26 Kasım 2012 Pazartesi

Taraftar

"Futbol taraftarı olmak hakkında kesin olarak bildiğim tek şey; tam aksi gibi görünüyor olsa da, aslına bir başkasının sevincini yaşıyor olmadığınızdır. Seyretmektense oynamayı tercih edeceğini söyleyenler esas noktayı kaçırıyorlar. Futbol seyretmenin bizzat kendisi bir edim haline gelmektedir. Elbette maç izlemenin, izlerken sigaraları ardına yakmanın, maç bitiminde patates kızartması yiyip zilzurna sarhoş olmanın, size en az sahada bir ileri bir geri koşmak kadar Jane Fonda fiziği katacak bir jimnastik biçimi olduğunu söylemiyorum. Ama bir zafer yaşandığı zaman, o zaferin keyfi, oyunculardan tribünün en üst sırasına ulaşana kadar soluklaşan, eksilen bir şey değildir. Her ne kadar golü atmanın, basamakları ağır ağır çıkarak Prenses Diana'nın elinden kupayı almanın keyfini asıl yaşayanlar onlar olsa da, taraftarların yaşadığı zevk takımın aldığı zevkin sulandırılmış bir çeşitlemesine indirgenemez. Zafer durumlarında yaşadığımız coşku, "başka birinin" şanslı anının kutlanması değil, kendi talihimizin kutlanmasıdır ve sonuç olarak beklenmedik bir yenilgi aldığımızda bizi çevreleyen kader, samimi bir kendine acıma duygusudur. Futbolun nasıl yaşandığını anlamak isteyen herkes, her şeyden önce bunu anlamalıdır. Futbolcular yalnızca bizim temsilcimizdir. Bizim tarafımızdan oy verilerek belirlenmemiş, üstüne üstlük teknik direktör tarafından seçilmiş olmalarına rağmen bizim temsilcilerimizdir. Eğer sahaya dikkatlice bakarsanız, onların birlikte yüzdükleri ve suyunu bizim taşıdığımız göletleri, oyuncak ördekler gibi sırtlarındaki burguları görebilirsiniz. Kulüp benim ne kadar parçamsa, ben de kulübün o kadar parçasıyımdır. Ama bunları söylerken, kulübün beni sömürdüğünün, görüşlerime kulak asmadığının, beni adam yerine koymadığının farkındayım ve bu kanaatim profesyonel futbolda işlerin nasıl yürüdüğüne dair saf bir bilgisizlikten kaynaklanmıyor. Wembley'deki bu zafer her anıyla, en az Charlie Nicholas ile George Graham'a ait olduğu kadar bana da aittir (bir sonraki sezonun başında Graham tarafından gözden çıkarılıp gönderilen Charlie de Wembley zaferini benim kadar sevgiyle anıyor mu, bundan da emin değilim üstelik). Bu zaferin her saniyesinde en az onlarınki kadar benim de alınterim var. Benimle onlar arasındaki tek fark, benim bu işe çok daha fazla saat, yıl, onyıl ayırmış olmamdır. Bu yüzden o zaferin değerini daha iyi anlayabilir, zaferimizi her hatırladığımda güneşin neden parlamaya başladığını yürekten hissedebilirim."
Fever Pitch (Futbol Ateşi) / Nick Hornby kitabından alıntıdır. Bu gibi duygular biz "geçmişi yıllardan giderek değil, sezonlardan giderek" hatırlayanlarda barınır.

Bu Yaşta 180 Derece Dönebilmek

 Bazı insanlar şartlar ne olursa olsun fikirlerinden asla dönmezler. O fikirleri, canları söz konusu olsa bile, savunurlar. Bu tarz insanlar yaşları ilerledikçe daha da cesur olmaya başlarlar. Bu durumun sebebi artık bu insanların kaybedecek şeylerinin gitgide azalması durumdur.

 Bu üstteki örnek insanların tam tersi, etrafımızda gördüğümüz insanların yüzde seksenini falan oluşturuyordur diye tahmin ediyorum. Bu insanlardan bir tanesi, artık belgeli olarak kanıtlayabilildiğimiz üzere, Bilal Meşe'dir. Buyrun elimizdekilere bir bakalım..

 
Milliyet'in patronu henüz Demirören Grubu değil, bakın Meşe, dönemin Beşiktaş Yönetimi için neler demiş ;

' Yöneticilik kararlılıktır, sözünün arkasında durmaktır. Maalesef bu unsurların hiçbiri Beşiktaş’ta yok! Son yıllarda, kamuoyunda da müthiş bir prestij erozyonuna uğradı Kartal...
“Beşiktaşlılık ayrıcalıktır” sözünün yerinde yeller esiyor! Yazık, hem de çok yazık!'


http://cadde.milliyet.com.tr/1900/01/01/YazarDetay/1249479/Kimi_kandiriyorsunuz_

***

Bilal Meşe'nin, 26 Kasım 2012 tarihinde, Milliyet Gazetesi'nde yayınlanan Demirören Röportajı bakın nasıl başlıyor:

' Türk Futbolunun ‘1’ numarası, federasyon başkanı Yıldırım Demirören ile Türkiye’den binlerce kilometre uzaklıkta, Brezilya’nın Rio de Jenairo kentinde bir buluşma... Kulüp başkanlığının ardından gelen Kulüpler Birliği Vakfı Başkanlığı ve sonunda Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığı... Öyle tepeden inme gelen bir görev değil... Hepsinde tecrübe kazanmış, basamakları adım adım çıkmış bir şahsiyet... Üstelik, medyanın içerisinde olmasına rağmen medyayı eleştirebilecek kadar da alçakgönüllü...'

http://m2.milliyet.com.tr/News/NewsArticle.aspx?ID=1632482

 Demirören'in Beşiktaş'a bıraktığı enkaz ortada, Türkiye'deki futbolun 3 Temmuz süreciyle nerelere geldiği belli, ancak Sayın Meşe, sırf işini gücünü kaybetmemek için böyle bir 'yıkama, yağlama'dan sonra röportaja başlıyor. Sahi Sayın Meşe, Milliyet'deki işinizi kaybetmek sizi bu kadar mı korkutuyor ?

 ***

Aynı röportajda geçen kısa bir bölümü de aktarmak istiyorum;

'2020 Avrupa Şampiyonası’nı alacağımıza inanıyorum. Bu işte sonuna kadar varız. Türkiye’nin hakkı olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki Türkiye, Olimpiyatları da, Avrupa Şampiyonası’nı da aynı anda yapacak kapasiteye fazlasıyla sahiptir. Olmaz diye bir şey yok. Bu ilk olabilir.'

 Şimdi düşünün, TFF Başkanı Olimpiyatların bir şehirde düzenlenen bir organizasyon olduğunu, ancak Avrupa Futbol Şampiyonası'nın tüm ülkede düzenlenebileceğini, buna rağmen ülkenin en önemli 3 stadyumunun İstanbul'da olduğunu, hem Olimpiyat Komitesi'nin hem de UEFA'nın bu ikircikli durumdan rahatsız olduğunu bilmiyor, bilse de sırf tribünlere oynamak için net bir şekilde saçmalıyor..

 

 Bu örneklerden sonra en çok üzüldüğüm kesim, İletişim Fakülteleri'nden mezun, yabancı diller bilip sporla haşır neşir olan ve bu sektörde bir yerlere gelmek isteyen arkadaşlarım.. Bakın köşeler nasıl aşağalık adamlar tarafından tutulmuş..

19 Kasım 2012 Pazartesi

Bahis


Bir süre amatör futbol oynadım. 20 küsur yıldır deli gibi takip ederim futbolu. Tuttuğum takımın kombinesine sahibim. Yeri geldi deplasmana da gittim. Salt futbol konuştuğum bir dolu arkadaşım var. Her hafta düzenli halı saham var. Anla yani hayvan gibi takip ediyorum futbolu. Tabi ki böyle olunca iddiasıydı, bilyoneriydi, yabancı sitesiydi bahis de hayatımın oldukça içinde. Şimdi arkadaş, ben bunu niye beceremiyorum?

Yıllarca tek maçtan yatmalara doymadım. Sonra sisteme döndüm, bu kez iki maçtan yattım. Tuttuğum takıma ben oynadım onlar yenildi, onlar yenildi ben oynadım, tövbe ettim en sonunda.

Neyse böyle böyle geçen hafta yakın bir arkadaşımdan öğrendiğim kesin kazandıran formüle kapılıp gene yatırdım para. Tabi ki ne olmazları oldurdum, ne maçları çevirdim, hep yattım hep kaybettim ve yine hesaptaki paranın sonu geldi.

Dedim ki sonra paramı, son bir gayret, sakin sakin çoğaltayım; bastım Levante-Real madrid maçına 2'yi. Düşün bak 1.32 orana tamah ediyorum özgüvensizlikten. Maçta dk 8, açtım Ntvspor'u ve spikerin adeta bana hitaben solosu başladı:
- Mourinho'nun İspanya'da kazanamadığı tek stad burası sayın seyirciler! flaş!
- Cristiano Ronaldo'nun İspanya La Liga'da gol atamadığı yalnızca iki stad var ve biri burası sayın seyirciler! flaş!
- Galatasaray-Cluj maçındaki yağmur burada yaz yağmuru kalır sayın seyirciler, öyle hayvani yağıyor! flaş!
- Cristiano Ronaldo'nun kaşı açıldı ve tek gözü görmeden oynuyor sayın seyirciler! flaş!

Utanmasa yıldırım düşecek sahaya. Sırf ben oynadım diye. Ayıptır ya! Neyse kaza bela Real Madrid 2-1 alıyor maçı, para devam ediyor.

Ertesi gün akıllılık yapıyorum, canlı bahis oynuyorum parayı ikiye bölerek. Rusya 2.ligine alayım sizi.
Lig 2.si Ural kendi sahasında ligin zayıf ekibi Spartak Nalchikle karşılaşıyor ve Nalchik 9 kişi kalmış; basıyorum Ural'a. O Nalchik etten duvar örüyor, "Spartak geçilmez"i oynuyor adeta, direkler, çizgiden çıkanlar derken Ural 20 dakikasını rakip ceza sahasında oynadığı maçta golü atamıyor ve yarısı gidiyor paranın.

Diğer yarısını ise Shinnik deplasmanında 70.dk'da 2-0 önde olan Torpedo'ya basıyorum. Hikayenin sonu son derece tahmin edilebilir değil mi? Shinnik tarih yazmaya başlıyor ben oynar oynamaz, çeviriyor maçı, 3-2 alıyor 20 dakikada.

Uzaklara bakıyorum. Artık kabul ediyorum, Ben bu oyunu beceremiyorum.

16 Kasım 2012 Cuma

Sıklet Farkı



Biz küçükken, altyapıda oynarken haftada bir gün çift kale yapardık. 12-13 yaşlarındaydık o zaman. O çift kalelerde, takımın hocası olan çalıştırıcımız, ortada dikilip konuşup dururdu. Bazen top yakınlarından geçerken dayanamaz alır ayağına, bize öğretir gibi yapıp, "işte böyle, işte bu, al ver al ver" diyip bir kaç kişiyi geçer, bir iki ver kaç yapar, en son gollük bir pas bırakırdı. Sonra da "bu yani yapacağınız" derdi. Bir Allahın kulu da, "hoca senle biz bir miyiz, sen bizim iki katımızsın" demezdi haliyle.

İşte tam olarak bunları hatırlıyorum Fernandes'i izlerken. Teşbihte hata olmazmış.