynanırken attığı golle takımına kritik bir galibiyet kazandırırken, Türkiye'ye de kendini tanıtıyordu.

Bugün tam 5 sezon olmuş o günden beri. Galatasaray yine Konya deplasmanında, skor yine 0-0 iken 80.dakikada teknik direktör Gheorghe Hagi oyuna Aydın Yılmaz'ı aldı. Bu ilginç tesadüf, Aydın'ın gelişimini göstermesi açısından maalesef çarpıcı bir resim. Aydın hala 23 yaşında ve çoklarının aksine bence hala gelişebilir. Bunu kendisi fark etsin yeter.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Ali Sami Yen'e Veda

Konuk yazarımız Hıfzı Rıza Çıkıkçı'ya Ali Sami Yen ile ilgili hatırası için teşekkür ediyoruz.

İnsanı hayatında oyalayacak şeyler azaldığında aklına gerçek aşkı gelir derler. Öyle bir dönemdeyiz tam da tesadüfle 2 dostumla daha birlikte. Sene 2006, kupada Kadıköy'de 2-1 verdiğimiz maçın rövanşı var. Var da ben İzmir'de yaşıyorum, haliyle maç hafta içi, eczacılık öğrencisiyim laboratuvar dersim var maç günü, gitmezsem kalacağım, ertesi gün sınav var derken fazla uzatmayayım tek yol aksam uçakla gitmek. Maçtan sonra da otobüse atlayıp dönmek. "Gider miyiz gideriz tabi oğlum" diye bir arkadaşı daha gazlayıp, İzmir'den atlıyoruz uçağa. Saati çok kritik ama, indikten 1 saat sonra maç var. Eh indik uçaktan. Bindik taksiye trafik muazzam tıkalı, şoför abi de bizden çıktı bütün numaralarını sergiliyor ama yok mümkün değil. Neyse maça 10 dk kaldı otobandan Sami Yen'e ayrılan yolda tamamen durdu trafik. Dedi "İnin yürüyün", daha çabuk gidersiniz. "Tamam" dedik atladık. Başta 3 kişiydik dediklerimin diğer 2si de bizi bekliyorlar durmadan söverek, mesajlar falan. Bir koşuşumuz var arabaların arasından, yönetim görse Ribery kaçtı diye üzülmeyecek. Düdük çaldı çalacak büfede yakaladık bizimkileri kan ter, kalan biraları sallayıp sprinte devam, devam da statta da izdiham. Zaten 2 saat önceden gelsek zor yer bulacakmışız eski açıkta. Yarı görür yarı görmez ama hep bağırır, gollere sevinir görmese de vaziyetinde rüzgar gibi geçti maç. 3-2 aldık ama elendik.

Çıktık bindik döndük. Hiç olmamış gibi. Rüyada sevdiğini görürsün ya hani, hem sevindiren hem üzen rüyalardır onlar, kalbin deli gibi uyanırsın bir de bakmışsın geçmiş herşey öyle işte. Sevgili ya adı üstünde seviyosun ya işte üzse neolacak ki. Sevmişsin ya sevindirmiş ki. Ağlatmış ya sevinçten. Ben o yolları koşmuşum da nolmuş. E aşıksam ben sana, seni var eden adama ,senin yaşadığın yer olan mabede de aşığım tabi ya. Benim de evimdi orası. Biliyorum bu yüzden gidişat kötü bu yıl çok üzülüyosun evinden ayrıldığın için, ağlıyorsun, bizi de ağlatıyosun ama 'etme' demiş Mevlana, sen üzülürsen biz ölürüz be Galatasarayım. Yeni evimizde çok daha güzel şeyler yaşayacağız üzülme. Birlikte alışacağız. Orası da yuvamız. Bu arada seni çok özledim. Sevgiler , saygılar...

7 Aralık 2010 Salı

Attila Gökçe


Spor yazarlığı, Türkiye'de en çok talep edilen mesleklerdendir. Hatta futbola meyli olan herkes kendini bir miktar spor yazarı da görür. Milletçe en iyi bildiğimize inandığımız daldaki uluslararası başarısızlıklarımız küçük bir tezat olarak arka planda kalmaya devam etsin. Çünkü bu yazının konusu Atilla Gökçe.
Ustayı yıllardır okurdum da, canlı dinlemek, daha yakından tanımak yepyeni bir deneyim oldu benim için. O an, spor yazarlığında birikimin ne denli önemli bir basamak olduğunu daha iyi kavradım. Zira karşımda ayaklı bir kütüphane, yürüyen derya deniz duruyordu. Son derece mütevazi, bir o kadar da babacan, "o anlatsın siz sabahtan akşama dinleyin" insanı. Söyleyişisinin konusu "Olimpiyatlar ve Olimpizm Ruhu" idi fakat o kabından taşan deneyimlerinin akıp gitmesine engel olmayarak dinleyenlere fevkalade bir söyleşi sundu. Dile kolay, öğrencilik yıllarında başlayan ve 46 yıla ulaşan mesleki tecrübe. Kah 82 olimpiyatlarına götürdü bizi, kah bugünün şımarık futbolcularından dert yandı.
Nüfusu gün geçtikçe artan, ve 1 günde tepeden iniveren, 2 lafı biraraya getiremeyen futbolcu eskilerinin sayısının gün be gün arttığı spor yazarları ailesinin duayenlerinden sevgili Atilla Gökçe'ye Bandiera's'ın saygı duruşudur bu.

11 Kasım 2010 Perşembe

Güneş Doğu'dan Yükselir

Şu günlerin popüler isimlerinden biri Şenol Güneş. Takımı Trabzonspor'u 12. haftada oynayacağı Bursaspor maçından sonra ligin zirvesinde taşıma şansı oldukça yüksek. Ayrıca, son Galatasaray galibiyetinden sonra da kendi sahasında uzun yıllar sonra 3 İstanbul büyüğünü de yenmeyi başarmış oldu. Bu yazıda, Şenol Hoca'nın bugünkü başarılarından çok, özellikle 2002-2004 yılları arasında ülke futboluna verdiği katkının altını çizmeye çalışacağım ..




2010 Dünya Kupası'na, kupanın kazananından sonra damga vuran takım, hiç kuşkusuz ki Alman Ulusal Takımı idi. Birçok ünlü spor yorumcusunun da belirttiği üzere, hocaları Löw'ün en büyük başarısı, Alman Takımı'nın jenerasyon değişimini mükemmel bir şekilde yapmış olduğuydu. Ümit Milli Takım'dan aldığı yetenekli oyuncuları Dünya Kupası sahnesine koymaya cesaret eden Löw, bu operasyonunda başarılı oldu, ve kupanın İspanya ile birlikte göze en hoş gelen futbolunu oynayan takım oldu. Biz de benzer bir jenerasyon değişimini 2003 Konfederasyon Kupası'nda Şenol Güneş yönetiminde yaşamıştık.




Tabi ki Dünya Kupası ve de Konfederasyon Kupası, önem bakımından karşılaştırılamaz bile. Ancak Şenol Hoca, basının tüm tepkilerine rağmen 3 büyükler haricinde birçok ekipten genç oyuncuları Fransa'ya götürerek, jenereasyon değişikliğinin en güzel örneklerinden birini verdi. O dönemde Anadolu'da top koşturan birçok genç oyuncu,büyük takımlara bu turnuvadan sonra transfer olmuşlardır. Bu isimler arasında, Deniz Barış (Gençlerbirliği), Servet Çetin (Denizlispor), İbrahim Toraman (Gaziantepspor), Selçuk Şahin (İstanbulspor), Necati Ateş (Adanaspor), Serkan Balcı (Gençlerbirliği) gibi isimleri sayabiliriz. Sakaryaspor'dan Fenerbahçe'ye o sezon transfer olan Tuncay Şanlı'da Güneş sayesinde Dünya Arenası'na çıkma şansı buldu ve turnuvada attığı 3 golle Gümüş Top ve Gümüş Ayakkabı ödülü kazandı.




Löw'ü 2010 Dünya Kupası'ndan sonra yere göğe sığdıramayan basınımız, 2002-2004 yılları arasında, genel olarak Şenol Güneş'in jölesiz saçlarıyla ilgilendiler. Şenol Hoca ve oyuncuları için bu durum büyük bir avantajdı, çünkü Şenol Hoca bu durumu bir motivasyon noktası olarak kullandı. Uzak Doğu deneyiminden sonra aramıza daha bilge bir öğretici olarak dönen Şenol Güneş'in daha nice başarılarını göreceğiz gibi geliyor bana. Ve öyle de umut ediyorum ..

10 Kasım 2010 Çarşamba

Antep Centilmeni

FairPlay hayatımıza girdiğinden, daha doğrusu önemi vurgulanmaya başladıktan beri çok kerelerce takımlarımızı centilmenlik yaparken izledik. Rakip oyuncunun sakatlandığı anda hakem oyunu durdurmamışsa eğer topu taca atıyor günümüzde oyuncular. Tabi bu noktada iyi niyeti sorgulamadan geçemeyeceğim. Çünkü bazıları, topu rakibin en dezavantajlı şekilde başlaması amacıyla korner direğinin dibine yollama samimiyetsizliğini gösterebiliyorlar. İnandırıcı bulmuyorum böylelerinin centilmenliklerini. Rakip takımın kalecisine gönderenlere sözüm yok elbette.

Geçtiğimiz hafta oynanan Ankaragücü-Gaziantepspor maçında ise, ~sanırım tartışma, hakaret ya da hakemle ilgili herhangi bir şey içermediği için medya tarafından ilgi çekmeyen~, alışık olmadığımız bir centilmenlik örneği sergilendi. Maçın 72. dakikası oynanırken skor 0-1 Gaziantepspor lehineydi. O dakikada Ankaragücü'nün Polonyalı oyuncusu Zewlakow sakatlanarak oyun dışında kaldı. Yerine Theo Weeks girmek için saha kenarına geldiğinde, top uzunca bir süredir Gaziantepspor'un kontrolündeydi. Kısa paslarla oyunu soğutuyordu Güney ekibi. Ankaragücü ise 1 kişi eksik oynamanın dezavantajıyla bir türlü istediği presi yapamıyor ve topu kapamıyordu. Fakat o anda sahneye Serdar Kurtuluş çıktı. Rakip takımın sahada 10 kişi kalmasının adil bir durum olmadığını düşünen genç oyuncu, topu dışarı atarak fair playe yakışan bir davranışta bulundu. Sahalarda görmeye alışık olmadığımız bu hareketi Ankaragüçlüler dahi anlamakta zorlandı. Buradan naçizane kendisini kutluyor, futbolumuza güzellikler kattığı için teşekkür ediyorum.

28 Ekim 2010 Perşembe

Fenerbahçe 0 - 0 Galatasaray


10 senedir Kadıköy'deki her maça kazanmak için giden Galatasaray bu kez tam bir kaos içinde ve beraberliğe de hayır demeyecek şekilde gitti Kadıköy'e. Hagi'nin kafasındaki ilk plan önce kaybetmemekti; fakat oynamak istedikleri oyunu mükemmelleştirdiler ve istediklerini aldılar hatta ve hatta galibiyeti kaçıran taraf da Galatasaray'dı.

Aykut Kocaman bir önceki hafta Konya deplasmanında uygulamaya koyduğu ve gayet iyi bir dönüş aldığı ön liberosuz 4-2-3-1 düzeniyle çıktı sahaya, lakin tek farkla. Konya'da Özer'in talihsiz sakatlığından sonra oyuna giren ve sahanın tartışmasız yıldızı olan Semih'i yanında oturtup Alex'i sahaya sürdü Kocaman. Alex'in önceki derbilerdeki performansı Kocaman'ın ona yönelmesindeki esas etkendi şüphesiz.

Galatasaray Rijkaard'ın gönderilişi, Hagi'nin göreve gelmesi derken tam bir belirsizlik ve kaos içinde geldi maça. Hagi yardımcısı Tugay Kerimoğlu'nun da yardımıyla bu maça özel bir planla çıktı maça. Takımla sadece 2 idmana çıktıktan sonra gelen maçta Hagi Rijkaard'ın futbolundan çok uzak bişey oynatmadı. Bu demek değil ki, Hagi hep böyle oynayacak. Dedik ya, bu plan sadece bu maça özel bir plandı.

Hagi 4-3-3 dizilişiyle çıktı maça. Kusursuz bir alan savunması yaptı, rakibin pas kanallarını çok iyi kapattı. Maç boyunca arkadaki 4'lü hattı çıkartmadı hiç Hagi. Neill maç boyunca sertlik dozu yüksek bir şekilde yakın oynadı Niang'a. Önlerinde Cana vardı, oynadığı bölgede oyunun tek hakimiydi, Alex'e nefes aldırmadı, tekmeye de kafasını soktu, şuta da siper oldu. Fransa'dan çok iyi bildiğimiz Cana'yı izletti bize. Hani spiker dedi ya Galatasaray orta sahada sanki 1 kişi fazla oynuyor, işte o adam Cana'ydı. Onun hemen önünde sağda Sarp, solda Ayhan vardı. Bu iki isim de Hagi'nin uygulattığı, son derece başarılı alan savunmasında alanlarını iyi kapattılar, iyi pozisyon aldılar. Bunu söyleyeceğimi pek zannetmezdim ama Cana'nın oyundan çıkmasının ardından onun yerini dolduran Sarp o bölgede savunma anlamında oldukça iyiydi. Sağ kenardaki Elano ve sol kenardaki Misimovic'in rolü farklıydı. Takım hücuma çıkarken oyunu direk kenarlara açıp oyun kurma görevini de bu iki isme vermişti Hagi. Bu iki isim de yaptıkları 2ye 1'ler ve oyun zekalarıyla takımlarını rahatlattılar ve takımı hücuma taşıdılar. Forvet bölgesinde Galatasaray'ın 1. ve 2. isimleri Baros ve Kewell'ın yokluğunda Hagi kimilerinin beklediği gibi Batdal'a değil bu maça özel kurduğu kadroda Pino'ya şans verdi. Hızı, deliciliği ve şutlarıyla etkili oldu Pino, ceza sahasına girmekten çekinse de bu maçın hücumcusu olabilecek bir oyun oynadı ama sadece bu maçın tek santrforu olabilir o ayrı. Batdal'a gelirsek, onu çok eskiden tanıyan birisi olarak net bir şekilde söyleyebilirim ki Batdal Galatasaray'ın futbolcusu değil.

Fenerbahçe'nin ön liberosuz 4-2-3-1'inde hücum anlamında bu kadar zorlanacağını pek beklemiyordum açıkçası. Ancak Galatasaray'ın alanları ve pas açılarını çok iyi kapatması, Fenerbahçe'nin hatları arasındaki bağlantıyı kopardı, Fenerbahçe'nin üretkenliğini bitirdi. Bu tarz sıkışan oyunları açmak için beklerin oyuna katkısı çok önemlidir. Fakat Elano ve Misimovic'in varlığı Caner ve Gökhan Gönül'ü daha tedbirli oynamaya itti, ikisinin de hücuma katkısı çok azdı. Pino'nun oyun yapısı da Lugano ve Yobo'nun öne çıkıp, oyunun mesafesini kısaltmasının önüne geçti. Önlerinde Mehmet Topuz Emre'ye göre biraz daha savunma yapar roldeydi. Önlerindeki Alex'in de etkisiz kalmasıyla Emre işin hücum kısmını iyiden iyiye tek başına kotarmaya gayret etti. Hal böyle olunca Fenerbahçe göbekten gelemedi. Her iki tarafın da beklerinin fazlasıyla kontrollü oyunu kenar organizasyonlarını da çok sınırladı. Solda Stoch karşısında hep Sabri'yi ve Elano veya Mustafa Sarp'ı buldu. Sadece bir pozisyonda Serkan Kurtuluş oyun girdikten sonra, onu geçip rahat oynama fırsatı bulabildi. Dia maç boyunca o fırsatı da bulamadı. Hakan Balta, Ayhan Misimovic, ve hatta sol stoper Servet Dia'ya hareket alanı tanımadı. Ön alana top taşıyamayan Fenerbahçe'de Niang tek başına bişeyler yapmaya çalışsa da Neill'ın sert savunması altında o da skoru değiştiremedi. Hücum atraksiyonları bu kadar sınırlanınca Fenerbahçe'nin tek silahı olarak duran toplar kaldı. Galatasaray duran toplarda da alanı savundu ve Fenerbahçe buradan da ekmek bulamadı.

Özellikle ilk yarı istediği her şeyi oynadı Galatasaray, sadece ikinci yarının ilk kısmında Fenerbahçe oyuna ağırlığını koydu. Galatasaray orta sahadaki mutlak hakimiyetini kaybedince Hagi Misimovic - Barış değişikliğini yaptı, bu oynayan dengelerin tekrar oturmasını sağladı. Bu dengeleri bozabilecek hamle Alex - Semih değişikliğiydi. 70'e kadar bekledi Kocaman bu hamleyi yapmak için, fakat u hamle de maçın seyrini değiştiremedi, maçın son anlarında Elano'nun yerine oyuna giren Emre Çolak'ın vurduğu daha doğrusu vuramadığı top gol olsa hem Emre için Galatasaray için adeta rüya gerçekleşmiş olacaktı ama olmadı. Emre henüz istenilen kas seviyesinde değil ne yazık ki. Bir fotoğrafa rastlamıştım geçen hafta Bale'ın 3 sene önceki bir fotoğrafı ve şu anki halini gösteriyordu, umarım Emre de o gelişimi gösterebilir çünkü ham yetenek olarak gerçekten çok üstün bir çocuk.

Maçın adamını seçecek olursak benim favorilerim iki stoper Yobo ve Neill. Bunun dışında Pino, oyunda kaldığı süre içinde Cana ve Elano da Galatasaray adına etkili isimlerdi.

2. Hagi dönemi Galatasaray için iyi başladı. Son derece organize ve taktik disiplin içinde oynayarak istediklerini aldılar. Fakat bu maç gelecek maçlar için bir yol gösterici değil kesinlikle. Bu maç için hazırlanmış özel bir planı iyi uyguladı Galatasaray. Bundan sonraki maçlar önümüzü görmek için daha belirleyici olacak.

Hangi Marka'nın Değeri ? (II. Eğitim)

Yazı dizimizin 2. bölümünde, marka değerini arttırmanın en önemli ve kalıcı adımlarından biri olduğuna inandığım eğitim konusuna değineceğiz. İlk bölümde genel bir bakış içerisinde irdelediğimiz 'akademi' kavramının ülkede neler değiştirebileceğini, diğer ülkelerde neler değiştirdiğini, spor kalitesini ve ülkedeki lisanslı sporcu sayısını nasıl arttırdığını irdeleyeceğiz.



Futbola yeteneği olan birçoklarımızın hikayesi hemen hemen aynıdır. İlkokul sıralarında aşığı olduğunuz futbolla daha yakından ilgilenmek için ailemiz tarafından yaşadığımız bölgenin yerel takımının minik takımına yazılmışızdır. İlk alınan forma, krampon, ilk oynanan maç hiçbir zaman unutulmaz. Heyecandan elimiz ayağımıza dolanmıştır. Bu güzel dönem lise sıralarına kadar devam eder, ancak ne zamanki üniversite sınavına hazırlık süreci başlar, o zaman çoğumuz iki yolun başında tercih yapmak zorunda bırakılmışızdır. Futbol oynamak ile üniversite hazırlığı aynı anda gitmez. Akşam geç saatlere kadar devam eden antremanlardan yorgun dönülür, ders çalışacak takat kalmaz kimsede. Haftasonları dershaneye mi gidilecektir antremana mı, büyük bir sorunsaldır. Bu noktada hepimiz tıkanmışızdır, çoğumuz da üniversite hazırlığını tercih etmişizdir. Bu tercih durumundan dolayı da birçok yetenekli genç, daha garanti yolu seçip yüksek öğrenim için hazırlıklarını yapıyorlar, büyük potansiyelli yetenekler de kariyerlerine başlamadan kaybolup gitmiş oluyorlar sporcu bağlamında. İşte tam da bu nokta, ülke sporu genelinde futbolumuzun en büyük problemlerinden biri.

Bu tercih noktasından dolayı da 'Akademi' kavramı ülkede acilen kurulması gereken bir sistemdir. Bu sistemin kurulması da düşünüldüğü kadar zor değildir. Farklı ülkelerin sistemlerinden öykünmek bile yeterli olabilir. Önümüzdeki örneklerden bize en yakını, Lineker'in her maçı kazandıklarını söylediği Almanlardır.



Almanlar, Euro 2000'de gruplardan dahi çıkmayı başaramayınca, futbolda yeni bir devrime ihtiyaçları olduğunu anladılar. Yeni yıldız oyuncu çıkaramadıklarını farkeden Almanlar, Federasyon özkaynaklarındaki dağılımı komple değiştirdiler. 2002 yılında açılmaya başlanan futbol akademileri, 2003 yılının sonuna gelindiğinde 366 sayısına ulaşmıştı. Almanlar, sorunu kökünden çözmek için soruna da en tabandan yaklaşmıştı. Almanların 2010 Dünya Kupası'nda herkesi kendine hayran bırakan oyununa imza atan isimlerden olanlar da (Jerome Boateng, Aogo, Kross, Özil, Khedira, Müller, Marin vs.) bu futbol okullarının öğrencileri oldu. Almanlar, sadece 5 yıl içerisinde ektiklerini biçtiler, Avrupa'nın İspanya ile beraber en yetenkli ve tüm ülkelerden daha genç bir takıma sahip oldular..



Bir başka örnek de, her konuda ,ne yazık ki, örnek aldığımız Amerikalılardan gelsin. ABD'deki 'kolej' sistemi, yani NCAA, spor yöneticiliği bölümlerinde ders olarak işlenebilecek bir konudur. NCAA'de 3 ayrı lig vardır. Bu liglerin ilk ikisinde, sporcuların burs alma olanakları vardır. Bu sayede, kolejde okuyamacak olan sporcular, ücretsiz olarak öğretimlerine devam ederler, daha az yetenekli olan oyuncular ise 3. ligde kendilerini geliştirmeye çalışırlar. Ligler arasında düşme yada yükselme yoktur, bu da bu genç sporcuları büyük baskılardan uzak tutar. Kolejlerdeki en önemli kural, derslerinde başarısız olan sporcuların takımla ilişikleri kesilir. Yani bir sporcunun sadece yetenekli olması yetmez, aynı zamanda derslerinde de yeterli olmalıdır. Ders programları hatta diyetleri bile sporcular için özel hazırlanır, ancak eğitim ve öğretimleri asla aksatılmaz. Yani ülkemizdeki gibi sadece yetenekli diye kayırılan gençler görmek imkansızdır. Bu sayede basketbolun en yüksek kalitede oynandığı lig olan NBA'e her anlamda kaliteli oyuncular yetiştirilmeye çalışılır. Genel basketbol seviyesine bakıldığında da, Amerikalıların bu konuda ne kadar başarılı olduğunu rahatlıkla görebilmekteyiz..

Bu iki örnek üzerine, gelin kendi projemizi ortaya koyalım. Ülkemizin şartlarına göre kurulacak bir sistem, ülke futbolunu çok daha ileriye götürebilir. Öncelikle, akademi kurulumu için, Federasyon gelir dağılımını toptan değiştirmemiz gerekiyor. Federasyon gelirlerinin hatırı sayılır bir bölümünü ilk kurulum sürecinde bu projeye ayırmak gerekir. Ancak asıl geliri kulüplerden almak için, gene Amerikalıların bir sistemini kendi sistemimize çevirerek uygulayabiliriz. Bildiğiniz üzere, NBA liginde her yıl 'Draft' seçmeleri yapılmakta. Draft, takımların kolejden yada liseden gelecek oyuncuların seçimine ad verilen organizasyondur. Bir sezon önce Play-off'lara katılamayan takımlar kendi aralarında çekilişle oyuncuları seçme sırasını belirlerler, diğerleri de lig sıralamasına göre yeni oyuncuları kadrolarına katar. Ülkemizde uygulayabileceğimiz sistem ise, tamamen maddi düzeneğin üstüne oturtulabilir. Yeni akademilerin kurulumu için gereken maddi gücü , kulüplere uygulanacak draft sistemiyle karşılayabiliriz. Federasyon, bir birim fiyatı belirler, daha sonra bu hisselerden en çok satın alanlara göre bir liste yapılır. Bu listenin en başından itibaren , takımlar federasyon akademilerinden oyuncu alabilirler. Draft sisteminin farklı bir varyasyonu olan bu sistem, takımların kendi geleceklerine bu şekilde dolaylı olarak yatırım yapacaklardır. Bir diğer sistem ise, her kulübün kendi akademisini kurma zorunluluğunu getirmek de olabilir. Fakat bunun için büyük bir denetim organı gerekmektedir..



Bu maddi girdilerden sonra, akademilerimiz için destinasyonlar bulmaya geldi sıra. Bu noktada ülkenin şartları göz önünde bulundurulmalı. Geçen ay ajanslara düşen bir haber, bu konudaki fikirlerimi daha da güçlendirdi. Ağrı'da polise taş atan çocuklara polisimiz plastik top atarak karşılık verdi. Çocuklar da birden taş atmayı bırakıp, topları yakalama telaşına düştüler. Bu olay bile, oradaki durumu özetliyor. Ligde oynayan Türk futbolcuların memleketlerine de baktığımızda, Güneydoğu Anadolu bölgesinin sayılar gerçekten içler acısı. Ligimizde, sadece Almanya'dan gelmiş 50 oyuncu görmekteyken, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nden sadece 20 oyuncu olması (Diyarbakır, Siirt, Batman, Mardin, Şanlıurfa, Van) durumun vehametini ortaya koyuyor. Bu bölgeye yapılacak yatırım hem bölgedeki gençlerin, sporla profesyonel olarak ilgilenmesini sağlayabilir, hem de bölgedeki negatif durumu aydınlık bir tarafa çekebilir..

Akademilerimizi kurduktan sonra, sistemlerini de kısaca belirmeye başlayabiliriz. Konumuz futbol olduğu için, biz olaya futbol çerçevesinden bakıyoruz, ancak pek tabi bu akademiler genel manada spor akademileri olarak da kurulabilir. Sistemimiz, yetenekleri bulmakla başlar. Birçok sporda, yetenekler, küçük yaşta uygulanacak birtakım testle belirlenebilmekte. Bu testlerin ülke genelinde yapılmasından sonra, yetenekleri tespit edilen gençleri akademilere çekmeliyiz. Akademi programları, bazı okulların uyguladığı sabah-öğlen eğitim sistemine göre düzenlenebilir. Mevsimlere göre yer değiştirebilecek olan programlardan bir tanesi, sporcuların normal eğitim ve öğretimlerini görecekler. Günün geri kalanında da sporcuların branşlarına bağlı olarak profesyonel hocalar eşliğinde spor eğitimlerini almaları sağlanmalıdır. Sporcuların diyetleri, uyku düzenleri, aile hayatlar gibi özel konularla da yakından ilgilenilmelidir. Bu sistemin en önemli dişlisi ise, akademinin, o bölgede yaşayan profesyoneller tarafından uygulanmasıdır. Başlangıçta eğitimciler tarafından eğitilecek beden eğitimi öğretmenleri, kendi yaşadıkları bölgelerde Türk Futbolu Devrimi'ni gerçekleştirebilirler..

Kağıt üzerinde okuduklarınız kulağa çok basit ve mantıklı gelebilir. Eminim ki, bu basit fikirlerin ilk sahibi ben değilim. Ancak uzun yıllardır, düşünülebilmesine rağmen uygulanmayan bu projelerin neden bu ülkede hayata geçmediğinin cevabı da , galiba bu ülkenin genel olarak özetini teşkil etmekte..

24 Ekim 2010 Pazar

Hagi'nin Şansı



24 Ekim 2010 tarihinde oynanacak Fenerbahçe - Galatasaray maçı, yıllardır hiç olmadığı kadar farklı bir ortamda oynanacak. Özellikle maça Galatasaray cephesinden bakıldığında.

Bildiğiniz üzere, geçen hafta oynanan ve 2-4 biten Ankaragücü - Galatasaray maçından sonra Frank Rijkaard'ın görevine son verilmişti. Teknik direktörlük için adı geçen ilk isim Fatih Terim idi. 2 gün içinde yapılan 2 görüşme sonucunda taraflar anlaşamadılar ve Galatasaray kısa süre içerisinde efsane 10 numarası Gheorghe Hagi ile anlaştı. Hagi 2004 yılında görevden ayrıldığında, Galatasaray karnesine baktığımızda , çok büyük başarısızlıklar görmüyoruz. Özellikle 2004 yılı Türkiye Kupası finalinde Fenerbahçe'ye karşı alınan 5-1'lik galibiyet, Hagi'nin özel yerini daha da öteye ulaştırdı. Ancak şu anki senaryo tamamen farklı.

Şu an Galatasaray'da bir huzursuzluk olduğu kesin. Ve kendi fikrime göre, Fatih Terim de bu kaos ortamını göz önünde bulundurarak takımın başına geçmek istemedi. Fakat kulübün bir diğer evladı ve başarıya daha aç olanı, bu ateşten gömleği giymeye karar verdi.

Ancak Hagi'nin önündeki ilk maç, belki de en büyük şansı olacak. Son 10 yılda Galatasaray'ın Şükrü Saraçoğlu performansına baktığımız zaman, sonucu öngörmemek çok da zor değil. Bu rakamlardan, bu müsabakalarda Fenerbahçe'nin psikolojik üstünlüğünü kabul etmemiz gerekir. Ancak Hagi iyi biliyor ki, eğer ki Galatasaray geleneği bozmadan bu maçı kaybederse, kimse onu eleştirmeyecek. Çünkü, hem takımın başındaki ilk maçı olacak, hem de Saraçoğlu'ndaki Galatasaray mağlubiyeti kimseye süpriz olmayacak. Ancak diğer taraftan bakarsaki, yani eğer ki Galatasaray bu maçı kazanırsa, Hagi, 2. Galatasaray kariyerine inanılmaz sükseli bir başlangıç yapacak.

Olaysız, temiz bir derbi olması dileğiyle..

9 Ekim 2010 Cumartesi

Almanya:3 Türkiye:0


'Son bir haftadır lige verilen arada tüm gözler bu maça çevrildi' diyeceğim ama kendim bile inanmıyorum açıkçası. Çünkü bir haftadır herkes Oğuz Çetin'in tutumu, Arda'nın sakatlığı, Rijkaard - Hiddink gerilimi ve en mühimi de Mesut özelinde gurbetçi oyuncularımızın durumuyla ilgiliydi. Herkesin derdi Mesut hangi milli marşı okuyacak, gol atarsa ne yapacaktı. İşin magazini, tekniğini taktiğini unutturmuştu. Durum böyle olunca son ana kadar maçın havasına da giremedik bir türlü. Sorun da burada başladı sanırım. Hadi bizim maçın havasına girememiz normal elbette de takım da havaya girememiş olacak ki, maça hiç gelmemiş gibiydi sanki.

Maça gelecek olursak, Hiddink maça 4-1-4-1 dizilişiyle çıktı. Aslında defansın önündeki o 1 olan Marco sakatlanıp çıkana kadar 3. bir stoper gibiydi, ondan önceki esas görevi de Mesut'u durdurmak ve topu rahat pozisyonda oynamasını engellemekti. Bu görevi mükemmel şekilde yerine getirdi ta ki sakatlanıp çıkana kadar. Orta sahanın kenarlarındaysa iki merkez orta saha karakterli oyuncu Özer ve Hamit vardı. Hamit alışık olmadığı sol kenarda, Özer'se alışık olmadığı milli takım formasıyla hatta genel olarak formayla (malum Fenerbahçe'de de pek göremiyoruz onu sahada) sırıttılar 90 dakika boyunca.

Almanya son dönemde yakaldağı müthiş bir form grafiğiyle geldi maça. Bu seride kaybettiği 60 dakika Klose'siz 10 kişi oynadıkları Sırbistan maçını kenara koyarsak son iki maçın biri Euro2008 finalinde diğeriyse Afrika2010 yarı finalinde İspanya'ya karşıydı. Hatırlayacağınız üzere, her iki maçta da İspanya topu ayağında tutup, rakibine hiç vermeyerek mağlup etmişti rakibini. Hiddink de maçtan önce bunu analiz etmiş olacak ki, bu 4 merkez orta saha orjinli oyuncunun birlikte oynadığı bir orta saha kurguladı ve bu şekilde topa sahip olmayı, savunmadaysa sahaya iyi yerleşimle Almanya'nın set oyunlarına engel olmayı planladı. Savunma kısmında bu formül özellikle golü yiyene kadar tutmuş gözükse de, hücum kısmında hiç tutmadı. Maçın başından sonuna kadar top da oyun da hep Almanya'nın kontrolündeydi.

Tutmayan bir formülü daha vardı Hiddink'in. Savunmadan çıkarken pas yaparak çıkmamızı istemişti takımından, tıpkı Almanya'yı iki sefer yenen İspanya gibi. Dediğimiz gibi bu formül de tutmadı, tutamazdı da. Eğer ki savunmanın göbeğinde Servet'le oynuyorsan bu oyunu oynayamazsın. Ama bugün bir kez daha gördüğümüz üzere Servet'siz hiç oynayamazsın. O zaman, bu oyunu oynamayacaksın. Hele ki yanında bu konuda Servet'le kapışabilecek bir Ömer Erdoğan varken.

Sol bekte Hakan Balta ve İsmail Köybaşı'nın sakatlıkları dolayısıyla aday kadrodaki isimler içinde o bölgenin saf oyuncusu kalmamıştı. Oraya devşirilen isimse Sabri oldu. Hiddink maç sonu açıklamasında, Müller'in içeri kat eden, diagonal bir oyuncu olduğundan bahsedip, Sabri'nin ters ayağıyla ve hızıyla onu durdurabileceğini düşünerek bu tercihi yaptığını açıkladı.

Hiddink'in nispeten tutan tek düşüncesi, oyunu tutmak adına Aurelio ve 4 orta sahalı sistemle oynadığımız sürede rakibe pozisyon vermedik. Hiddink oyunu oldukça geride kabul ederek, rakibin savunmadan rahatça çıkmasına izin vermeyi düşünmüştü maçın başında. Fakat Aurelio'nun sakatlığı bu planları da alt üst etti. Aslında etmeyebilirdi fakat Hiddink tercihini 180 derece değiştirerek tepki verdi bu sakatlığa. Selçuk'u alarak sürdürebileceği oyundan vazgeçip Tuncay'ı oyuna alarak oyun planını tamamıyla değiştirdi. Bu değişiklikle hem Nuri'nin hem Emre'nin daha geriye gelmesi, onların oyundaki etkinliklerini sıfıra çekti.

Hiddink'in öncelikli düşüncesi belli ki kazanmaktan önce kaybetmemekti, normal olarak. Fakat biz bu işi bir türlü beceremiyoruz ve beceremeyeceğiz gibi de. Bizim karakteristiğimizde yok dengeli oyun. Biz uçucaz, kaçıcaz, gaza gelicez, itiraz edicez, kavga edicez, coşkuyla oynıcaz kısaca. Ötesi kurtarmıyor bizi. Bugün o coşkudan o kadar uzaktık ki, Emre gidip bir kere hakemi çekiştirmedi, Tuncay bir kere topu ısırmadı, Sabri bir kere hırsını, oyuna, maça isyanını göstermedi. Bu da sinirleri alınmış milli takımımızı yenmeyi Almanlar adına daha da kolaylaştırdı.

Milli takım son yıllarda ilk defa rakip karşısında bu kadar ezildi. Maç boyunca hiç bir şey üretemedi. Ayağımıza aldığımız top duvardan geri döndü ve Almanlar istedikleri gibi hazırlık paslarını yaptılar, hücuma çıktılar, kendi oyunlarını oynadılar.

Bugün yıldızını en çok parlatan isimse Almanya'da çok uzakta biri oldu. Arda Turan... Arda olmadan olmayacağını herkesin gözüne bir kez daha soktu bugün milli takım oynadığı futbolla. Topun her ileri gidip duvardan dönermişcesine kalemize geldiğini gördükçe gözler biraz daha fazla aradı Arda'yı.

Velhasıl kelam, çok önemli dersler çıkarılması gereken bir geceyi bıraktık geride. Eğer bu maçtan gerekli dersleri almazsak önümüz çok da aydınlık gözükmüyor. Bugün ne kadar hataları var olsa da Hiddink burdan çıkış yolunu da bulacaktır mutlaka. Hiddink elbette ki çok büyük bir hoca. Fakat en önemli nokta bunun sınırını belirlemek, o kadar çok seviyoruz ki her şeyi abartmayı. Bir adamdan ya nefret ediyoruz yada putlaştırıyoruz.

Neyse bu kadar yazdık ettik tabi ama hepsi laf ne de olsa? Esas konuya gelelim biz. İlk soru, Mesut iki milli marşı da okumadı. Ve ikinci soru, Mesut golünü attı ve sevinmedi. Bütün mesele buydu aslında dimi. Futbol, teknik, taktik hikaye. Yarın olsun yine bütün gazeteler, bütün televizyonlar başlasınlar yine Mesut kavgasına.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Nasıl Bu Kadar Neşeliler?


Yas gününü yaşadı Galatasaray geçtiğimiz cuma günü. Akşamki Karabük maçına hazırlanırken 'takım', kötü bir haber geldi Hollanda'dan, o 'takım'ın en tepesindekine. Öğle saatlerinde ajanslara da düştü bu haber, Rijkaard'ın babası vefat etmişti. Hani o ruhsuz Rijkaard'ın, takım zerre umrunda olmayan Rijkaard'ın, hocalıktan haberi olmayan, hatta adam bile olamayan Rijkaard'ın babası kilometrelerce uzakta yummuştu hayata gözlerini. Hani derler ya yaşamayan bilemez acısını diye, evet ben yaşamadım ama o an ilk defa içimde hissettim o koca adamın acısını, sessiz haykırışını. Susabildim sadece, oturakaldım öylece. Ne günlerdir beklediğim maç kaldı aklımda, ne futbol, ne başka bir şey. Ölümün soğukluğu sardı, hayatımda hiç görmediğim hiç tanımadığım bir adamın ardından bir damla yaş aktı gözümden. Sonra Frank geldi aklıma, acısını canlandıramadım bile zihnimde. Ben bile o haldeyken kim bilir nasıl bir acı yaşıyordu içinde. Ben unutmuşken bir an akşamki maçı, heralde onun için de en önemli şey değildi lanet olası Karabük maçı. Fakat onun için öyle değildi demek ki ve onun için akşamki 2 saat her şeyin unutulması gereken bir 2 saatti. O karaktersiz, o ruhsuz adam gitmedi babasına o gün, aslanlar gibi durdu takımının başında. O gün sahada kaybetti belki Galatasaray ama esas kaybettiği yer çok farklıydı. Belki de hep bildiğimiz ama içimizden sürekli inkar ettiğimiz gerçek yüzümüze çarptı tokat gibi. İlk defa utandım Galatasaraylılığımdan, ilk defa utandım o adamlardan, o adamların insanlığından. Nasıl başlamıştık yazıya, yas günüydü dimi... Yazıklar olsun...

http://www.ligtv.com.tr/VideoHaber/?r=1&hid=79585

5 Ekim 2010 Salı

Genç Oyuncu Anlayışımız

Geçtiğimiz hafta Hüseyin Avni Aker Stadyumu'nda oynanan Trabzonspor - Beşiktaş maçının tek golünü atan Trabzonsporlu Mustafa Yumlu, geçen haftaya damgasını vurdu. Birçok köşe yazarı ve yorumcu, Trabzonspor Teknik Direktörü Şenol Güneş'i bu kararından dolayı tebrik etti. Kendi adıma, sürekli oynamayan bir oyuncuyu böylesine kritik bir karşılaşmada oynatma cesaretinden dolayı Şenol Güneş'i ben de takdir ediyorum. Ancak birçok yorumcunun asıl takdir ettiği durum, Mustafa gibi genç (!) bir oyuncuya şans verilmesiydi. Ntv Spor kanalının yorumcularından eski milli futbolcu Sergen Yalçın da, programın başlamasıyla, şu cümleyi kurdu :

' - Bu genç arkadaşımıza şans verdiği için Şenol Güneş'i tebrik ediyorum. '



Aslında Mustafa özelinden görebileceğimiz durum, ülkedeki genç oyuncu algısının bir özetidir. Çünkü Mustafa Yumlu'nun doğum tarihi 25 Eylül 1987'dir. Yani kendisi 23 yaşındadır. Avrupa'daki genç oyuncu algısını birçok örnekler gösterebiliriz. Ancak ben, geçen hafta, ülkemiz açısından da önem taşıyan Rubin Kazan - Barcelona maçında dikkatimi çeken bir oyuncu özelinden bir örnek vermek istiyorum. Barça'da bu maçta, sakatlığından dolayı Messi yedek sırasındaydı. 4-3-3 sistemi ile oynayan Barça'nın o bölgede kullandığı bir diğer isim Pedro idi. Özellikle önce Henry, daha sonra da İbra'nın takımdan ayrılmasından sonra sorumlulukları çok arttı Pedro'nun. 1-1'lik sonuca rağmen, takımının en iyi oyuncularındandı Pedro, Mustafa'dan bahsedince dönemin 87'lilerinden aklıma ilk o geldi. Gelin Pedro'nun kariyerine bir göz atalım..



Pedro, Mustafa'dan sadece 2 ay büyük. 28 Temmuz 1987 doğumlu. 2008 yılından beri A takımda forma giyiyor. Barcelona formasıyla kazandığı başarılar arasında, 2 İspanya ligi şampiyonluğu, 2 İspanya Kupası, 1 Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu, 1 Süper kupa şampiyonluğu gibi zaferler var. Pedro'ya İspanya'da kimse 'genç futbolcu' muamelesi yapmaz. Uluslararası arenada, genç oyuncu, henüz alt yapıdan bir üst takıma yükselmiş oyuncular için kullanılır. Bu da U17 takımlarını henüz aşmış, 18 yaş civarındaki oyuncular olarak belirtilir. Ancak ülkemizde alt yapılara o kadar az önem veriliyor ki, genç oyunculara o kadar az şans veriliyor ki, 23 yaşındaki bir oyuncunun genç bir oyuncu olarak lanse edilmesi çok normal.

Biz ki, 25 yaşında kadar, Semih Şentürk'e 'genç Semih' olarak seslenmişiz, yani Mustafa'nın hali hazırda 2 senesi daha var..

Arda Turan'ın Pasaportu



Ülke futbolunun en önemli oyuncularından olan Arda Turan'ın 5 Ekim 2010 tarihli Sabah Gazetesi'ne verdiği röportajın bir bölümü, özellikle dikkatimi çekti. Arda Turan, Ulusal Takım kampında oluduğu için, genel olarak Ulusal Takım ile ilgili sorulara yanıt vermiş. Ancak söyleşinin bir bölümünde, milliyetinin, Avrupa'daki kariyerini etkilediğinden bahsetmiş. Çoğu ekibin, oyuncuların pasaportunda yazan ülkeye göre transfer edildiğinden bahsetmiş, mevzu da Mesut Özil özelinden ortaya çıkmış.

Arda'nın demek istediği, Avrupa'ya Türk pasaportu ile gitmenin zorluğu. Bazı ülkelerin (Almanya, İngiltere, Brezilya, Arjantin, İspanya gibi) vatandaşı olan oyuncuların bir avantajı olduğu doğru, ancak bu avantajın nasıl yaratıldığının ve bu ülkeler dışındaki ülkele vatandaşlarının arasında bir fark olmadığının da bir gerçek olduğunu düşünmekteyim. İşte bu yazımda da bu hipotezimi kanıtlamaya çalışacağım.



Öncelikle, bu başarılı ve tercih edilir ulusların tamamının bir futbol tarzı var. Bir ekip, bir oyuncuyu transfer ederken, milliyetine bakarak bir fikir sahibi olabiliyor, bu da tabi ki tercih sebebi oluyor. Örneğin Alman bir oyuncu transfer edilirken, o oyuncunun oyun disiplini ile ilgili kafalarda hiçbir soru işareti bulunmuyor. Ya da İngiliz oyuncuların her daim fit ve güçlü bir fiziğe sahip olacaklarını biliyor ekip yöneticileri. Brezilyalıların ve Arjantinlilerin kişisel yeteneklerinin ne kadar üst düzey olacakları ile ilgili bir fikirleri var her zaman. Bu özellikler de transferleri kolaylaştırıyor tabi ki.

Arda Turan'ın Türk pasaportuna sahip olmanın zorluğundan bahsetmesi, öncelikle beni Avrupa'da oynamış Türk oyuncuları gözden geçirmemi sağladı. Örneğin, ülke futbolunun yetiştirdiği en başarılı kalecilerden olan Rüştü Reçber, dünyanın en başarılı ekiplerinden Barcelona'da top koşturdu. Üstelik, o kadar sansasyonel olarak transfer oldu ki, başkan adaylarından Juan Laporta'nın vaadlerinden biri olarak kayıtlara geçti. Aynı dönemde, 2000 Galatasaray'ının efsane kadrosundan Hakan Şükür, Torino,Inter, Blackburn Rovers ve Parma gibi kulüplerde oynadı. Halen aktif olarak top koşturanlardan Emre Belözoğlu, Inter ve Newcastle United formalarıyla ter döktü. Lejyonerlerin en başarılılarından Nihat Kahveci ise Real Sociedad formasıyla kulübüne tarihinin en başarılı sezonunu yaşattı. Daha sonra, büyük hedefleri kovalayan Villereal formasını başarıyla taşıdı. Bir diğer başarılı lejyoner Tugay Kerimoğlu ise İskoçya ve İngiltere'de toplam 9 sezon top koşturdu ve toplamda tam tamına 275 kez forma giydi. Okan Buruk da Emre Belözoğlu ile beraber Inter formasıyla İtalya liginde top koşturdu. Şu aralar Arda Turan'ın konulmak istendiği koltukta oturan Meyin Oktay bile, o dönemde yurtdışına transfer hemen hemen imkansız olmasına rağmen, 1961 yılında İtalya'nın Palermo takımına transfer oldu. Can Bartu da benzer bir kariyere sahip. Aktif olarak yurtdışında oynayan Tuncay Şanlı, Hamit Altıntop, Nuri Şahin vs vs. gibi örnekler de verilebilir. (Bu örneklerden Arda'ya yetişme açısından en yakını Şanlı'dır)



Yukardaki örneklere baktığımızda, birçok başarılı Türk oyuncusunun, yurtdışına transfer olduğunu görebiliyoruz. Kimileri başarılı olup ülkelerine döndü, kimileri vatan hasretine dayanamadığı için yurtdışında çok kısa kaldı. Ancak görüldüğü üzere, üzerinde ay-yıldız olan pasaportlular da yurtdışında kariyer yapabiliyor.

Özellikle son 10 yılda yurtdışına açılan oyuncularımızın, gidiş ya da oralarda tutunma şekillerinde baktığımızda, 2 farklı metodu görüyoruz.

1. Daha önce Türkiye'de beraber çalışılmış bir hocanın referansı:
Bu duruma örnek olarak, Nihat Kahveci (John Benjamin Toshack), Tugay Kerimoğlu (Graeme Souness)gibi isimler zikredilebilir. Bu oyuncular referans olarak bazı teknik adamları almışlardır ancak oralarda tutunmaları tamamiyle kendi çabalarıyla olmuştur.

2. Takımıyla uzun süre uluslararası tanınır turnuvalarda bulunma: Birçok örnek verilebilir, ancak ben tek bir isim üstünden, Arda'nın bu aralar en iyi anlaştığı oyunculardan olan Emre Belözloğlu özelinden girmek istiyorum. Emre, henüz 16 yaşında, 1996 yılında Galatasaray'ın as takımında oynamaya başlamıştı. 2001 yılına kadar onlarca Avrupa Kupaları maçlarına çıktı. Ekibi 2000 yılında zirveye çıkınca, tüm gözler de onun üstüne çevrildi. 2001 yılında da , henüz 21 yaşındayken İtalya'nın en büyük takımlarından Inter tarafından transfer edildi. Emre, tabi ki yetenekli bir oyuncuydu, ancak oynadığı ekibinin uluslararası arenada sürekli göz önünde olmasından dolayı, Avrupa'ya transferi o henüz 21 yaşındayken gerçekleşti. Aynı ekipten Hakan Şükür, Okan, Arif Erdem, Hakan Ünsal, Ümit Davala gibi oyuncular da Avrupa'nın yolunu tuttu. O Galatasaray, kendi kendini yükseltip, Avrupa'da adını ezberletip, kendini pazarlamış oldu.



Bir diğer taraftan, Rüştü Reçber'in Barcelona yolunu tutması da, Ulusal Takım ile çıkardığı başarılı maçlar sayesinde olmuştur. O dönemin Fenerbahçe'sinde oynayan Rüştü'nün ekibinin uluslararası arenada başarılı olduğunu söylemek imkansız tabi ki. Ancak Rüştü'nün 1996'dan 2008'e kadar Türk Milli Takımı'nın katıldığı tüm büyük turnuvalarda yer alması, onun uluslararası arenada ne kadar tanınır olduğunu gösteriyor.

Şimdi Arda Turan'ın durumuna dönelim. Arda Turan, henüz sadece 1 uluslararası büyük turnuvada kendini gösterebilmiş durumda. 2008 Avrupa Şampiyonası'nda başarılı bir performans gösteren Arda'nın bu turnuvanın sonrasında hiçbir büyük turnuvada takımıyla başarılı olamadığını düşünürsek, uluslararası repütasyonunun henüz yeterli olmaması gayet doğal. Rivayete göre sezon başında Real Madrid'in başına geçen Jose Mourinho, Mesut Özil transferinin çıkmaza girdiği dönemde yönetime Arda Turan'ı önermiş, fakat Real yönetimi Arda Turan'ı yeterli kadar tanımadığı için transfer etmek istememiş.



Arda Turan, ülke futbol tarihinin gelmiş geçmiş en yetenekli oyuncularından biri. Ancak yüzleşmesi gereken şey, eğer ki Avrupa'nın büyük ekiplerinde oynamak istiyorsa, öncelikle takımını Avrupa turnuvalarında tutmalı ve Ulusal Takım formasıyla çıktığı maçlarda önemli performanslar göstermelidir. Ya da bugüne kadar çalıştığı hocaların büyük takımlara gitmesi için dua etmelidir..

4 Ekim 2010 Pazartesi

Kasap de Jong


Futbolda sert oynamakla kasaplık arasındaki çizgi son derece incedir. Topa sertlik başka, rakibe sertlik başka şeylerdir. Nigel de Jong, futbolu çirkenleştiren kasapların en yeni temsilcilerinden biri ve şu günlerde Hatem Ben Arfa'nın ayağını kırmasıyla gündemi fena halde meşgul ediyor. Peki bu olay kasabımızın son vukuatı mı? Tabi ki hayır. Önce 3 Mart 2010'da son dönemin yükselen hakemi Cüneyt Çakır'ın yönettiği maçta ABDli Stuart Holden'ı biçti. Çakır malesef sadece faul çaldı bu pozisyona, kart gösterme gereği görmedi. Belki de maçın "dostluk" maçı olmasından dolaı bu kadar tavizkardı. Ardından Afrika 2010 finalinde Xabi Alonso'ya o unutulmaz uçan tekmeyi attı, ve yalnızca sarı kartla kurtuldu. Son vukuatında, Hatem Ben Arfa'ya girişinde ise yine herhangi bir kart görmedi. Sahada bu tip pozisyonlardan hakemlerin yorumuyla kurtulan çekirge, bu kez saha dışında sıçrayamadı ve Hollanda Milli Takımı'nın dışında bırakıldı bu olay üzerine.
Aşağıda bu 3 olayın videolarının linklerini bulabilirsiniz. Dikkat edilmesi gereken nokta, de Jong'un tüm girişlerinin orta sahada, herhangi bir gol tehlikesi yokken gerçekleşmesi. Bunun yanısıra, müdahalelerin hiçbirinde öncelikli niyet topa değil, ayak sürekli havada ve rakibe taban göstererek giriyor. Bu insanlar bu işten para kazanıyor ve de Jong gibi kasaplar gereken cezaları almadığı sürece tehlike kol gezmeye devam ediyor.

3 Mart 2010 Hollanda - ABD maçı, Stuart Holden
11 Temmuz 2010, Hollanda - İspanya maçı, Xabi Alonso
3 Ekim 2010 Manchester City - Newcastle United maçı, Hatem Ben Arfa

3 Ekim 2010 Pazar

Muhsin Ertuğral'ın Büyüklüğü



3 Ekim'de oynanan İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) - Bursaspor maçı sonrası klavyemin başına geçtiğimde niyetim, maçın kritiğini yazmaktı, ancak beni maçın kalitesinden çok, maç öncesi karşılaştığım bir olay daha çok etkiledi.

Ali Sami Yen Stadı'nda oynanan ve 15:30'da başlayan maçı izlemek için 14:45 civarlarında Galatasaray Store çadırının yakınlarında idim. Biletimi aldıktan sonra çadırın sol tarafından girip, numaralı girişini bulma niyetindeydim. Bu sırada, polislerin o sokak girişini kapattıklarının farkına vardım. Arkadaşımla orası için sözleşmiştik, ben de onu daha rahat bulabilmek için köşede beklemeye başladım. Tam bu sırada bir taksi içinden, eski Sivasspor teknik direktörü Muhsin Ertuğral indi. Kendisi de polislerin girişini kapattığı sokağa doğru yol aldı. Polis memurları, Muhsin Ertuğral'dan önce 3-5 ensesi kalın, takım elbiseli, eli purolu amcalarımızın ordan geçişine onay vermişti. Muhsin Ertuğral ise, polislere oradan girip giremeyeceğini sordu. Polisler, muhtemelen kendisini tanıyamamıştı, Ertuğral'ın Güney Afrika'nın en tanınır yabancı teknik adamlarından olduğundan, Afrika'da Kaizer Chiefs başında 5 kupa kazandığından, ülkemizde de Sivaspor'u çalıştırdığından bir haberlerdi. Muhsin Ertuğral, geçip geçemeyeceğini sadece bir kez sordu, red cevabı alınca da, diğer sokağa doğru yürümeye başladı. Ne polislere akreditasyon kartı gösterdi, ne de 'Sen benim kim olduğumu biliyor musun ?' gibi bir cümle kurdu. Her vatandaşın uyması bir kural olduğunun farkına vardı ve üstelemeden yoluna devam etti.




Hoca, Sivasspor'da devraldığı enkazla başarısız olmuş olabilir. Ancak bu , onun ne kadar karakterli ve mütevazi bir insan olduğu gerçeğini değiştirmez. Bence de, doğru insan olmak, başarılı olmaktan her zaman daha önemlidir. Güney Afrika'ya bir şeyler öğretmişsinizdir hocam, bundan eminim. Ancak buradakilere daha öğreteceğiniz o kadar çok şey var ki..

30 Eylül 2010 Perşembe

Cüneyt Çakır ile Cuneyt Chakir'ın Farkı

29 Eylül 2010 tarihinde oynanan Rubin Kazan - Barcelona Şampiyonlar Ligi grup karşılaşmasını Cüneyt Çakır yönetti. Uzun bir süre sonra, sahada konsantre olduğum şey oynanan futboldan çok hakem performansıydı. Bunu en son yaptığım bir diğer karşılaşma ise, 2009-2010 sezonunda Ali Sami Yen'de oynanan ve Fenerbahçe'nin 1-0 kazandığı Galatasaray - Fenerbahçe maçının 20. dakikasından sonrası olmuştu. Maçı yerinde seyretmiştim ve ilk 20 dakika futbola dair bir şeyler arama çabalarım nafile olmuştu, ben de hakeme odaklanmıştım. O geceki hakem de Cüneyt Çakır'dı, dün geceki de. Ancak aradaki büyük farklar, Türk Futbolu'nun bir başka yüzünü gözler önüne sermekte.



Dün gece sahada gerçek bir hakem vardı Kazan-Barça maçında. Kendinden emindi ve skora direkt tesir eden 2 kararı da hiç tereddüt etmeden verdi. 10 üzerinden bana göre 8'lik bir maç çıkardı Çakır. Kendisinin uluslararası performansına baktığımızda, benzer başarıları görmekteyiz. Bu sebeptendir ki, Çakır çok yakında Elit Hakemler Listesi'ne girecek ve iyi senaryoda 2012 Avrupa Şampiyonası, daha az iyi senaryoda ise 2014 Dünya Kupası'nda yer alacak.

Buraya kadar her şey toz pembe gözükmekte. Uzun süredir uluslararası arenada esamesi okunmayan Türk Hakemliği, kaybettiği itibarı Çakır sayesinde geri almak üzere. Ancak gelin bir de Çakır'ın performanslarına lokal düzeyde bakalım.


Genel Türkiye performansına baktığımızda, özellikle büyük takım olarak lanse edilen 3 İstanbul takımının maçlarında, suya sabuna dokunmadan risksiz maç yönettiğini görüyoruz Çakır'ın. Bir örnek olarak, köşe gönderine yakın olan tarafta savınma oyuncusunun düşmesini sürekli faul olarak değerlendirmekte Çakır. Kazan - Barça maçında cesurca 2 kez penaltı noktasını gösteren hakemin aynı kişi olduğuna inanmak gerçekten imkansız.




Maç maç kritik yapmak istemiyorum tabi ki de. Sadece söylemeye çalıştığım, yerel baskıların - hangi takımdan olursa olsun - bu tür büyük yeteneklerin kabiliyetlerini göstermesini engelliyor. Yani Çakır özelinde tüm Türk Hakemliğinin sorunu da bu bence. Düdüğü çalmadan bir es önce, takım yöneticilerinin ya da manşetlerin gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmesi. Yoksa takım tuttuklarını ve onları kolladıklarını kesinlikle söyleyemeyiz.

Yazıda asıl anlatılmak istenen, Çakır gibi yetenekli bir hakemin, baskı olmadığı zamanlarda ne kadar cesur ve başarılı performanslar gösterdiğidir. Benzer durumları Arda Turan'ın son zamanlarda yaşadığı Milli takım - Galatasaray performansındaki farka bakarak da gözlemleyebiliriz.

Dilerim ki Cüneyt Çakır, ülkenin hakemlikle ilgili makus talihini değiştirir ve Dünya Kupası'nda yer alan ilk Türk hakemi olarak tarihe geçer ..

22 Eylül 2010 Çarşamba

Hangi Marka'nın Değeri ? (I)

Geçtiğimiz sezonun sonuna doğru yapılan yayıncı kuruluş ihalesi, ülke futbolundaki ekonomik büyümenin bir kanıtı olarak karşımıza çıktı. İhalenin çok çekişmeli geçmesi, talip olanların güçlerinin tartışılmaz olması gibi sebeplerden dolayı, ihale sonunda ortaya çıkan rakam, Türk Futbolundan yakın gelecekteki beklentilerin artmasına neden oldu. Haklı olarak, yayıncı kuruluşun futbol kalitesi ile ilgili kaygıları vardı. Böyle büyük bir rakamı ödeyip, müşterilerine ürün olarak kaliteli futbolu tanıtmak istiyorlardı. Bu güzel dileklerle sezon başladı, bazı takımlarımız büyük transferler ile yeni sezona girdi. Hep bahsedilen, sürekli üzerinde durulan ‘marka değeri’ni bu büyük oyuncularla elde edeceğimizi zannetti birçokları Ancak marka değeri kavramını tam da temelden ıskaladığımızın kimse farkında değiil ne yazık ki.. Buyrun ülke futbolunun ‘marka değeri’ni zedeleyen başlıca problemlerine bir göz atalım :



• Geçtiğimiz yılki başarısız sezondan sonra 2010-2011 sezonuna iddaalı girmek isteyen Beşiktaş başkanı Yıldırım Demirören, ve ekibi, bir çok büyük transfere imza attı. Bir önceki yıl –her ne kadar kariyerinin en başarılı dönemini geçirmese de – ülkemizi yurtdışında başarıyla temsil etmiş Nihat Kahveci’yi transfer eden Demirören, bir sonraki sezon Guti, Quaresma ve Hilbert transferleriyle ülke futbolunun o dillere pelesenk olan ‘marka değeri’ni arttırdığını savunabilir. Uluslararası basında daha çok tanınır olduğu doğru Beşiktaş’ın, ancak İnönü Stadı’nın içler acısı halini görünce, benim nezlimde ne tanırlılığın bir anlamı kalıyor, ne de büyük yıldız transferlerinin. Vakt-i zamanında ülkemize gelen en büyük hocalardan olan Juup Derwall’e, yeni sezonda hangi oyuncuyu istediğini soran Alp Yalman’ın aldığı cevap, Derwall’in Galatasaray’daki devrimi nasıl başlattığını gözler önüne seriyor:

- Yıldız oyuncu istemiyorum, antreman sahalarını çimlendirin, benim için yeterlidir.

Düşünün ki kulüplerimiz her sezon transfere milyon avrolar harcarken, alt yapı çalışmalarını sürekli es geçtiler. Galatasaray, Ali Sami Yen’in çökmesine yakın, bir stadı ancak bitirebildi. Saraçoğlu ve İnönü Stadılarının zeminleri de içler acısı halde. Sadece büyüklerde durum bu halde değil, örneğin geçen hafta oynanan Bucaspor-Galatasaray maçında da görüldü ki, yıllardır birinci ligde takımı olmayan İzmir’in de birinci lig için zaten bir hazırlığı olmamış. İzmir gibi ‘adamı eksen çıkar’ şeklinde bahsedilen topraklara sahip bir yerde, saha çimlerine bakamamak gerçekten olacak iş değil.



ÇÖZÜM: Bu yazıda ilk bölümlerde sorunları örnekleriyle okuyacaksınız. Daha sonra da çözüm yolları üzerine birkaç satır okuyacaksınız. Ancak bu sorunlar ile ilgili genel çözümüm, ciddi, bağımsız ve profesyonellerden oluşan FUTBOL KULÜPLERİNİ DENETLEME KURULU’nun kurulmasıdır. Yukarıdaki ilk sorun olan takımların statlarındaki problemleri de bu kurulun tesislerden sorumlu departmanı ele almalıdır. Birkaç mühendis ve profesyonelle kurulacak bu kurul, UEFA kriterlerini baz alarak gerekli kontrolleri sezon öncesinde ve periyodik olarak sezon devam ederken yapmalıdır. Hiçbir devrim kansız olmaz, bu sebepten denetlemeler sırasında kendini yenilemeyen kulüpler gerektiğinde küme düşürülmelidir, ağır cezalar almalıdır. Böylece diğer ekipler de , takımın adı ve rengi ne olursa olsun kanunların herkes için eşit olduğunu görerek kendilerini yenilemek zorunda kalacaklardır. Her transfer sezonunda ortalama 30-40 milyon avro harcayan takımlar, o harcamalarından yüzde 10-20 arasını bu çalışmalara ayırarak, aldıkları yıldızların bir alt ligde oynamasını engellerken, tesislerini de geliştirmiş olacaklardır. Zaten bir süre sonra belli bir seviye gelecek olan tesislerin sadece bakım çalışmasına ihtiyacı olacağı için, yakın gelecekte harcamaları minimuma inecektir.



• 20 Eylül Pazartesi günü oynanan Gaziantepspor-Bursaspor maçı, 2. yarısında bir taraftarın attığı taşın yardımcı hakeme isabet etmesi sonucu tamamlanamadı. Hakemin maçı iptal etme sebebini yada daha önce buna benzer olaylarda verilen kararların tutarlılığını falan tartışmayacağım. Bu, sadece tartışmayı uzatr, ortaya bir çözüm getirmez. Asıl tartışmamız gereken, bu olayların nasıl olduğu, o taşların oraya nasıl girdiği, statlardaki güvenliğin ne seviyede olduğu, stata gelen kesimin seviyesi gibi konulardır. Gaziantepspor teknik direktörü Tolunay Kafkas’ın maçtan sonraki zehir zemberek açıklamaları, ülkede adaletin eşit dağıtılmadığı ile ilgiliyidi. Özellikle de maçtan ağzı yanan tarafın hocası olarak bu açıklamalar doğru olabilir, ancak Kafkas Hoca bunlar yerine kulübünün stadyumundaki güvenlik probleminden yakınsaydı, Derwall devrimine benzer bir işe imza atmış olurdu. Aynı şekilde maç sonrası açıklamalar yapan Gaziantepspor başkanı İbrahim Kızıl’ın uzun açıklamalarının özellikle bir bölümü çok dikkatimi çekti. Kızıl, taşı atanın belki de Antep taraftarı olmadığını, bir provakatör olabileceğini söyledi. Antep şehrinin centilmeliği ile tanındığı bir gerçek, ancak o stada gelen Antep taraftarından da, misafir takım taraftarından da provakatörlerden de o stadın görevlilerinin sorumlu olduğunu ıskalıyor ne yazık ki başkan.

ÇÖZÜM: Çözüm için bizden daha ilerde futbol geleneği olan ülkelere bakmak bile yeterli olacaktır. Tabi ki bazılarınız, İtalya ve İspanya’da da buna benzer olaylar yaşandığını söyleyebilirsiniz. Doğrudur, bizim gibi ateşli Akdenizliler olan özellikle İtalyanlarda bu tarz olayla yaşanıyor. Ancak bu olayları yaratanların aldığı cezalar, bizim ülkemizde adam öldürmenin karşılığı olan cezalara tekabül ediyor neredeyse. Bu olayları engellemek için yapılacak ilk şey, denetleme kurulumuza bir adet Güvenlik Birimi eklemek olacaktır. Profesyonellerden oluşacak bu kurul, ilk olarak kulüplere sert yaptırımlar uygulamalıdır. Acil olarak her kulübün kendi güvenlik eklpleri oluşturulmalıdır. Bu ekip spor güvenliği konusunda gerekli eğitimi almış olmalıdır. Daha sonra her stada kurulacak güvenlik merkezi ile, statların dört bir yanındaki kameraların yardımıyla huzur bozan kişilerin yakalanması kolaylaştırılacaktır. Statların hangi bölümünde olursa olsun her seyirci , biletinin işaret ettiği yerde bulunması zorunluluğu şarttır. Bu sayede bilet alırken kimlik bilgilerini veren kişilerin gerektiğinde yakalanması çok kısa bir sürede sağlanabilir. Bu değişimin ısınma süreçlerinde büyük zorluklar olacağı doğrudur, ancak stada gelen insanların bu duruma alışması halinde, bahsedilen marka değeri zımbırtısının bir kutucuğu daha dolacaktır..



• Ülke futbolunun bir diğer problemi ise, teknik direktör sirkülasyonudur. Düşünün ki ligin henüz 4. Haftasında ekiplermizden biri, hocasını gönderip yeni bir hoca ile anlaşabiliyor. Buradaki çarpıklık, teknik direktörlerin ve hatta futbolcuların bir sezon içinde en çok 2 takım formasıyla mücadele etmesine izin veren sistemin, kulüplere sınırsız hoca değiştirme hakkı vermesidir. Buradaki çifte standart, ne yazık ki teknik direktörlerimizin de yardımıyla çok yanlış bir noktaya doğru ilerlemekte.

ÇÖZÜM: Teknik direktörlere getirlen takım değiştirme sınırlamasının aynısı , kulüplere de getirilmelidir. Bir sezon içinde bir takım ancak 2 farklı teknik direktör tarafından çalıştırılabilir maddesiyle , bazı kulüplerimiz mecburiyetten de olsa hocalarına bir süreliğine sabır göstermek zorunda kalacaklardır. Bu bahsettiğimiz kanlı süreçten sonra da bu ülke futbolu geleneğini değiştirmiş bir geçiş kuralı olarak tarihte yerini alacaktır.



• Bir başka sorunumuz ise, kulüplerin alt yapıdan yeterli desteği alamaması, aynı zamanda özellikle büyük kulüplerin alt yapılara gerekli yatırımı yapmamasıdır. Bu duruma iki yönden de bakabiliriz. Ülkemizde büyük olarak lanse edilen takımların alt yapılarından çıkan oyuncu sayısı son yıllarda bir elin parmaklarını geçmemekte. Ulusal takımın her seviyesindeki oyuncuların büyük bir kısmı bizim ülkemizden değil Avrupa’da top koşturan Türk asıllı oyunculardan oluşuyor. Bu kulüpler her yıl transfere milyon avrolar ayırırken, alt yapıya gerekli ödenekler ayırılmıyor, akademi tarzı okullar yerine yetenekleri gençlerin önüne spor yapmak ya da okuldaki eğitimine devam etmek tercihi baskısı oluşturuluyor. Bu paraların bir kısmı akademi çalışmalarına harcanması yerine, acele lokal başarıları kazandıracak yabancı oyuncular alınıyor, tüm yönetimler bu işin kolayına kaçıyor.
Bir diğer taraftan alt yapı oyuncularının A takımlarda bulduğu şanslar da ayrı bir tartışma konusu. Bir çok Avrupa ekibi, Şampiyonlar Ligi gibi büyük bir platformda bile 26’nın altında bir yaş ortalamasıyla mücadele ediyor. Örneğin, Şampiyonlar Ligi’ndeki tek ekibimiz olan Bursaspor’un karşılaştığı Valencia’nın teknik direktörü, bu karşılaşmada son oyuncu değişikliğini 18 yaşındaki bir oyuncuyu oyuna dahil etmek için yaptı. Bizim ülkemizde ise bir oyuncu 25’ine kadar genç olarak lanse ediliyor, ancak dünyanın en iyi oyuncularından olan Lionel Messi’nin henüz 23 yaşında olması ve Barça’da 17 yaşında şans bulmaya başladığını düşünürsek, bu yeteneklerden daha çabuk yararlanma yoluna gitmek çok daha sağlıklı olacaktır..




ÇÖZÜM: Denetleme Kurulumuzun bir adet de eğitim departmanına ihtiyacı ortaya çıktı böylece. Kulüplerimizin, eğitim kurumlarıyla ortak çalışmasını sağlayarak futbol akademileri kurulması sağlanmalıdır. Bu sayede yetenekli gençler hem futbollarını geliştirecek hem de temel eğitim-öğretimlerini bu akademilerden karşılayacaklardır. ABD’deki sistemdeki gibi, derslerinde başarısız olan sporcuların, bu durumun spor yapmalarını da etkileyeceğini bilmeleri sağlanmalıdır, böylece derslerinde daha başarılı olmaya yönlenecektir genç sporcularımız. Oyunculara şans verme konusunda ise düzenlenecek kural, 23 kişilik oyuncu kadrosunda en azından 3-4 alt yapı oyuncusunun yer alması sağlanmalıdır. Buna benzer durumlar İngiltere gibi her yıl transfere milyar sterlinlere yakın para harcayan bir ülkede bile geçerlidir. Bu sayede genç oyuncuların daha çok şans bulması sağlanmış olacaktır. Bir diğer yaptırım da genç oyuncuların psikologlar ile desteklenmesidir. Bir çok kulübümüz psikologlara sahiptir ancak özellikle 20’li yaşların başında olan yetenekli gençlerin daha çok desteklenmesi gerekmekterdir. Şu günlerde psikolojinin ne kadar önemli olduğunu Batuhan Karadeniz’in açıklamalarından, Arda Turan’ın üzerindeki baskıyı kaldıramamasından ve onlar gibi genç oyuncuların belli bir seviyeden sonra performans düşüklüğü yaşamalarından anlayabiliriz. Tabi bunların bir çoğunu doğru yapıp, son aşamada çuvallayan ekiplerimiz de var. Bu coğrafyanın en sistemli alt yapılarından birine sahip olan Bucaspor’un, bir üst lige çıktıktan sonra öncelikle hocasını daha sonra da neredeyse tüm oyuncularını değiştirmesi , insanın bu ülke futbolu ile ilgili umutlarını alıp götürüyor ne yazık ki...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Nihat'daki Sıkıntı - Taraftardaki Cehalet

19 Eylül 2010 tarihindeki Fenerbahçe - Beşiktaş maçını izlediğim mekandaki Beşiktaş taraftarlarının hemen hemen hepsinin hedefindeki oyuncu aynıydı, Nihat Kahveci.

CV'sinde 7 yıl İspanya kariyeri, bu kariyerde de 192 maç ve 86 gol gözüken bir yerli oyuncunun bu denli düşüşe geçmesi, beni hem üzdü, hem de bu konu hakkında düşünmeye itti. Aslında Nihat'ın vücut dili, ondaki sıkıntıyı çok net bir şekilde anlatmaya yetiyor. Ayrıca Nihat'ın Milli Takım performansı ile Beşiktaş'daki performansı da, onun sıkıntısını, kafasının nerede olduğunu bizlere gösteriyor.

Nihat'ın geçen yıl Beşiktaş'a dönüşü gerçekten çok sansasyonel oldu. Sezonun flaş transferi olarak lanse edildi bu yuvaya dönüş. Nihat, tüm açıklamalarında yuvaya dönüşten duyduğu memnuniyeti belirtti. Kendisinin menajeri de , bir sezon önce Fenerbahçe'den gelmiş olan astronomik teklifi, Beşiktaşlı olduklarını ileterek kibarca reddettiklerini belirtmişti. Doğal olarak Beşiktaş taraftarının da beklentileri artmıştı bu transferle ilgili.

Sezon başında askerliğini yaptığı için kampa geç katılan Nihat'ın performansının iyi olduğunu söylemek imkansızdı. İspanya'da alıştırdığı o performansının yarısını bile gösteremiyordu Nihat. İşte tam bu noktada, ülkedeki profesyonel görünümlü amatör oyunculardaki genel problemi baş gösterdi: duygusallık.



Biz bu filmin bir başka versiyonunu 15 yıl boyunca Galatasaray'ın 9 numaralı oyuncusu Kral Hakan Şükür'den de görmüştük. Aradaki fark, Hakan Şükür'ün hikayesi , genel olarak mutlu sonlanırdı, bu topraklarda. Filmin siyah-beyaz versiyonunun farkı da , başarılı geçen yurtdışı deneyimi idi. Nihat'ın yaklaşık bir buçuk senedir vücut dilinden anlaşılan, her kötü giden karşılaşmadan sonra daha çok zorlayıp, kendini tekrar kanıtlama hırsı içerisine girmesidir. Bir örnek olarak, bahsi geçen Fenerbahçe karşılaşmasının 2. yarısındaki bir pozisyonda, içerde boş arkadaşı bulunmasına rağmen, çok dar olan açıdan 2 kez şutu denemesini gösterebiliriz. 2. Beşiktaş döneminde bunun gibi yüzlerce pozisyonu örnek gösterebiliriz tabi ki.

Bir diğer yandan, Nihat'ın Milli Takım performansına baktığımızda da, Beşiktaş'da üzerinde olan baskıyı rahatlıkla görebiliriz. Milli Takımda, maçlardan basın toplantılarına kadar kendine güveni yerinde tam bir Avrupalı oyuncu görürken, Beşiktaş'da bu halinin esamesi bile okunmuyor.

Tabi ki bu durumun nedenlerinin tek müsebbibi Nihat Kahveci değil. Geldiği günden bu yana, aldığı parayı dilinden düşürmeyen Beşiktaş taraftarının da kendi oyuncusunun üzerinde baskı kurma konusunda Türkiye'de gerçekten üstüne yok. Bu düşüncede öyle saçma noktalar var ki, gerçekten mantıklı bir insanın bir suçlama yaparken bu kadar ahmak olması imkansız dedirtiyor insana. Birincisi, Nihat Milli bir golcü, Anadolu'dan gelen bir genç oyuncunun bile ne paralara büyük takımlara geldiğini düşünürsek, Nihat'ın aldığı parayı tartışmak büyük saçmalık olur. Bir diğer saçmalık ise, aldığı para konusunda Nihat'ı suçlamak. Yönetimin ona layık gördüğü bu paraya hayır mı deseydi yani Nihat ? Bu suçlamada bulunan taraftara sormak isterim, çalıştığınız şirkette geçirdiğiniz başarısız bir aydan sonra, o ay alacağınız maaşın yarısını kabul etmemezlik yapıyor musunuz ?

Gerçi Beşiktaş taraftarı, bu protestonun saçmalık konusunda bir model üstünü Tabata konusunda da yapmaya devam etmekte. En küçük hatasında oyuncu, geldiği takımın tahsil ettiği 8 milyon avro sebebiyle kendisine tepki göstemekte. Düşünün ki, o 8 milyon avro'nun tek bir kuruşu bile Tabata'nın cebine girmemiş, başkanın bir anlık paniği ile yapılmış bir ödemenin faturası en masum taraf olan oyuncuya çıkıyor. Gerçekten mantık sınırlarını zorlayan bir düşünce sistemi bence bu..



Beşiktaş taraftarındaki bir başka sıkıntıyı da, iyi geçen dönemlerinde yazmak isterim. Şu günlerde her şey güllük gülistanlık gittiği için az sonra yazacağım sahneleri bu aralar görmüyoruz tabi ki. Beşiktaş taraftarının problemi , Tabata ve Nihat örneğindeki gibi yanlış muhattaplara tepki göstermeleri. Bu tepki bazen o kadar sert oluyor ki, zamanında Youla gibi bir oyuncunun, kendi stadında, saha kenarında tedavisi yapılırken kafasını yarabiliyor, ve o karşılaşmadan sonra adamı yıldırıp Fransa'ya transfer olmasına sebebiyet verebiliyor. Youla örneğinden gidersek, gerçekten sahada her şeyini verip savaşan bir oyuncuyu, sırf çok kaçırıyor diye bu kadar protesto etmek, kafasını yarmak, gerçekten olacak iş değildir. İlla ki biri protesto edilecekse, o oyuncuyu sürüyle gol kaçırmasına rağmen sahaya süren teknik direktör muhattap olmalıdır. Yoksa hiçbir futbolcu, maç kadrosunda kendini gördükten sonra hocasına çok gol kaçırdığı için oynamamsı gerektiğini söyleyemez bu gezegende..

Sonuç olarak, umarım Nihat düzeyindeki bir golcü üzerindeki dolar işaretli baskıyı mantığını kullanıp atar ve mental olarak daha iyi seviyelere gelir, taraftarlar da protestolarını daha doğru bir şekilde ortaya koyarlar...

18 Eylül 2010 Cumartesi

Muarem Muarem


Akıllara ilk olarak Djemba Djemba ve Kazım Kazım'ı getiren ilginç bir isme sahip Orduspor'un genç Makedon'u. Ülkesinin umut vaadeden gençlerinden biri olmasının yanında, Türk asıllı. Özellikle Barcelona'nın başarısıyla dünyada, ve Rijkaard'ın gelişiyle ülkemizde yayılan 4-3-3 sisteminin kilit noktalarında olan ön kanatlarının her ikisinde de oynayabildiği gibi, her iki ayağını da başarıyla kullanabiliyor. Geçtiğimiz sezonun Makedonya 2.si Rabotnicki takımından geldi Orduspor'a ve bu sezon ülkemize gelmeden önce Rabotnicki formasıyla 4 Avrupa Ligi ön eleme maçında forma giydi, 1 gol 1 asistle oynadı.

Bu bilgiler eşliğinde kendisini ilk kez izledim Orduspor - Güngören Bld.Spor maçında, ve söylenenlerin hiç de haksız olmadığını gördüm. Çok kolay adam geçebilen, o bozuk zemine rağmen bileklerine hakim, asist yönü güçlü ve oyun zekası yüksek bir oyuncu. Mevkidaşlarının en bilinen eksikliğinin aksine uzaktan sert ve isabetli şutlar atabiliyor, ki attığı 2 golün 1'i bu şekildeydi. 2 gole bir de asist ekledi ve maçın adamı oldu. Görünen tek eksiği zayıf fiziği ve oyunda devamlılığı sağlamakta zorlanması.

İlerleyen yıllarda adını sıkça duyacağımızı umduğum bu genç yeteneğin 2013 yılına kadar Ordusporla sözleşmesi bulunuyor.

Yabancı transferinde oldukça başarılı olan, Jerry Akaminko ve Bruno Mezenga gibi referanslara sahip Orduspor'u bu transfer sayesinde bir kez daha tebrik etmeliyiz.

14 Eylül 2010 Salı

Sami Yen'de Bir Gölge Adam

Metin Oktay'ın ölüm yıldönümünde kimseden "Metin gibi" oynaması beklenmiyordu elbette, fakat en azından taraftarı kandırmaya kimsenin hakkı yok. Mustafa Sarp'tan bahsediyorum. Sadece dün akşam oynanan Galatasaray-Gaziantepspor maçından ibaret değil bu eleştirim. Sarp uzunca bir süredir ısrarla sorumluluk almaktan kaçarak oynuyor.

İmkanım olsa, kendisine sormak isterdim bunun nedenini. Neden maç boyu gölge pres yaptığını, orta sahada gözünün önünde bomboş koşu yapan rakip oyuncuyu neden takip etmediğini, sadece 1 senede neden bu kadar değiştiğini sormak isterdim mesela.



Empati yapmaya çalışıyorum. Futbol için geçkin sayılmaya başlayan bir yaşta geldi Galatasaray'a. Rotasyonu tamamlayacak, Mehmet Topal'ı yedekleyecek oyuncu olarak düşünülürken, üstün performansı, sürpriz golleri ve Rijkaard'ın da sürekli şans vermesiyle bir andan ilk 11'in değişmezi oldu. Fakat onun adına olumlu olan bu durum Sarp'ın hiç de alışkın olmadığı bir durumla yüzyüze bıraktı kendisini. Henüz aralık ayına gelindiğinde, Bursaspor ve Ankaraspor'da 1 sezon boyunca oynadığı maç sayısına ulaşmıştı bile. Bu mental yorgunluk, takımın da düşüş içine girmesi ve mevkidaşlarının düşük performansı, Mustafa'nın da düşüşüyle sonuçlandı. Üstüne bir de kariyerinde ilk kez tanıştığı taraftar baskısı, Mustafa'yı artık top almaktan çekinen, "benden çıksın da nereye giderse gitsin" düşünce yapısına sahip bir adama dönüştürdü. Hakeme itiraz ederken formasını yırtan bu hırslı adam, 90 dakika koşmadığı, pres yapmadığı, sorumluluk almadığı ve 1-0 kaybedilen Fenerbahçe maçı sonrası ilk deparını soyunma odasına giderken adam ruhsuz bir adama dönüştü.

Geçen sezonun sonuna iyimser bir gözle bu bahaneleri göz önünde bulundurarak bakabilirdik. Tabi Mustafa bize o performansının aynını, henüz çok başında olan yeni sezonda da izletmeseydi. Hala, Neill ve Servet defanstan top çıkarmaya çalışırken boşa çıkmayan, es kaza topu alırsa bir an önce beklere, ya da gerisin geri stoperlere aktaran, görünürde oynayan, 2010 model bir Maldonado var sahada. Basında Maldonado kadar eleştiri yağmuruna tutulmamasını sebebi iki futbolcudan beklentiler yalnızca.

Ligin ilerleyen zamanlarında Lorik Cana'nın form tutarak orta sahadaki 3 formadan birini alacağını, ve diğerinin sahibinin de Misimovic olacağını öngörebiliriz. Yabancı sınırı dolayısıyla, ortada 1 orta saha forması daha var ve 3 adaydan Rijkaard'ın en çok şans verdiği Mustafa'da durum böyle. Bir an önce Galatasaray'a ilk geldiği günlere dönmesi dileğiyle.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Futboldan Anladığımız

Geçtiğimiz hafta, basında ve resmi bilet satış yapan kurumun internet sitesinde açıklanan 2 ayrı müsabakanın bilet fiyatları gerçekten ilgimi çekti. Bu müsabakalardan biri, Galatasaray'ın kendi evinde oynayacağı ve ligin 4. haftasına tekabül eden Gaziantepspor maçı idi. Bir diğeri ise, UEFA'nın uluslararası seviyede düzenlediği, 2012 Avrupa Şampiyonası elemelerindeki en kritik dönemeçlerden biri olan Belçika maçı idi. Öncelikle gelin, 2 müsabakanın bilet fiyatlarını karşılaştıralım.

Galatasaray - Gaziantepspor maçı Bilet Fiyatları:

Kale Arkası Kapalı Rakip Takım: 45,00 TL
Kale Arkası Kapalı: 45,00 TL
Kapalı Alt Grup 1: 150,00 TL
Kapalı Alt Grup 2: 100,00 TL
Numaralı Grup 1: 150,00 TL
Numaralı Grup 2: 100,00 TL
VIP 1: 250,00 TL
VIP 2: 200,00 TL
Yeni Açık Alt: 35,00 TL
Yeni Açık Üst: 35,00 TL

Türkiye - Belçika Maçı Bilet Fiyatları:

Fenerium Alt Kenar - Fenerium Üst Kenar: 20,00 TL
Fenerium Alt Orta - Fenerium Üst Orta: 30,00 TL
Maraton Alt Kenar - Maraton Üst Kenar: 20,00 TL
Maraton Alt Orta - Maraton Üst Orta: 30,00 TL
Migros Kale Arkası: 10,00 TL
Türk Telekom Kale Arkası: 10,00 TL



Belki bu karşılaştırma, sizin için bir şey ifade etmeyebilir. Ancak bence, bu bilet fiyatları, ülkemizin futbol özelinden spora bakış açısını özetliyor. Bir tarafta Avrupa Şampiyonası gibi dünyanın en önemli spor organizasyonlarından birine katılım için oynayacağımız en önemli maçlardan biri, diğer taraftan ise lokal ligimizde oynana sıradan bir lig maçı. Aradaki fark, ülkede kabul gören taraftar olgusunun bir dışavurumu adeta.

Milli maçta izleyebileceğiniz yıldızlar, 2 elin parmaklarından daha çoktur sanırım. Belçika deyip geçmeyin, Van Buyten, Kompany, Hazard, Dembele, Felliani, Lukaku gibi dünyanın en önemli liglerinde oynayan oyunculara sahip bir ekipten bahsediyoruz. Bizim ekibimizde de, özellikle 2006 Avrupa Şampiyonası'ndan sonra uluslararası arenada daha tanınır bir hal almış oyunculardan oluşmakta. (Arda, Semih, Hamit, oynamasa da Nihat, Tuncay vs. ) Ayrıca grubun genel şekline baktığımızda da Almanya'nın futbol oyununda rakip farketmeksizin genel ve doğal favori olduğunu düşünürsek, gruptaki en büyük rakibimizin Belçikalılar olduğunu söylemek yanlış olmaz. İşte böyle kritik bir maçtan bahsediyoruz.

Diğer taraftan 34 haftalık bir periyotta oynanacak sıradan bir müsabaka var elimizde. Sahadaki oyuncu kalitesinin milli maçla karşılaştırılması, komedinin en temel unsurlarından biri olurdu herhalde. Ancak, bu oyuncuları izlemenin bedellerine baktığımızda ise tam tersi bir durum ortaya çıktığını görüyoruz.



Futbol Federaasyonu, bilet fiyatlarını açıklarken, ek olarak bilet fiyatlarının neden düşük tutulduğunu da belirtti. Maça ilginin artması ve tribünlerin dolması amacıyla fiyatlar düşük tutulmuştu açıklamalarına göre. Kesinlikle haklı bir sebep, çünkü ülkemizde, taraftarlık davranışını gösterecek ortamı görmeyen futbol seyircilerini bir maça çekmek hemen hemen imkansızdır. Bu durum da , bizim futboldan ne anladığımızı açıkça ortaya koyuyor.

Net olarak görülen, neredeyse hiç kimsenin sahada oynanan futbol kalitesiyle ilgilenmediğidir. Yoksa Galatasaray - Gaziantep maçı ile Türkiye - Belçika maçı kalitesini karşılaştırmak ahmaklık olurdu. Ancak bu ülkede tribüne giden insanların asıl amacı maç seyretmek olmadığı, salt gönül verdikleri renklere destek olmak olduğunu bu donelerle söyleyebilmekteyiz sanırım. Zaten tribünlerin en sevilen simalarının sahaya arkası dönük reisler olması da futboldan ne anladığımızın kısa bir özeti..