29 Ağustos 2010 Pazar

Dünya Basketbol Şampiyonası #1. Gün

A Grubu

Avustralya: 76 - Ürdün: 75

Geçen sezon ligi dahi oynanamayan Ürdün önünde, turnuvanın önemli sürpriz adaylarından Avustralya kesin favoriydi. Fakat sahada net bir üstünlük kuramadı bir türlü Avustralyalılar. Hatta Ürdün turnuvanın ilk büyük sürprizini yapmaya çok yakındı ki son dakika içerisindeki 6 - 0'lık Avustralya serisi maçı Kangurulara getirdi. Aleks Maric'in 22 dakikada attığı 23 sayı ve David Andersen'in 22 sayı 9 ribaundluk performansı Avustralya'da, Zaid Abbaas'ın 20 sayı 10 ribaundluk performansı da Ürdün'de dikkat çeken istatistiklerdi.

Sırbistan: 94 - Angola: 44

Turnuvanın en azından benim için madalya adaylarından Sırbistan turnuvaya müthiş bir başlangıç yaptı. Rasic 22 sayıyla maçın en skorer ismi olurken Angola'nın 17 top kaybı ve ribaundlarda 49 - 25, asistlerdeyse 26 - 5'lik Sırbistan üstünlüğü farkı açıklayıcı nitelikte heralde.

Arjantin: 78 - Almanya: 74

Altın jenerasyonu için büyük ihtimalle son turnuva olan Ginobili'siz Arjantin, 2 senedir Nowitzki'siz oynamayı öğrenmeye çalışan yarım Almanya karşısında çok zorlansa da kazanmayı bildi. Delfino 27 sayıyla maçın en skoreri olurken, Cequeira kenardan gelerek yaptığı müthiş baskıyla bizdeki Sinan Güler etkisini yarattı Arjantin adına ve galibiyette büyük pay sahibi oldu.


B Grubu

Slovenya: 80 - Tunus: 56

Slovenya, Tunus'u beklenildiği gibi rahat geçerken maçın en dikkat çekeni Sloven taraftarlar oldu. Tunus için zaten hedef bir maç değildi bu ve etkili de olamadılar, Dragic'in 16, Vidmar'ın 15, Nachbar'ınsa 14 sayısı Slovenlere galibiyeti getirdi.

ABD: 106 - Hırvatistan: 78

Turnuvanın doğal favorisi ABD, Hırvatistan karşısında ilk çeyrekte oldukça zorlandı. Fakat 2. çeyrekten maçın sonuna kadar Hırvatistan'ı dağıttılar. Yıldızlardan arınmış kadrosuyla, tam bir Krzyzewski kadrosu olmuş ABD Milli Takımı. Çok Avrupalı oynuyorlar. Savunmada, daha önce onlardan pek görmediğimiz önde baskıyı prensip edinip, hızlı hücum ediyorlar. Hırvatistan karşısındaysa, Eric Gordon 16 sayı, Durant 14 sayıyla takımın en skorerleri oldular. Hırvatistan'sa ilk çeyrekte Ukic, Tomic ve Marko Tomas'la etkili oldu, fakat daha sonra onları hiç kullanamadılar, 2. çeyrekte 6 sayıda kaldıktan sonra geri dönemediler.

Brezilya: 81 - İran: 65

Maçın ağır favorisi konumundaki Brezilya zorlanmadan geçti İran'ı. Giovannoni 17 sayıyla maçın en skoreri oldu. Barbosa ve Splitter 13 sayıyla onu takip etti. İran'daysa Haddadi 16 sayı attı.


C Grubu:

Yunanistan : 89 - Çin: 81

Turnuvanın favorilerinden Yunanistan karşısında Çin'den böyle bir direnişi kimse beklemiyordu sanırım. Maçın sonuna kadar maçta kaldılar, 40 dakika boyunca yaptıkları alan savunmasından hiç vazgeçmeden çılgın mücadelelerini sürdürdüler, şans da maç boyunca yanlarındaydı ama maç sonunda biraz heyecan biraz da Yunanistan'ın kalitesi ağır bastı ve Yunanistan galibiyete ulaştı. Çin'in alan savunması karşısında Yunanistan sürekli dışarıdan hücum etti fakat maç boyunca kullandığı 39 üç sayılık atışın sadece 13'ünden skor üretebildi. Diamantidis'in 13'te 3'lük üç sayı isabeti dikkat çekiciydi. Bu kötü şut yüzdesi Çin'in maça tutunmasında önemli etkenlerden oldu, fakat yetmedi. Çin'de Yi Jianlian ve Zhizhi Wang çok etkiliydi, Yunanistan'ıysa Zisis ve Bourousis'in performansı Yunanistan'a galibiyeti getirdi.

Rusya: 75 - Porto Riko: 66

Rusya mükemmel bir savunma takımı fakat bir o kadar da sınırlı bir hücum takımı. Porto Riko'ysa aksine deli dolu hücum eden, dengesiz bir takım. Bu iki takımın mücadelesinde maç Rusya'nın istediği gibi oynandı. Porto Riko'da Barea tek başına isyan etti ve takımını sırtında taşıdı fakat Rusya'ya tek başına yetmedi. Rusya'da Monya 16 sayı, Mozgov ve Kaun 13 sayı, Ponkrashov 10 sayı 11 asistle maçı tamamladı. Porto Riko'daysa Barea 25 sayıyla maça damgasını vurdu. Milli takımımızın bugünkü rakibi olacak aynı zamanda Rusya. O maçı kazanmamız için yapmamız gereken şey oyunu bizim istediğimiz gibi oynamamız, coşkuyla oynamamız, Rusya tempoyu düşürdükçe bizim artırmamız bizi galibiyete taşıyacaktır.

Türkiye: 86 - Fildişi Sahili: 47

Dünya Şampiyonası öncesi hazırlık dönemininin devamı niteliğindeydi açıkçası bu maç bizim için. Tanjevic'in gereksiz hamleleri olmasa çok daha rahat geçecekti belki maç ama 2. çeyrekte Tanjevic'in yaptığı şovla Fildişi'ne bile farkı indirme şansı tanıdık. Kerem Gönlüm'ün 3 numarada bu takıma ne verdiğini, ne vereceğini çok merak ediyorum açıkçası. Kerem kendi pozisyonuna döndükten sonra, takım kısalınca top çalmalarla farkı tekrardan açtık. Kerem bu takım için çok önemli bir parça fakat asla 3 numarada değil. O 3 numara oynarken ondan verim alamadığımız gibi, kısa rotasyonundan bir kişiden de faydalanamıyoruz. Mesela dün Kerem kendi pozisyonuna geçtikten sonra Sinan oyuna girdi ve maça damga vurdu. 16 dakika süre aldı Sinan ve 8sayı, 4 ribaund, 4 asist, 5 top çalma, 1 blokla tamamladı maçı, kenara gelirken de kıyameti kopardı Ankara seyircisi ve iyi oyununu karşılıksız bırakmadı. Ersan 17 sayı, 8 ribaundla, Ömer Onan'sa 18 sayıyla etkili diğer oyuncularmızdı. Hidayet dün çok etkili değildi ne yazık ki. Saha içi isabeti bulamadan tamamladı maçı. Serbest atışlardan bulduğu 6 sayısının yanında 7 ribaund, 7 asist ve 4 top çalması unutulmamalı gerçi. Bir diğer kozumuz Ömer Aşık'ın serbest atışlardaki sorunu devam ediyor, bu da onu savunulması kolay bir oyuncu yapıyor açıkçası. Bu maç elbet bizim için kıstas değil, fakat bugünkü Rusya yarınki Yunanistan maçları bizim şampiyonadaki geleceğimize de direk etki yapacak. Grubu lider bitirebilirsek yolumuz gerçekten çok açık, İspanya da grubu lider bitirse fena olmaz aslında bizim için.


D Grubu

Litvanya: 92 - Yeni Zelanda: 79

Bu maçta da favori ekip Litvanya rahat bir galibiyet aldı. Litvanya adına Kleiza 27 sayıyla takımının skor yükünü taşıdı. Yeni Zelanda'daysa 37 sayı atan Kirk Penny takımının ve maçın en skoreri oldu.

Lübnan: 81 - Kanada: 71

Geçen hafta Efes Cup'ta karşılaşmıştı bu 2 takım ve kazanan yine Lübnan olmuştu bu sefer de kazanan değişmedi, Lübnan yine yaptı sürprizi. El Khatib 31, Fahed 17 sayıyla Lübnan'ı galibiyete taşıdı, Kanada'daysa Joel Anthony 17 sayıyla takımının en skoreri oldu.

Fransa: 72 - İspanya:66

Turnuvanın benim için en önemli favorisi İspanya sürpriz bir yenilgiyle başladı turnuvaya. İlk çeyrek İspanya'nın lehine bitti fakat daha sonra Fransa 2. çeyrekten itibaren müthiş bir oyun oynayarak mağlup etti İspanya'yı. Pota altını çok iyi kapattılar ve İspanya'nın uzunlarına hiç şans tanımadılar, İspanya'da Navarro'nun 17, Rudy Fernandez'in 13 sayısı takımının maçı kazanmasına yetmedi. Fransa, Gelabale'in 16, Batum'un 14, Albicy'nin 13, Koffi'nin de 11 sayısıyla çok zor bir maçı kazandı ve çok önemli bir galibiyet aldı. İspanya büyük turnuvalara mağlubiyetle başlamayı adet haline getirdi gibi oldu artık. Geçen sene Avrupa Şampiyonası'nda ilk maçta Sırbistan'a kaybedip ardından şampiyonluğa yürüdüler. Bu yaz başında futbolda Dünya Kupası'nda İsviçre'ye kaybedip yine şampiyon oldular. Bakalım bu sefer başarabilecekler mi?

66 > 10

9 Ağustos 2006 Çarşamba günü saat 10 buçuk civarlarında, Türk Futbolu yeni prensiyle tanışmıştı. Maçtan önce sağ bek oynaması beklenen, ancak son anda orta sahaya kaydırılan 66 numaralı genç oyuncu, takımının 2. ve 4. golüne imza attı, 5. golü de bir başka Galatasaray Alt yapı ürünü Sabri'ye attırdı. Bir sonraki günün gazete manşetleri aynı şeyi söylüyordu;

' SAMİ YEN'İN YENİ YILDIZI: ARDA TURAN ! '



Bu maçtan sonra 2006-2007 sezonunda takımın vazgeçilmezi oldu Arda. Dönemin teknik direktörü Erik Gerets'e göre, Galatasaray'ın başındayken verdiği en doğru karar, Arda'yı yeniden kiralık vermemesiydi. Gerets ona güvendi, Arda da bu güveni boşa çıkarmamış oldu. Ribery olayıyla kırılan taraftar kalbi, ondan daha iyisini görünce bu olayı unutuverdi birden.

Sezon sonunda Gerets'in gönderilmesinden sonra takımın başına kurt hoca Feldkamp getirildi. Arda'nın takımdaki sorumlulukları biraz daha arttı. Sezon sonunda final niteliği taşıyan Sivaspor maçında yaptığı hat-trick ve oynadığı muhteşem oyunla, kariyerindeki oyuncu profilini değiştirmiş oldu. O artık 'Gelecek vaadeden genç yetenek'likten 'Takımını şampiyonluğa taşıyan büyük oyuncu' mertebesine ulaşmıştı...



Bu şampiyonluktan sonraki sezon takımın başına getirilen Skibbe'nin de gözbebeğiydi Arda. Sezon başında özellikle Lincoln'ün üstün performansıyla bir dönem 2. planda kalsa da, o her zaman taraftarın gözbebeğiydi. Bir karşılaşmada hakemle atışmasından sonra, Ahmet Çakar'ın bunu sert bir şekilde eleştirmesi üzerine taraftarlar bir sonraki maçın neredeyse 1 saati boyunca Ahmet Çakar'ı protesto ederek Arda'larına sahip çıkmışlardı. Böyle mükemmel bir harmoni vardı mutlu çiftin arasında.

Arda sempatikliğiyle milyonların sevgilisi olmuştu 2-3 yıl içerisinde. Özellikle Milli Takım kamplarındaki antremanlarda yaptığı taklitlerle takım arkadaşlarını kırıp geçiriyordu. Sürekli gülen yüzü ile insanların takdirini kazanıyordu Arda. Rakip takımların taraftarları bile çok seviyordu Arda'yı, birçok kez rakip takımların formalarını imzalaması da bunu kanıtlıyordu.



Arda'nın bir sınıf daha atlamasını Euro 2008'de canlı olarak takip ettik. Teknik direktör Fatih Terim'in de en büyük kozu olan Arda, ev sahibi İsviçre'ye 90+2'de attığı kritik golle takımının umutlarını yeşertmiş , 4 gün sonra ise Çek Cumhuriyeti'ne attığı gol ile ise skora karşı isyanı başlatmış ve takımın maçı 3-2 kazanmasında büyük rol oynamıştı. Özellikle İsviçre maçında attığı golde aldığı sorumluluk, Arda'nın henüz bu yaşta 'özel biri' olduğunu kanıtlıyordu.



Başlıkta da belirttiğim faktör, tam da turnuvadan sonra yaşandı Arda için. 10 Temmuz 2009 tarihinde Murat Yalçındağ ve Haldun Üstünel ile kameraların karşısına geçen Arda, takımın yeni 10 numarası ve kaptanı olarak basına tanıtıldı. Açıklamaları halen boyundan büyüktü:

'Ayhan Akman, Emre Aşık, Sabri’ye büyük saygım var. Bu kaptanlığı yaparken desteği onlardan alacağım. Karar alırken onlarla birlikte alacağım. Ben 10 yaşında iken Harry Kewell’a karşı oynayan takımını bir kasanın üzerinde izledim. Kimilerinin arkadaşı, kimilerinin abisi olacağım. Bilinmesini isterim takımda Emre Aşık’ın lafının üzerine laf söylenmeyecektir. Bundan herkes emin olsun. Burada amaç takımın başarısı. Bunlar başarımız için bir araç. Amacımız şampiyonluklara ve kupalara ulaşabilmek. Benim her şeyim Galatasaray. Hayatımın tek anlamı Galatasaray ve ailem. Bugün mutluyum. Heyecanlıyım, çünkü bunlar benim için çok özel anlar.”'

Arda'nın 10 numara macerası böyle başladı. Takımın başına Rijkaard'ın getirilmesiyle ve tanınmış oyuncuların takıma transfer edilmesiyle beklentiler arttı. Sezon başında harika futboluyla göz dolduran Galatasaray'ın halen en büyük kozu Arda Turan idi. Her şey gayet güzel giderken, Galatasaraylıların ortak kabusu Saraçoğlu Stadındaki Fenerbahçe maçı, kötü günlerin habercisiydi. Alınan ağır mağlubiyetin yanında, verilen sakatlarla beraber takım geri gitmeye başlamıştı. Avrupa Ligi'nde Atletico Madrid'e elenen ekip, bir diğer Fenerbahçe maçıyla dibe vurmuş oldu. Tribünlerin de ilk hedefi Arda Turan oldu tabi ki. Özel hayatından dolayı eleştirilen Arda'ya bir tepki de taraftardan gelmişti. Kız arkadaşı için sinema kapatmasına eleştiride bulunan tribünler, Arda'ya tepkilerini sloganlarla gösterdiler. Arda da kafasının rahat olmadığında iyi performans göstermediğini kanıtlarcasına kötü bir futbol serigiliyordu bu dönemlerde.



Basınımızın futbolundan çok özel hayatıyla ilgilendiği Arda Turan da onlara bol bol malzeme vermeye devam ediyordu. 66 numarasıyla ve gülen yüzüyle milyonların sevgilisi olan Arda gitmiş, 10 numaralı formasıyla ve kaptanlık pazubandıyla sinirli tavırlarıyla dikkat çekmeye başlamıştı. Kaptanlık verildikten sadece birkaç gün sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğünü ziyaret etmesi, Arda'nın da Türk futbolunun ve futbolcusunun içinde olduğu o Siyaset-Mafya-Spor üçgenin içine girdiğini gösteriyordu.



Son olarak, 2010-2011 sezonun 2. maçı olan Bursaspor karşılaşmasından mağlubiyetle ayrılan Galatasaray'ın teknik direktörü Rijkaard'ın 'Sahada sorumluluk alacak lider oyuncu yoktu' açıklamasından sonra morali bozulan Arda'nın bir gün sonraki antremana özel izinli olarak çıkmaması, bana uzun süredir planladığım bu yazıyı postlamama sebep oldu. Bir kaptan olarak herkese örnek olması gereken oyuncunun, moral bozukluğu sebebiyle antremana çıkmaması gerçekten düşündürücü bir durum. Ayrıca ligin ilk maçı olan Sivas deplasmanında takım arkadaşı ve veliahtı Emre Çolak'a hatalı bir pasından sonra gösterdiği tepki, Arda'nın ne kadar stres altında olduğunu ve bunu kaldıramadığını açıkça gösteriyor.



Pedagogların ailelere önerisi, bebek ve çocuklara, bebek ve çocuk gibi davranmaları yönündedir. 22 yaşında kaptanlığa getirilen Arda'dan 27-28 yaşındaki oyuncunun olgunluğunu beklemek, yönetimin en büyük hatası olarak değerlendirilebilir. Arda , eminim ki Galatasaray Tarihine geçecek bir kaptan olacaktır, ancak Avrupa'nın herhangi bir takımında rahatlıkla oynayabilecek bir oyuncuyu bu sorumlulukla ezmek, akıl karı bir tercih değildi bence. Arda henüz 23 yaşında. Öncelikle bunu hatırlamalı.Daha sonra kendisinin kimseye benzeme gibi bir mecburiyetinin olmadığını hatırlamalı. Yani futbol camiasındakiler gibi olmadığında kimsenin onu yadırgayıp dışlamayacağını hatırlamalı. Arda, Arda gibi olmalı, öyle tarihe geçmeli. Arda, kaç numara olursa olsun, Galatasaray formasının içinde, gülen yüzüyle, mükemmel oyunuyla, zeka ürünü espirileriyle ve liderliğiyle hatırlanmalı seneler sonra..

26 Ağustos 2010 Perşembe

Galatasaray'da İstifa Depremi (!)


Dün akşamdan itibaren pek çok spor sitesi ve bugün de pek çok gazete tarafından flaş haber olarak duyuruldu Cemal Özgörkey ve Murat Canaydın'ın Pazarlama A.Ş'deki görevlerinden istifası. Bu iki ismin önümüzdeki günlerde yönetim kurulundaki görevlerinden de istifa edeceğine varan iddialar atıldı ortaya. Fakat gerçek bundan çok farklıydı. Pazarlama A.Ş ve İletişim A.Ş'nin birleşmesi sürecinde prosedür gereği gerçekleşmesi gereken bir durumdu bu sadece. Fakat çok küçük bir araştırmayla öğrenilebilecek bu gerçeği, flaş haber, yönetimde deprem başlıklarıyla yayınlayan sorumlu(!) medyanın amacını anlamak hiç kolay değil, aslında daha önceki haberlerle de bir arada düşünürsek bir şekilde anlamlandırabiliriz heralde yapılan bu yayınları.

Haldun Üstünel'in istifasıyla sallanan Galatasaray yönetimi, transferlerde yaşadığı fiyaskoyla ve sportif anlamda lige yapılan kötü başlangıçla zor günler geçirirken yapılan bu tarz yıpratıcı haberler pek de iyi niyetli görünmüyor açıkçası.

Kollektif Yaratıcılık



Geçtiğimiz hafta sonu oynanan ve Arsenal'in 6 - 0 kazandığı Blackpool maçının ardından, soyunma odasına giderken mikrofon uzatılan Arsene Wenger'in galibiyeti yorumlarken söylediği bir söz benim de dikkatimi çekti. ''Collective creativity'' diyordu Fransız, yani ''kollektif yaratıcılık''tan bahsediyordu. Bizim futbol literatürümüzde kendine geniş yer bulmuş 2 kelime. Kollektif oyun ve yaratıcılık... Kollektif futbol yani birlikte oynamak, takım olarak oynamak... Yaratıcılık, bireysel yaratıcılık, bir oyuncunun sahip olduğu özel yeteneklerle hücum atraksiyonlarına yön vermesi. Yani bizde kullanılan anlamıyla bu. İlk bakışta birbirine taban tabana zıt gibi görünen bu iki kelimeyi, birlikte kullanıp başarıdaki ana unsur olarak gösteriyordu Wenger.

Farklı şeyler anlatmaya çalışıyor elbet Wenger. Bireysel bir çabadan değil, takım olarak üretilen pozisyonlardan, takım olarak yaratıcı olmaktan, skora bu şekilde ulaşmaktan bahsediyor. Yani bizdeki anlamıyla Arda'nın topu alıp, 3 kişiyi geçip tek başına bişeyler yapmaya çalışmasından ya da Quaresma'nın kenardan topu alıp çizgiye kadar sürerek pozisyon yaratmaya çalışmasından ya da Alex'in 40 metreye attığı paslarla takımını pozisyona sokmasından değil. Zaten artık futbol hiç bir büyük oyuncunun takımını tek başına bir yerlere getiremeyeceği kadar farklı oynanıyor. Kim olursa olsun, şu an dünyanın tartışmasız en iyisi Messi de dahil olmak üzere. Barcelona'da sistemin içinde tarih yazan Messi, Milli takım forması altında elinden geleni yapmasına rağmen tek başına yetemiyor. Wenger de tam bunu söylüyor. Arsenal'in diğer büyüklere nazaran daha az görkemli isimlerle, daha sınırlı kadrolarla diğer devlerle aynı seviyede mücadele etmesinin altında yatan sırrı da bu sözlerle veriyor.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Gazetecilik(!)

Bugün, Milliyet gazetesinin internet sitesinde bir haber vardı. Haberde Galatasaray'ın Avrupa Ligi Play Off turundaki rakibi Karpaty Lviv'in tesislerine gidildiği, tesislerin durumunun içler acısı durumda olduğu "Tabelası bile olmayan tesislerin duvarları boyasız, yemekhanesi dökülüyor, etraf çöp yığınlarıyla dolu.", "Şehir merkezinden 25 km uzaklıktaki tesisi bulmak hiç de kolay olmadı. Önünden 3 kez geçmemize karşın ne bir tebala ne de bir yazı göremedik.", "Oyuncuların konakladığı binanın badanasız ve dökülmüş duvarları, birikmiş çöp yığınları, köy kahvesinden farklı olmayan yemekhane, oyuncuların ve teknik kadronun antrenman malzemelerinin özensiz şekilde asılması hemen gözümüze çarptı. Özetle gördüklerimiz bir futbol takımının tesislerinden çok orta okul ve liseli öğrencilerin yatılı okulunu andırıyordu." sözleriyle anlatılıyor, hatta alttaki fotoğrafla da belgelenmeye çalışılıyordu. Bu da haberin linki, http://www.milliyet.com.tr/iste-karpaty-/spor/haberdetay/25.08.2010/1280667/default.htm



Ancak gerçek kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Karpaty Lviv takımının resmi internet sitesi olan http://www.fckarpaty.lviv.ua/en/page90.html adresindeki fotoğraflardan da görülebildiği gibi, tesislerin durumu sıradan bir Ukrayna takımı için gayet donanımlı ve hiç de acınacak halde değil.

Bu haberin yapılış amacını bulmak için alem-i cihan olmanın gereği yok. Galatasaray'ın Ukrayna temsilcisine elenmesi halinde, "işte böyle sıradan, doğru dürüst antreman sahası bile olmayan, etrafı çöp kokan tesislerde çalışan bir takıma elendi Galatasaray" haberini yapmak ya da bir önceki haberi okuyan insanlarda böyle bir izlenim bırakmak. Zaten çalkantılı günler geçiren Galatasaray'ı daha kötü duruma düşürmek, alay konusu yapmaya çalışmak.

Haber, gerçek ortaya çıktıktan sonra apar topar sitenin anasayfasından kaldırılmış. Ancak insan düşünmeden edemiyor. 21. yüzyılda, insanların dünyanın öbür ucuna bir "tık" ötede olduğu bir devirde nasıl böyle ucuz bir haber yapılmaya cesaret ediliyor ve bu haberi yapanlar gazetecilik etiğinden bu kadar uzak olmayı nasıl başarabiliyor?

24 Ağustos 2010 Salı

Porto'nun Transfer Felsefesi - Otamendi


Takımlarımız çok değil, birazcık inceleseler Porto'yu, değişmeye başlayacak belki birşeyler. Son hamlesinde defansın göbeğindeki Bruno Alves'i 22M euro karşılığında Zenit'e satarken yerine gelecek vaadeden ve G.Afrika 2010'da Arjantin kadrosunda yer alan Otamendi'yi kadrolarına kattılar. Üstelik yalnızca 4M euro karşılığnda. Bu miktar bonservisin yarısı anlamına geliyor. Porto'nun elinde geri kalan yarısını 1 yıl içinde ödeyerek bonservisin tamamına sahip olma hakkı da bulunuyor.

Transferin bitmesine 1 hafta kala hala sezonun planlamasını hala tamamlayamamış takımlarımız varken gelecek adına kalıcı başarılar hayal. Ancak günü kurtarmaya çalışıyoruz. Örnek olarak Galatasaray'ı vermek gerekirse, Misimovic gündemdeyken, olmayacağı anlaşılınca alternatifi Emana mı olmalı? Bunlar aynı tip oyuncu mu? Yoksa sadece transfer yapmak için mi sokağa atılıyor paralar?

Takımlarımızın bir Man Utd, Chelsea, Barcelona olamayacağının, onlarla baş edebilecek bütçelere dahi sahip olamayacağının farkındayız. Ama neden Porto olamıyoruz? Galiba cevabı da çok açık.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Sonun Başlangıcı



Geçen sezonun sonunda neredeyse tarihinde bir ilke imza atmak üzereydi Galatasaray. Eğer ki, ligi 4. sırada bitrmeyi başarabilseydi(!) 51 yıllık lig tarihinde ilk defa üst üste 2 sezonu ilk 3'e giremeden tamamlayacaktı. Takımın kanayan yaraları ta geçen sezonun ortalarında çok açık bir şekilde belliydi. Güven vermeyen bir kaleci, defansta saatli bir bomba, alternatifi olmadığı için kendisini asla geliştirmeyi düşünmeyen bir sol bek ve evlere şenlik bir orta saha.

5. resmi maçına çıktı Galatasaray dün, hem de son şampiyona karşı ve sahaya çıkan 11'le oynayabileceği en iyi topu oynadı ilk yarı.. Bundan bir gram fazlası olamaz çünkü, Galtasaray'ın dünkü kadro kalitesi dün oynadığı futbolun bir adım daha fazlasını oy-na-ya-maz. Mustafa Sarp, Barış ve Ayhan. geçen sezonun sonunda bu 3 oyuncunun da Galatasaray futbol takımının orta sahasında oynayacak kaliteden çok çok uzakta oldukları herkes tarafından biliniyordu.. Mustafa Sarp sorumluluk almaktan uzak, sürekli kaçak güreşen futboluyla ve yıllardır Anadolu takımlarında oynamaktan kaynaklanan yaptığı acemiliklerle, Barış 2 metre önündeki adama pas veremeyen futbol tekniği ve zekasıyla asla bu takımın değişmez adamları olamazdı. Ayhan'ın durumu ise biraz daha farklı. Yıllardır Galatasaray orta sahasını toparlayan isimdi Ayhan, çok büyük katkıları da oldu. Ama özellikle geçen sene de görüldü ki, ilerlemiş yaşı yüzünden artık o da eskisi gibi hücuma destek veremiyor ve risk almaktan uzak, aldığı topları en yakındakine veren bir anlayış içinde mücadele ediyordu. Hal böyleyken, Galatasaray ligin 2. haftasında son şampiyona karşı oynadığı maça, bu orta saha üçlüsü ile çıkıyorsa bunun içinde çok farklı hesaplar döndüğünü düşünmek gerekir.

Adnan Polat maç sonrası locadaki masaları tekmelemiş. Daha çok tekmeler bu kafayla giderse. Şimdi çıkıp büyük ihtimalle yine, Aslantepe'den, Riva Projesi'nden, 2012 kriterlerinden falan bahsedecektir. Bunların hepsi güzel, ama unutmamalıdr ki bunları yaparken Galatasaray futbol takımını geri plana atma gibi bir lüksü asla yok. 1 senedir her şey ortadayken, hala bu takıma adam gibi bir orta saha alınmamışsa bunda kendisinden başka hiç kimse suçlu değildir. Tribünler hala Adnan Sezgin'e küfür ediyor, en kolay yol ona sövmek çünkü. Ama unuttukları bir şey var ki, Adnan Sezgin bu kulübün maaşlı bir çalışanı. Kendisine verilen direktifler ve bütçe doğrultusunda işini yapmaya çalışan bir adam, madem ki onda bir sorun var bu işte asıl sorumlu olan ona o işi veren ve hala o görevde tutan başkandır. Bunun yanında, trübünlerin herkese sırayla saydırıp, Adnan Polat'ın ismini asla ağzına almaması da çok manidar.



Galatasaray yavaş yavaş eriyor, uzun zamandır bu takım bu kadar aciz, bu kadar çaresiz bir konuma düşmemişti, futbolcular yeteneksiz, kaptan dediğin Arda sanki hiç bir şey umrunda değilmiş gibi top oynuyor, üzerindeki isteksizlik o kadar belli ki, sahada bir şeyler yapmaya çalışan adamlar Neill, Baros ve neredeyse gönderilmek üzere olan Kewell yani 3 yabancı, diğerleri de futbola yabancı zaten ve en kötüsü artık taraftarda bir alışmışlık, bir kabullenme var, yenilgiye alışmışlık, yenilgiyi kabullenme. Eskiden bir mağlubiyette karalar bağlayan, bir kaç gün etkisinden kurtulamayan taraftar artık maç bitiminde kısa bir sürede normal haline dönebiliyor. Galatasaray taraftarı uzun yıllardır böyle bir psikoloji içinde olmamıştı. Hal böyleyken bu durumun en büyük sorumlularından 2. başkan hala çıkıp herkesi aptal yerine koyarak "henüz 2. hafta, daha çok erken" diyebiliyor. Evet doğru henüz 2. hafta, ama anlayamadığı şey bütün bu anlatılanların sadece kaybedilen 2 maçtan ibaret olmadığı. Keşke yalnızca 2 maç kaybedildiği için yapsaydık bu eleştirileri, her şey o kadar basit olsaydı. Sanki bazı güçler Galatasaray'ı çökertmek için planlı bir faaliyete başlamışlar da, elleri yönetime, takımın içine bile uzanıyor gibi, yoksa şu andaki duruma mantıklı bir açıklama getirmek çok zor. Yaklaşık 1 ay önce, İstanbul'da oynanan OFK Belgrad maçından sonra da yazmıştım, Galatasaray'ın kötü yolda olduğunu, aradan 1 ay geçti, bırakın ilerlemeyi, şu anda bulunduğu durum çok daha içler acısı.

Gelelim bu işlerde en az suçu olan adama, Frank Rijkaard'a. Geçen sene sonunda kadro kalitesizliğinden bahsetmişti Hollandalı teknik adam, aradan geçen bunca aya rağmen bırakın isteklerini yerine getirip kadroyu kaliteleştirmeyi, o kısır kaliteyi yaratan en önemli adamlardan Keita da satıldı( hatalı demiyorum, bu satışı anlayabilirim ancak yerine en az onun kadar iyi biri gelene kadar, sakat Pino değil). Şu anda, geçen sene açık bir dille eleştirdiği Servet Çetin'e, kendi isteği dahilinde yapılmayan 2. sınıf Türk oyuncu transferlerine, tecrübesiz bir kaleciye ve toplasanız bir adam etmeyecek bir orta sahaya mahkum bırakılmış bir şekilde takımı yönetmeye çalışıyor. Şu anda ne düşündüğünü bilemeyiz, "paramı alır, yatarım" havasında mı, yoksa her türlü olumsuzluğa rağmen bir şeyler yapmaya çalışıyor mu bilmiyoruz ama hangisi olursa olsun şu anda en eleştirilmeyecek pozisyonda olan o.

Takımın şu an içinde bulunduğu durumu en iyi bilenler o atmosferi önceden yaşamış eski oyunculardır. Onların en önemlilerinden biri Hasan Şaş dün çok önemli bir söz söyledi. Frank Rijkaard'ın, oyuncular ve bazı medya mensupları tarafından, Fatih Terim'i başa getirmek için kuyusunun kazıldığını söyledi. Bunu söyleyenin yıllarca Galatasaray'da oynamış ve futbolcudan da öte kulübün en kötü anında cebinden oyunculara destek sağlamış birisi olduğunu düşünürsek, söyledikleri "hadi be sende" denecek cinsten basit bir olay değil. Sırf bu sözlerin üstüne bile, yönetimin acil olarak bu duruma el atması ve gerçekten böyle bir "ihanet" varsa, sorumluları kimse hesabı derhal kesmesi gerekir. Tabi bunları yönetimin işin içinde olmadığını hesaba katarak söylüyorum..

Florya'nın 5 kapısı var demişti Polat zamanında. Şu anda bu kapıların hepsi de dikenli yollarla örtülü. Transfer döneminin bitmesine 1 hafta varken, bundan sonra yaşanacak olaylar, sırasıyla önce yönetim tarafından sorumluluğun üzerlerinden atılması için 1-2 transfer olacaktır.. Ondan sonra, taraftara umut tacirliği yapan açıklamalarla devam edecektir.. Ama asıl önemlisi, her şeyden önce Galatasaray'ın başındaki bu zihniyetin bir an önce toparlanıp kendine gelmesi. Bunun için de Polat'ın bu dikenli yollardan en doğrusunu bulup, kapının ucundaki ışığa ulaşması gerekli. Yoksa taraftarın gözünde yarattığı efsane başkan modeli yavaş yavaş yok olmaya başlıyor.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Organizasyon vs Kaos

Geçtiğimiz sezon yaşanan büyük düşüşün başından itibaren Galatasaray’ın en temel problemi orta sahasının tek yönlü olmasıydı. İstenen, hayali kurulan o total futbolun, o Barcelona rüzgarının uzaklığı, umut vaadetmeyen orta göbekle birlikte her geçen gün artıyordu adeta. Aradan 3 ay ve bir dünya kupası geçip yeni sezon başladığında sarı kırmızılılar bu bölgeye Mehmet Topal/Lorik Cana değişikliği ve genç Musa katkısı dışında takviye yapamamıştı.


Bu gelişmelerin ışığında başladı Karpaty Lviv maçı, ve 45 dakika bu odakta geçti adeta. Ukraynalıların henüz hazır olmadığı gün gibi aşikar olan, gücü yerinde ama çevikliğini henüz sağlayamamış Ali Turan’ı keşfetmeleri de çok uzun sürmedi. Mustafa Sarp’ın sık sık boşalttığı bölgeden sürekli Ali’yi zorlayan Kuznetsov ilk golün asistini yaparken, 2.golde de Ali adamını kaçırıyor, Hakan Balta, Mustafa Sarp misali gölge oyununun fahiş bir hatayla farkedilmesini engelleyemiyordu. Bu yarıda Galatasaray’ın başlıca problemleri, orta saha ikilisi olan Ayhan ve Sarp’ın son derece ağır ve risksiz oyunu(ısrarla dikine pas yapmadılar), Mustafa Sarp’ın ısrarla boşa çıkmayarak top almaması, ve iki bekin savunma yönlerine oranla son derece kısıtlı hücum güçlerine sahip olmasıydı. Hakan ve Ali’den beklenen hücum desteği bir türlü gelmeyince Arda, Kewell ve Serdar topla buluşmakta zorlandı. Bu dakikalarda akıllara gelen soru, Sabri’nin yokluğunda Serkan Kurtuluş’un neden sağ beke alternatif olarak düşünülmediğiydi. Organizasyon eksikliği ilk yarının en çok göze çarpan unsuruydu.

Tabelada yazan 0-2’lik skor, Rijkaard’ın telkinleriyle birleşince, üstüne üstlük maça çok hızlı ve önde basarak başlayan Karpaty yorgunluk belirtileri göstermeye başlayınca, Galatasaray’ın 2.yarıya baskılı başlaması sürpriz olmadı. Bu yarıda ilk yarıya oranla en büyük değişim hız futboluydu. Sarı kırmızılılar en basit pasları bile son derece hızlı yaparak rakibin başını döndürdü adeta. Derken maça damga vuran Rijkaard hamlesi de geldi ve Serdar yerini Barış’a bıraktı. Bu dakikadan sonrası için 4-3-3 dersi diyebiliriz. Ali Turan ve Hakan Balta’nın kısıtlı hücum desteğine rağmen üstelik. Arda’nın sağa geçmesi ve Kewell’ın dakika dakika artan etkinliği oyunun merkezini kanatlara almayı sağladı ve maç bu andan itibaren tek kaleye döndü. Bu anlarda Baros'un ustalığı sonucu getirdi. Biraz şans, biraz daha beceri olsa, 2-2’den daha iyi bir sonuç da alınabilirdi. 2.yarının basitçe özeti, kaos futboluna aşina Türk futbolunun tüm hatlarıyla saldırma ve sonuç alma alışkanlığının örneğidir.

Galatasaray adına maça dair iki pozisyondan bahsetmeden geçemeyeceğim. İlkinde dakikalar 30’u gösterirken Karpaty’nin kullandığı bir yan topta takımın en etkili kafacılarından Mehmet Batdal önce kendi ceza sahasına yöneldi, biraz yaklaştı ve aldığı bir işaretle geri döndü. Bunun üzerine durumu farkeden Serdar ceza sahasına savunma için koşu yaptı, fakat o da boş adamı kaybetti bu sırada. Neyse ki bu keşmekeşte savunma topu uzaklaştırdı. İkinci pozisyonda ise 64.dakikada Galatasaray’ın kullandığı bir korner atışında yaşandı. Bütün oyuncular altı pas etrafına toplanmışken Neill arkadaşlarını uyardı ve geriden koşu yapmalarını söyledi. Bunun üzerine Sarp bulunduğu mevkiyi terkederek ve söylenerek ceza sahası dışına çıktı ve orada pozisyon aldı. Bu tip toplarda Mustafa gibi hava hakimiyetli oyuncuların ceza sahası içinde, Ayhan gibi hava gücü zayıf, bilekleri kuvvetli oyuncuların yayda beklemeleri genelgeçer bir futbol kuralıdır. Bu iki pozisyon Galatasaray’ın yan toplar konusundaki zaafiyetini ve dersine nasıl çalışmadığını basitçe ortaya koyuyor. Futbolda duran topların önemini düşününce bu zaafiyetin bir an önce giderilmesi gerektiği aşikar.
Rövanş Belgrad’taki kadar kolay geçmeyecektir ama Galatasaray Karpaty’i eleyecek güce sahip. İyi bir Elano ve Sabri’nin katılımı düşünülerek, Galatasaray’ın daha iyi yerlere geleceği öngörüsü çok da uzak bir ihtimal olmamalı.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Galatasaray&kalite sorunsalı

2009 - 2010 sezonu başında, Galatasaray'da önce, dokunulmaz ilan edilen, uğruna sabır yeminleri edilen Frank Rijkaard'ın takımın başına geçmesi, ardından Keita ve Elano başta olmak üzere yapılan ''kaliteli'' transferler taraflı tarafsız herkesin gözünü boyamıştı. Pek çoklarına göre Galatasaray tarihin en ''kaliteli'' kadrosunu kurmuştu. Hele ki devre arasında yapılan takviyelerden sonra takım artık kusursuzdu. UEFA Avrupa Ligi'ni kazanmamak için hiç bir neden yoktu, lig ve kupaysa zaten çantada keklikti.


Böyle ümitlerle girilen bir sezondan sonra bir de lige yapılan müthiş başlangıç iştahları iyice kabartmış ve hedefimiz Avrupa'da başarı nidaları bu kez daha yüksek sesle atılmaya başlanmıştı. Fakat mayıs ayına gelindiğinde ortada çok farklı bir tablo vardı. Avrupa'dan, daha sonraları kupayı kazanacak olan Atletico Madrid'e eleniliyor, çantada keklik görülen kupaya erken veda ediliyor, ligdeyse ancak 3. olunabiliyordu. Sezonun bitimine 1 hafta kala, Galatasaray adına tablo şekillenmişken oynanan, Antalyaspor maçı sonrasında başarısızlığı kalite sorununa bağlıyordu Rijkaard.


Sezon başında tarihin en kaliteli kadrosu olarak lanse edilen, devre arası takviyelerle daha da güçlenen takımın sorunu nasıl olur da kalite eksikliği olabilirdi, günlerce tartışıldı bu sözler, futbol uleması abilerimiz yerden yere vurdular Rijkaard'ı. Ne de olsa Baros'uyla, Kewell'ıyla, Elano'suyla, Keita'sıyla, Arda'sıyla müthiş kaliteli bir takımdı Galatasaray. Buna rağmen diyordu ki Rijkaard bu takımdaki sorun takım kalitesi. Aslında, diyordu ki adam, arkadaş, Baros sakatlanıyor, Kewell sakatlanıyor, yerine koyacak oyuncum yok, Arda'nın mutsuzluğu her halinden belli, belki bir dinlenme süreci ona iyi gelecek, ama onun yerini dolduracak oyuncum yok, Elano tam kapasite oynamıyor ama onun boşluğunu dolduracak oyuncum yok, en önemlisi orta alanda oyunu enine boyuna kaliteli kullanacak 3 oyuncuya ihtiyacım var, elimdeki kapasitesi sınırlı Barış'la, Mustafa'yla, artık bitmiş, okeye dönen Ayhan'la olmuyor bu iş.

2009 - 2010 sezonu artık sona eriyor ve gözler gelecek sezona yöneliyordu. Rijkaard teşhisi koymuş, tedavi için de reçeteyi yazmıştı, iki orta saha oyuncusu alınacak, bir de yedek santrfor şarttı takıma. O günden bugüne neredeyse 3 aylık bir süre geçti, lig başladı, Avrupa'da maçlar oynanmaya başladı. Yedek kulübesine yapılan transferler dışında, istediği isimlerden, elde, Cana dışında tek bir oyuncusu dahi olmayan Rijkaard sisteminden vazgeçmemek uğruna yine Mustafa Sarp'ta, Ayhan'da aradı çareyi fakat ne mümkün böyle çözüm.

Keita gitmiş, yerine ne vereceği belli olmayan Pino gelmiş, Elano'nun durumu halen belirsiz, transferde hala tık yok... İş bu tek sorumlu Rijkaard, öyle mi...

Bunca negatif şeyin içinde, hiç mi umut ışığı yok peki? Şu anda görüntü öyle bir hal aldı ki, sanki lig bitmiş, lige havlu atılmış. Oysa ki, durum bence çok farklı. Kimine göre polyannacılık, kimine göre romantizm ama bu takımın tek sorunu kalite eksikliği. Bunun da tek çözümü geç de olsa transfer. Ve yerinde yapılacak hamleler, Arda'nın yükünün azaltılması, orta sahanın yaratıcılığının artması, Rijkaard'ın istediği oyunu oynayabilecek kapasitedeki takviyelerle bu karanlık tablonun aydınlığa çıkmaması için hiç bir neden yok. Bundan sonra söz artık yönetimde. Eğer gecikmiş de olsalar doğru hamleler yapılırsa kaybedilmiş hiç bir şey yok. Nasıl İspanya'nın İsviçre'ye karşı aldığı mağlubiyet onları zafere taşıdıysa, bu maç da Galatasaray için önemli bir ders olabilir.

Bu takım için tek çözüm var, Rijkaard'ın 3 ay önce söylediği gibi, takımın kalitesi ar-ta-cak.

15 Ağustos 2010 Pazar

Planlı Transfer Politikaları

Geçen hafta içerisinde, Adnan Polat'ın gazetecilere yaptığı bir açıklama, gerçekten dikkat çekiciydi:

- Başkanım, ligin başlamasına sadece 3 gün kaldı, Galatasaray transferleri ne zaman yapacak ?

Adnan Polat: Avrupa'nın dört noktasında yönetici arkadaşlarımız çalışma halindeler. Transfer bir saat içinde de olabilir, bir hafta sonra da olmayabilir.

- Transfer yapılmaması ihtimali de var mı yani başkanım ?

Adnan Polat: İhtiyacımız olan bölgelere 1-2 transfer yapmak istiyoruz, zaman gösterecek.

...



Düşünün ki, adı geçen ekip, müzesinde yüzlerce kupa olan, arkasında milyonlarca taraftarı olan, bütçesi milyon avrolar olan ve yüz yılı aşkın bir tarihi olan bir ekip. Günümüzdeki yöneticilerine bakarsak, Dünya'da en başarılı 10 aktif hocadan biri takımın başında, lig başlamış, ancak halen transfer bitirilmemiş..

Gerçi daha çok sevdiğim tabirler de var tabi ki. Örneğin, bir çok yöneticimiz XX Spor'da transfer bitmez ! diye açıklamalar yapmaktalar. Transfer biter, bitmelidir de, ihtiyacın olan bölgelere transferi yaparsan, o transfer sezonu senin için biter, bitmelidir de ..

Bır diğer anlamlı açıklama da 'XX Spor'da satılmayacak oyuncu yoktur !' ülkemizde. Son zamanlarda Elano konusunda çokça dile getirmiştir bunu Galatasaray başkanı Adnan Polat. Ancak bu açıklamanın hemen arkadasından 'Arda'yı sorup durmayın, kesinlikle satmayacağız !' açıklamasını yapan da kendisidir. Demek ki kulüplerde satılmayacak oyuncular varmış. Olmalıdır da zaten. Tüm taktiğinizi üzerine kurduğunuz, ya da rotasyonun en onemlı parçası olan bir oyuncunuzu - yüksek transfer bedeli teklif edilse bile - ne demeye transfer döneminin son haftasında satasınız ?

Günümüzde, büyük olarak tabir edilen ekipler, transferlerini ortalama 1 yıl önceden planlayıp, buna göre hareket etmekteler. Ülkemızde kendini büyük olarak adlandıranlar ise, plansızlığı plan haline getirmiş durumdalar ne yazık ki ..

6 Ağustos 2010 Cuma

Hedefler -II-

Geçen ayki 'Hedefler' yazımda, Aykut Kocaman ve Batuhan Karadeniz örnekleriyle, Türk sporcusu ve yöneticisinin hedeflerinin küçüklüğünden bahsetmiştim. Ancak geçen hafta okuduğum bir röportaj, bu yazının tam tersini, aynı başlıkla yazma ihtiyacı hissettirdi bana.

Four Four Two dergisinin Ağustos sayısında, 6 sayfa ayrılan, son 2 yılın şampiyon hocası Ertuğrul Sağlam, açıklamalarıyla Türk Futbolu'nun aydınlık yüzü olduğunu tekrar kanıtladı. Camiasına gereksiz eyyam yapmadan, kişisel kariyer hedeflerini ortaya koyan Sağlam, bu fikirlerini şu cümlelerle ifade etti:



442:'Avrupa'da küçük de olsa bir takım çalıştırmayı istiyorum.' dediğinizi hatırlıyoruz. Bu düşünceniz devam ediyor mu ?

Ertuğrul Sağlam: Avrupa'da bir takım çalıştıracağım. Ancak asıl önemli olan, nerde, hangi takımı çalıştırarsak çalıştıralım, futbol adına bir değer üretmemiz lazım.

Röportajın devamında da, Ertuğrul Sağlam'ın Bursaspor'un değerlerine inanılmaz saygı duyduğunu, ancak gün geldiğinde, daha büyük hedefler için Avrupa'da bir takımı çalıştırmak istediğini belirten ifadeler görebilmekteyiz.

Lokal başarılarla yetinip, sadece sezonluk hedeflerle yaşayan futbol fakirlerine selam olsun, Yürüyedur Ertuğrul Hoca !

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Daha İyisi Olamazdı !

20. Avrupa Atletizm Şampiyonası, Türk Spor Tarihi'ne altın harflerle şimdiden yazılmış durumda.



Önce Elvan Abeylegesse'nin 10 bin metre Avrupa Şampiyonluğu ile gururlandık, daha sonra, 100 metre engelli yarışında, bu yarışlarda daha önce bir başarımız olmamasına rağmen, Nevin Yanıt'ın şampiyonuğu ile keyfimiz katlandı. Ancak bu geceki 5 bin metre sonuçları, inanılmaz gururlanmamıza sebep oldu. 5 bin metre finalinde milli sporcumuz Alemitu Bekele altın madalyayı kazanırken, 2.'liği ise diğer bir milli atlet, 10 bin metre şampiyonu Elvan Abeylegesse kazandı. Yani bu sayede, 5 bin metrede, Avrupa'da 'double' yapmış olduk.



Bu zor şartlarda, uluslararası arenada böyle büyük başarılar kazanan sporcularımız olduğu için ne kadar gururlansak azdır, yürüyedurun kızlar !