1 Aralık 2014 Pazartesi

Hamza Hamzaoğlu

Senelerden 1991, babamın mesleğinden dolayı 2-3 senede bir yeni bir şehre taşınmak zorundaydık. Geldiğimiz yeni şehir Bursa olmuştu. Ben ana okula başlamış azılı bir Galatasaraylıydım..

 Televizyon başında babamla maçları izlerdim, vakt-i zamanında babamla aynı sahayı paylaşmış kaleci Hayrettin, Bursa deplasmanına geliyordu Galatasaray'la. Babam 'Hadi' dedi, 'Galatasaray'ın kamp yaptığı otele gidelim beraber!' Havalara uçmuştum, televizyonda deliler gibi izlediğim, daha okumayı sökmemişken isimlerini ezbere bildiğim insanları görecektim. İnanılmaz bir heyecandı..

 Otele gittik, Hayrettin bizi lobide karşıladı ve odasına davet etti. O otel odasında Hayrettin'le odayı paylaşan bir başka ağbi vardı. Hayrettin gibi uzun boylu, aynı onun gibi güler yüzlü biriydi o. İsmi Hamza'ydı. Benle uzun uzun sohbet etti, babamla Hayrettin, Ayvalık-Küçükköyspor anılarını konuşurken hep benle ilgilendi, Galatasaray sevgisi ile ilgili sohbetler etti. Benim bilinç altımda Hamza, hep o fotoğrafla canlanır..


 Hamza 4 sezon, dolu dolu formasını terletti Galatasaray'ın. Herkesin aklında Galatasaraylı Hamza olarak kaldı. Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlük kariyerinde de hemzeminden gelip önemli yerlere geldi. Daha önce hocalığını yapmış olan Yıldırım Uran'ı yardımcı antrenörü yaptı. Yıldırım Uran, bu görevden önce en az 15 takımda teknik direktörlük yaptıktan sonra eski öğrencisi Hamza'nın altında çalışmayı kabul etmesi, Hamza'nın yönetim tarzıyla ilgili bize bazı ipuçları veriyor.

 Sneijder ile ilgili yaptığı yorumlar kesinlikle hataydı ama imza töreninde 'ben de fazla ileri gitmiş olabilirim' diyerek bence önemli bir adım attı. Sezon sonunda da Terim icazeti ile gelip gelmediğini hep beraber göreceğiz.

 İyi Galatasaraylı Hamza, farklı bir ceketle sahaya iniyor. İnşallah iki taraf için de hayırlı olur..

18 Kasım 2014 Salı

Arda Turan'a Açık Mektup: Neden Brezilya'yı Tuttuk?

 Son Kazakistan maçı sonrasında uluslararası yıldızımız Arda Turan, bir önceki hazırlık maçında Brezilya lehine tezahürat yapan taraftarlara sitem etmiş:

 ''Biz bu ülkenin evlatlarıyız. Brezilya'ya karşı oley çekilecek saygısızlığı hak etmedik. Her maç bizim için final. Güvenimiz gitmiş durumda ama güvenimizi geri kazanmak için asla pes etmeyeceğiz. Sonuna kadar savaşacağız. Biri oley çekecekse o tribüne gelmesin."


 Arda'nın tam olarak anlamadığı nokta şu. Kadıköy'deki Türkiye-Brezilya maçında bu yıl ilk kez tribünler full'e yakındı. Bunun sebebi, seyircilerin Milli Takım'a desteklerini gösterme isteği miydi?

 Oraya gelen taraftar, güzel futbolu güzel adamlardan izlemek istiyordu. Sahada her şeyini verip, bir yandan da iyi güzel izletmek isteyen, birbirleriyle, hakemlerle, federasyonlarla kavga etmeyen, siyasetten, mafyadan uzak duran, rakibine saygısızlık etmeyen, kendi tribününe küfür etmeyen güzel adamlardan güzel bir resital izlemek istediler..

 Rakibinin stadında kalçasıyla top kontrol eden, rakibin siyahi oyuncusuna 'pis zenci' diyen, yerde yatan rakibine yardım eden arkadaşına tepki gösteren, ülkenin en tecrübeli foto muhabirini evinden aldırmakla tehdit eden, korumalarına gazetecileri tartaklaması emrini veren oyuncuları alkışlamak yerine, engelli taraftarları stadyum ayırt etmeden bulup onlara formalarını armağan eden, sahaya giren ufaklığı korumaların elinden alıp beraber fotoğraf çektiren, tribünleri Çeyrek Final zaferiyle selamlamak yerine elenen rakibin yıldızını alkışlayan güzel adamları alkışlamak istedi o akşam o tribünler..


 Arda, 66 numaralı forman üzerindeyken biz bu görüntüleri bu taraflarda da görürdük. Bu yüzden aslında bunu en iyi sen bilirsin, güzel futbol güzel adamlarla oynanır ve güzel futbolun bir milleti, milliyeti yoktur..

 Seni güzel adamlarla sırt sırta verip futbol arenasında çarpışırken görmek dileğiyle..

 Bandiera's Blog


21 Ağustos 2014 Perşembe

Jupp Derwall

Galatasaraylı taraftarların önemli buluşma mecralarından biri olan Galatasaray Sözlük, yeni neslin hararetli tartışmalarının yanı sıra, tribünlerin güzel abilerine de ev sahipliği yapıyor. Cem Davran, Captanomuz Uğur abi ve Behzat Uygur gibi büyüklerimiz, zaman zaman güzel anılarla bizleri yaşayamadığımız geçmiş günlere götürürken, kulüp efsanelerini daha yakından tanımamıza vesile oluyorlar. Aşağıda sevgili Behzat Uygur'un kendi kaleminden efsane çalıştırıcı Jupp Derwall ile ilgili anılarını bulacaksınız. 



"Genç takımdayken fiziğime bakarak sürekli stoper oynatılıyordum. E haliyle fizik iyi olunca, ezbere bir şekilde ilk önce düşünüldüğüm mevkii stoper oluyordu. Laf aramızda hava toplarında da biraz zayıfım ama bugüne kadar kimse bununla ilgili bir şey söylememişti bana. Fizik iyi işte, yaz Behzat’ı stopere…

Bir gün amatör takımın antreman maçından sonra maçı izleyen Jupp Derwall beni yanına çağırdı.

Hemen yanı başında da Ahmet Hoca (Akcan) vardı yardımcı antrenör olarak. Tabii heyecanla ağzından çıkacak cümleleri bekliyordum. Bekleyiş çok uzun sürmedi. Uzun yıllardır kimsenin göremediği, ya da görüp de söylemediği bir şeyi söyledi bana. Stoper olarak iyisin ama hava toplarında zayıfsın. Derhal sarkaç topla birlikte çalışmaya başla. Her gün en az 1 saat ekstra çalışacaksın. Daha sonra da ben seni santrafor olarak göreceğim…

Hemen burada size başka bir detay vereceğim. İşte klasik Türk futbolcusu zihniyeti. Bir süre o heyecanla çalıştım ama kronik sorunumuz olan tembelliği aşamadım ve ekstra çalışmalarıma ara verdim. Haliye hava toplarında hep eksik kaldım.

Tatlı yüzlüydü. Gençlerle sürekli ilgilenirdi ve bunu şimdiki bazı teknik direktörler gibi kerhen yapmazdı.  Tebessümünü esirgemeden, bunu kendisinin işi olduğu için, hatta işinden de öte, bir yaşam tarzı olarak görüp, aşk benimsediği için hiç çekinmeden yapardı. Florya da çok değişti. O dönem ile şu an arasında kocaman farklar var.En basiti, toprak sahadan çim sahaya geçişimizde de kendisinin büyük emeği vardır. Bu da zaten Derwall’li Galatasaray devriminin ilk aşamalarıydı.. Hiçbir detayı atlamazdı. Bütün genç takım, yıldız takım maçlarına vakit ayırır ve ilgilenirdi. Bunların hiçbiri boşuna değildi, Derwall’li devrim meyvelerini verdi. Derwall’in Florya’ya açılan penceresinin hemen akabinde Galatasaray da Türkiye’nin Avrupa’ya açılan penceresi oldu.

Tabii ki Derwall Hocamızdan bahsedip de Mustafa abiyi (Denizli) anmadan geçersek hiç hoş olmaz.

Mustafa abinin ilk antrenörlük yaptığı yer Galatasaray amatör takımıdır. Ben de o takımın oyuncusuyken sık sık ‘’ Behzat bir takım yap da oynayalım’’ derdi. Ben bir takım kurardım hemen. Kendisi de karşı takıma geçerdi ve o antreman maçı esnasında daha oynarken anlatmaya başlardı her şeyi. Yani hem oynar, hem öğrenirdik. Bizim Denizli’den öğrendiğimiz gibi, kendisi de Derwall’den birçok şey öğrendi. 

Yazımın başında belirttiğim gibi, bu iki insanın bizim tiyatro yaşantımıza da çok büyük etkisi olmuştur. Yıllar boyunca sahnelerin tozunu yutarken, oyunu nasıl sahneye koyacağımızı, oyuncu arkadaşlarımızla nasıl paslaşacağımızı hep kendilerinden bize ilham olan detaylardan esinlenerek uyguladık. Aramızdan ayrılışının 7. yılında kendisini elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. Anlatabildiysem ne mutlu bana. toprağın bol olsun hocam. Efsaneler asla unutulmaz."

Yazıyı burada paylaşmamız için bize izin veren sevgili Galatasaraylı Behzat Uygur'a teşekkür ederiz.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Burak da Bir Gün Yılamaz mı?

17 Ağustos'ta Türk işçilerin Belçika'ya gelişinin 50. yılı kutlamaları çerçevesinde düzenlenen RWS Brüksel-Galatasaray maçına damga vuran olay, Burak Yılmaz'ın tribünlerle girdiği diyalog oldu.

 Olayın birkaç boyutu var aslında. Sadece o maç için o kadar yolu tepip ufacık, amatör bir tesiste, doğru dürüst güvenlik olmadan o sahada o maçı oynamak, ya da takımı buna zorlamak gerçekten bir yönetim fiyaskosudur. Başkan Ünal Aysal'ın Belçika ile bağı sebebiyle bu işlere girildiği çok belli, ama en azından yine onun etkisiyle daha iyi bir organizasyon olması gerekirdi.


 Olayın bir diğer boyutu Galatasaray tribününün ülke, memleket, dil, din, ırk ayırmadan, her coğrafyada kendi futbolcusuna, özellikle de Burak Yılmaz'a gösterdiği tepki. Takım özelinde düşünürsek, bu takım 3 senedir ligin zirvesinde, birçok kupalar kazanmış, Avrupa'da önemli başarılara imza atmış durumda. Burak Yılmaz özelinde düşünürsek, son 4 sezonda 122 maçta 91 gol atmış, Galatasaray formasıyla gol kralı olmuş, ilk senesinde Şampiyonlar Ligi'nde çok ciddi gol rakamlarına çıkıp rüştünü uluslararası arenada da ispat etmiş bir futbolcudan bahsediyoruz.  Bu takıma ya da oyuncuya, gazozuna oynanan bir maçta hakaret etmek hangi mantığa uyar? Söylem yanlış anlaşılmasın, maç ne kadar ciddi olursa olsun, spor müsabakalarında küfüre, hakarete yer yoktur ancak bunun da ötesinde, sadece eğlencelik bir maçtaki bu gerginliklerin sebebi nedir? Aslında açıklaması çok basit, biz futbolu spor olarak sevmiyoruz. Biz oyunu sevmiyoruz, takımımızın ezeli rakibi yenmesini seviyoruz. Biz araya atılan pası değil, rakibin kafasına gelen parayı seviyoruz.

 Bunun en önemli kanıtı, önemli futbol organizasyonlarında tribünlerin boş kalması olarak gösterilebilir. Örneğin, ümit milli takımlar seviyesinde düzenlenen Dünya Kupası İstanbul'da oynandı ve tarihinin en az seyirci çeken organizasyonu olarak tarihe geçti. Sahada harika futbol oynandı ama bu Türk seyircisini tribüne çekmek için yeterli değil, gerginlik, kavga, küfür, hakaret, nefret olmayan yerde Türk seyircisi barınamaz!


 Olayın 3. ve son boyutu ise Burak Yılmaz'ın psikolojisi ile alakalı. Kariyeri çok parlak başlamıştı Burak'ın, Antalya'dan genç bir yetenek olarak Beşiktaş'a transfer oldu, ilk sezonda ciddi süreler aldı ancak durumlar istediği gibi gitmemeye başladı. Kariyeri git gide aşağıya doğru giderken Manisa'da tekrar kendini bulmaya başladı, bu iyi futbolu onu Fenerbahçe'ye taşıdı. Fenerbahçe'de de çok tutunamadıktan sonra kısa bir Eskişehir macerasından hemen sonra kendini Trabzonspor'da buldu ve filmin en keyifli dönemi başladı. Trabzon'da adeta rekorları alt üst etti ve bu başarısı onu Galatasaray'a taşıdı..

 Yukarıda çizdiğim inişli-çıkışlı kariyer, Burak'ın şu anki ruh halinin temel sebebi. Burak, tekrar o başarısız günlere dönmek istemiyor ve bu yüzdendir ki, en ufak bir başarısızlıkta hırçınlaşıyor, duygusallaşıyor. Bu en ufak başarısızlık bazen bir maç sırasında bile yaşanabiliyor, kaçırdığı gol sonrası kendini toparlaması ortalama bir topçudan daha çok zaman alıyor. Hep başarılı olmak istiyor Burak Yılmaz, tenkit edilen adam olmak yerine hep rekorların adamı olarak kalmak istiyor ama bu da ciddi bir travma yaratıyor onda. Bu durum da kendisinin, kendi taraftarına bile, antipatik görünmesini sağlıyor.

 Tam da bu noktada aklıma şu soru geliyor. Benim gibi sıradan bir futbol izleyicisi bile Burak'ın sıkıntısını görebilirken, koskoca Galatasaray teknik ve idari ekibi bunu nasıl göremiyor? Burak'ın ciddi şekilde psikolojik destek alması gerekiyor, acaba bu kulüp tarafından sağlanıyor mu? Ben hiç sanmıyorum. Ayrıca burada Burak'a da bir eleştiri yöneltilebilir, insan kendisinin de hatalarını görüp bir check etme ihtiyacı hissedebilir. Sıkıntı çok net ortadayken, bununla ilgili bir şey yapmamak mıdır tek çözüm?

 Burak'ın attığı gollerle Avrupa zaferlerine deliler gibi sevinen ama ona kenardan küfür eden 'taraftar' arkadaş, elini vicdanına koy da söyle, bir gün bu genç adam 'yeter artık, ben küfür yemeye mi iniyorum bu sahaya' diyemez mi? Pes edemez mi? Pes ederse, hep beraber mutlu mu olacaksınız? Sahiden, bir gün Burak da yılamaz mı hepinizden?

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Trabzonspor Kadrosunda Olma Hissiyatı

 Trabzonspor'un çiçeği burnunda hocası Vahid Halilhodzic, Avusturya kampının son hazırlık maçı olan ve 3-1 mağlubiyetle biten Augsburg maçından sonra, 2. döneminde - kısa süre olmasına rağmen- bizi alıştırdığı açıklamalarda bulundu:

 "5 yabancı ve 5 yerli oyuncuya ihtiyaç var. Bazı konular hakkında birileriyle konuşmama gerek yok. Trabzon'a gelmemin nedeni birincilik, getirdiğim oyuncu grubu buna müsait değil. Çok takviye yapmamız gerekiyor. Yabancı transferlerinde, bize hizmet ve kalite anlamında bir şeyler katabilecek oyunculara ihtiyaç var. Lig başlamadan yapmamız gereken çok çalışma var. Bu kadar kısa sürede bunların hepsini nasıl yapabileceğimizi, inanın bilemiyorum."

"Bu takım lige hazır değil, olmayacak"

Trabzonspor'un Cardozo ile anlaşmasıyla ilgili görüşleri sorulan Halilhodzic, "Sadece Cardozo değil 10 kişiyle daha görüşeceğiz. Bazı transferleri halletmek için zamana ihtiyaç var. O yüzden gece gündüz sürekli çalışıyoruz. Bazı şeylerde geç kaldık. Herhangi bir şekilde bu takım lige hazır değil, olmayacak. O yüzden çok sinirliyim" diye konuştu.  

 Şimdi kendinizi 2 dakikalığına Yusuf Erdoğan'ın, Mustafa Yumlu'nun, Özer Hurmacı'nın ve hatta Onur Kıvrak'ın yerine koyun. Dünya Kupası'nın kazanan hocalarından biri yeni sezon için başınıza geçiyor, heyecanlısınız. Kendisi takımla bir ay kadar bir süre geçirdikten sonra, kısaca 'Bu takımdan bi halt olmaz, komple değişiklik yapmak lazım.' diyor. Hali hazırda kadroda olan adamları hiçe sayıyor, bu adamlarla başarının imkansız olduğunu söylüyor. Siz, bu hoca için ne kadar koşarsınız? Ne kadar savaşırsınız? Onun verdiği taktiği ne kadar ciddiye alırsınız, o size bu kadar güvensizken? Velev ki 10 oyuncu alınamadı (ki bu ihtimal kuvvetle muhtemel) bu takımın başarısız olması kesin midir hocanın dediği gibi? 


 Halilhodzic, tespitinde haklı olabilir, ancak bu durumu basın önünde, oyuncularını hiçe sayarak belirtmesi en hafif tabirle kabalıktır. Tabi, kendisinin Cezayir'in başarısından sonra Trabzon'a ne kadar gönülsüz geldiğini cümle alem biliyor, belki kendisi erken bir ayrılık için bahanelerini oluşturmaya başlamıştır bile. 

 Sahi, görevde kaldığı sürece biri hükmen sadece iki maç kaybeden (GS-FB) Hami Hoca'nın, takımın başında kalması için daha ne yapması gerekiyordu? Turnuva dahilinde olmamalarına rağmen, Şampiyonlar Ligi'ni mi almalıydı?