28 Ekim 2010 Perşembe

Fenerbahçe 0 - 0 Galatasaray


10 senedir Kadıköy'deki her maça kazanmak için giden Galatasaray bu kez tam bir kaos içinde ve beraberliğe de hayır demeyecek şekilde gitti Kadıköy'e. Hagi'nin kafasındaki ilk plan önce kaybetmemekti; fakat oynamak istedikleri oyunu mükemmelleştirdiler ve istediklerini aldılar hatta ve hatta galibiyeti kaçıran taraf da Galatasaray'dı.

Aykut Kocaman bir önceki hafta Konya deplasmanında uygulamaya koyduğu ve gayet iyi bir dönüş aldığı ön liberosuz 4-2-3-1 düzeniyle çıktı sahaya, lakin tek farkla. Konya'da Özer'in talihsiz sakatlığından sonra oyuna giren ve sahanın tartışmasız yıldızı olan Semih'i yanında oturtup Alex'i sahaya sürdü Kocaman. Alex'in önceki derbilerdeki performansı Kocaman'ın ona yönelmesindeki esas etkendi şüphesiz.

Galatasaray Rijkaard'ın gönderilişi, Hagi'nin göreve gelmesi derken tam bir belirsizlik ve kaos içinde geldi maça. Hagi yardımcısı Tugay Kerimoğlu'nun da yardımıyla bu maça özel bir planla çıktı maça. Takımla sadece 2 idmana çıktıktan sonra gelen maçta Hagi Rijkaard'ın futbolundan çok uzak bişey oynatmadı. Bu demek değil ki, Hagi hep böyle oynayacak. Dedik ya, bu plan sadece bu maça özel bir plandı.

Hagi 4-3-3 dizilişiyle çıktı maça. Kusursuz bir alan savunması yaptı, rakibin pas kanallarını çok iyi kapattı. Maç boyunca arkadaki 4'lü hattı çıkartmadı hiç Hagi. Neill maç boyunca sertlik dozu yüksek bir şekilde yakın oynadı Niang'a. Önlerinde Cana vardı, oynadığı bölgede oyunun tek hakimiydi, Alex'e nefes aldırmadı, tekmeye de kafasını soktu, şuta da siper oldu. Fransa'dan çok iyi bildiğimiz Cana'yı izletti bize. Hani spiker dedi ya Galatasaray orta sahada sanki 1 kişi fazla oynuyor, işte o adam Cana'ydı. Onun hemen önünde sağda Sarp, solda Ayhan vardı. Bu iki isim de Hagi'nin uygulattığı, son derece başarılı alan savunmasında alanlarını iyi kapattılar, iyi pozisyon aldılar. Bunu söyleyeceğimi pek zannetmezdim ama Cana'nın oyundan çıkmasının ardından onun yerini dolduran Sarp o bölgede savunma anlamında oldukça iyiydi. Sağ kenardaki Elano ve sol kenardaki Misimovic'in rolü farklıydı. Takım hücuma çıkarken oyunu direk kenarlara açıp oyun kurma görevini de bu iki isme vermişti Hagi. Bu iki isim de yaptıkları 2ye 1'ler ve oyun zekalarıyla takımlarını rahatlattılar ve takımı hücuma taşıdılar. Forvet bölgesinde Galatasaray'ın 1. ve 2. isimleri Baros ve Kewell'ın yokluğunda Hagi kimilerinin beklediği gibi Batdal'a değil bu maça özel kurduğu kadroda Pino'ya şans verdi. Hızı, deliciliği ve şutlarıyla etkili oldu Pino, ceza sahasına girmekten çekinse de bu maçın hücumcusu olabilecek bir oyun oynadı ama sadece bu maçın tek santrforu olabilir o ayrı. Batdal'a gelirsek, onu çok eskiden tanıyan birisi olarak net bir şekilde söyleyebilirim ki Batdal Galatasaray'ın futbolcusu değil.

Fenerbahçe'nin ön liberosuz 4-2-3-1'inde hücum anlamında bu kadar zorlanacağını pek beklemiyordum açıkçası. Ancak Galatasaray'ın alanları ve pas açılarını çok iyi kapatması, Fenerbahçe'nin hatları arasındaki bağlantıyı kopardı, Fenerbahçe'nin üretkenliğini bitirdi. Bu tarz sıkışan oyunları açmak için beklerin oyuna katkısı çok önemlidir. Fakat Elano ve Misimovic'in varlığı Caner ve Gökhan Gönül'ü daha tedbirli oynamaya itti, ikisinin de hücuma katkısı çok azdı. Pino'nun oyun yapısı da Lugano ve Yobo'nun öne çıkıp, oyunun mesafesini kısaltmasının önüne geçti. Önlerinde Mehmet Topuz Emre'ye göre biraz daha savunma yapar roldeydi. Önlerindeki Alex'in de etkisiz kalmasıyla Emre işin hücum kısmını iyiden iyiye tek başına kotarmaya gayret etti. Hal böyle olunca Fenerbahçe göbekten gelemedi. Her iki tarafın da beklerinin fazlasıyla kontrollü oyunu kenar organizasyonlarını da çok sınırladı. Solda Stoch karşısında hep Sabri'yi ve Elano veya Mustafa Sarp'ı buldu. Sadece bir pozisyonda Serkan Kurtuluş oyun girdikten sonra, onu geçip rahat oynama fırsatı bulabildi. Dia maç boyunca o fırsatı da bulamadı. Hakan Balta, Ayhan Misimovic, ve hatta sol stoper Servet Dia'ya hareket alanı tanımadı. Ön alana top taşıyamayan Fenerbahçe'de Niang tek başına bişeyler yapmaya çalışsa da Neill'ın sert savunması altında o da skoru değiştiremedi. Hücum atraksiyonları bu kadar sınırlanınca Fenerbahçe'nin tek silahı olarak duran toplar kaldı. Galatasaray duran toplarda da alanı savundu ve Fenerbahçe buradan da ekmek bulamadı.

Özellikle ilk yarı istediği her şeyi oynadı Galatasaray, sadece ikinci yarının ilk kısmında Fenerbahçe oyuna ağırlığını koydu. Galatasaray orta sahadaki mutlak hakimiyetini kaybedince Hagi Misimovic - Barış değişikliğini yaptı, bu oynayan dengelerin tekrar oturmasını sağladı. Bu dengeleri bozabilecek hamle Alex - Semih değişikliğiydi. 70'e kadar bekledi Kocaman bu hamleyi yapmak için, fakat u hamle de maçın seyrini değiştiremedi, maçın son anlarında Elano'nun yerine oyuna giren Emre Çolak'ın vurduğu daha doğrusu vuramadığı top gol olsa hem Emre için Galatasaray için adeta rüya gerçekleşmiş olacaktı ama olmadı. Emre henüz istenilen kas seviyesinde değil ne yazık ki. Bir fotoğrafa rastlamıştım geçen hafta Bale'ın 3 sene önceki bir fotoğrafı ve şu anki halini gösteriyordu, umarım Emre de o gelişimi gösterebilir çünkü ham yetenek olarak gerçekten çok üstün bir çocuk.

Maçın adamını seçecek olursak benim favorilerim iki stoper Yobo ve Neill. Bunun dışında Pino, oyunda kaldığı süre içinde Cana ve Elano da Galatasaray adına etkili isimlerdi.

2. Hagi dönemi Galatasaray için iyi başladı. Son derece organize ve taktik disiplin içinde oynayarak istediklerini aldılar. Fakat bu maç gelecek maçlar için bir yol gösterici değil kesinlikle. Bu maç için hazırlanmış özel bir planı iyi uyguladı Galatasaray. Bundan sonraki maçlar önümüzü görmek için daha belirleyici olacak.

Hangi Marka'nın Değeri ? (II. Eğitim)

Yazı dizimizin 2. bölümünde, marka değerini arttırmanın en önemli ve kalıcı adımlarından biri olduğuna inandığım eğitim konusuna değineceğiz. İlk bölümde genel bir bakış içerisinde irdelediğimiz 'akademi' kavramının ülkede neler değiştirebileceğini, diğer ülkelerde neler değiştirdiğini, spor kalitesini ve ülkedeki lisanslı sporcu sayısını nasıl arttırdığını irdeleyeceğiz.



Futbola yeteneği olan birçoklarımızın hikayesi hemen hemen aynıdır. İlkokul sıralarında aşığı olduğunuz futbolla daha yakından ilgilenmek için ailemiz tarafından yaşadığımız bölgenin yerel takımının minik takımına yazılmışızdır. İlk alınan forma, krampon, ilk oynanan maç hiçbir zaman unutulmaz. Heyecandan elimiz ayağımıza dolanmıştır. Bu güzel dönem lise sıralarına kadar devam eder, ancak ne zamanki üniversite sınavına hazırlık süreci başlar, o zaman çoğumuz iki yolun başında tercih yapmak zorunda bırakılmışızdır. Futbol oynamak ile üniversite hazırlığı aynı anda gitmez. Akşam geç saatlere kadar devam eden antremanlardan yorgun dönülür, ders çalışacak takat kalmaz kimsede. Haftasonları dershaneye mi gidilecektir antremana mı, büyük bir sorunsaldır. Bu noktada hepimiz tıkanmışızdır, çoğumuz da üniversite hazırlığını tercih etmişizdir. Bu tercih durumundan dolayı da birçok yetenekli genç, daha garanti yolu seçip yüksek öğrenim için hazırlıklarını yapıyorlar, büyük potansiyelli yetenekler de kariyerlerine başlamadan kaybolup gitmiş oluyorlar sporcu bağlamında. İşte tam da bu nokta, ülke sporu genelinde futbolumuzun en büyük problemlerinden biri.

Bu tercih noktasından dolayı da 'Akademi' kavramı ülkede acilen kurulması gereken bir sistemdir. Bu sistemin kurulması da düşünüldüğü kadar zor değildir. Farklı ülkelerin sistemlerinden öykünmek bile yeterli olabilir. Önümüzdeki örneklerden bize en yakını, Lineker'in her maçı kazandıklarını söylediği Almanlardır.



Almanlar, Euro 2000'de gruplardan dahi çıkmayı başaramayınca, futbolda yeni bir devrime ihtiyaçları olduğunu anladılar. Yeni yıldız oyuncu çıkaramadıklarını farkeden Almanlar, Federasyon özkaynaklarındaki dağılımı komple değiştirdiler. 2002 yılında açılmaya başlanan futbol akademileri, 2003 yılının sonuna gelindiğinde 366 sayısına ulaşmıştı. Almanlar, sorunu kökünden çözmek için soruna da en tabandan yaklaşmıştı. Almanların 2010 Dünya Kupası'nda herkesi kendine hayran bırakan oyununa imza atan isimlerden olanlar da (Jerome Boateng, Aogo, Kross, Özil, Khedira, Müller, Marin vs.) bu futbol okullarının öğrencileri oldu. Almanlar, sadece 5 yıl içerisinde ektiklerini biçtiler, Avrupa'nın İspanya ile beraber en yetenkli ve tüm ülkelerden daha genç bir takıma sahip oldular..



Bir başka örnek de, her konuda ,ne yazık ki, örnek aldığımız Amerikalılardan gelsin. ABD'deki 'kolej' sistemi, yani NCAA, spor yöneticiliği bölümlerinde ders olarak işlenebilecek bir konudur. NCAA'de 3 ayrı lig vardır. Bu liglerin ilk ikisinde, sporcuların burs alma olanakları vardır. Bu sayede, kolejde okuyamacak olan sporcular, ücretsiz olarak öğretimlerine devam ederler, daha az yetenekli olan oyuncular ise 3. ligde kendilerini geliştirmeye çalışırlar. Ligler arasında düşme yada yükselme yoktur, bu da bu genç sporcuları büyük baskılardan uzak tutar. Kolejlerdeki en önemli kural, derslerinde başarısız olan sporcuların takımla ilişikleri kesilir. Yani bir sporcunun sadece yetenekli olması yetmez, aynı zamanda derslerinde de yeterli olmalıdır. Ders programları hatta diyetleri bile sporcular için özel hazırlanır, ancak eğitim ve öğretimleri asla aksatılmaz. Yani ülkemizdeki gibi sadece yetenekli diye kayırılan gençler görmek imkansızdır. Bu sayede basketbolun en yüksek kalitede oynandığı lig olan NBA'e her anlamda kaliteli oyuncular yetiştirilmeye çalışılır. Genel basketbol seviyesine bakıldığında da, Amerikalıların bu konuda ne kadar başarılı olduğunu rahatlıkla görebilmekteyiz..

Bu iki örnek üzerine, gelin kendi projemizi ortaya koyalım. Ülkemizin şartlarına göre kurulacak bir sistem, ülke futbolunu çok daha ileriye götürebilir. Öncelikle, akademi kurulumu için, Federasyon gelir dağılımını toptan değiştirmemiz gerekiyor. Federasyon gelirlerinin hatırı sayılır bir bölümünü ilk kurulum sürecinde bu projeye ayırmak gerekir. Ancak asıl geliri kulüplerden almak için, gene Amerikalıların bir sistemini kendi sistemimize çevirerek uygulayabiliriz. Bildiğiniz üzere, NBA liginde her yıl 'Draft' seçmeleri yapılmakta. Draft, takımların kolejden yada liseden gelecek oyuncuların seçimine ad verilen organizasyondur. Bir sezon önce Play-off'lara katılamayan takımlar kendi aralarında çekilişle oyuncuları seçme sırasını belirlerler, diğerleri de lig sıralamasına göre yeni oyuncuları kadrolarına katar. Ülkemizde uygulayabileceğimiz sistem ise, tamamen maddi düzeneğin üstüne oturtulabilir. Yeni akademilerin kurulumu için gereken maddi gücü , kulüplere uygulanacak draft sistemiyle karşılayabiliriz. Federasyon, bir birim fiyatı belirler, daha sonra bu hisselerden en çok satın alanlara göre bir liste yapılır. Bu listenin en başından itibaren , takımlar federasyon akademilerinden oyuncu alabilirler. Draft sisteminin farklı bir varyasyonu olan bu sistem, takımların kendi geleceklerine bu şekilde dolaylı olarak yatırım yapacaklardır. Bir diğer sistem ise, her kulübün kendi akademisini kurma zorunluluğunu getirmek de olabilir. Fakat bunun için büyük bir denetim organı gerekmektedir..



Bu maddi girdilerden sonra, akademilerimiz için destinasyonlar bulmaya geldi sıra. Bu noktada ülkenin şartları göz önünde bulundurulmalı. Geçen ay ajanslara düşen bir haber, bu konudaki fikirlerimi daha da güçlendirdi. Ağrı'da polise taş atan çocuklara polisimiz plastik top atarak karşılık verdi. Çocuklar da birden taş atmayı bırakıp, topları yakalama telaşına düştüler. Bu olay bile, oradaki durumu özetliyor. Ligde oynayan Türk futbolcuların memleketlerine de baktığımızda, Güneydoğu Anadolu bölgesinin sayılar gerçekten içler acısı. Ligimizde, sadece Almanya'dan gelmiş 50 oyuncu görmekteyken, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nden sadece 20 oyuncu olması (Diyarbakır, Siirt, Batman, Mardin, Şanlıurfa, Van) durumun vehametini ortaya koyuyor. Bu bölgeye yapılacak yatırım hem bölgedeki gençlerin, sporla profesyonel olarak ilgilenmesini sağlayabilir, hem de bölgedeki negatif durumu aydınlık bir tarafa çekebilir..

Akademilerimizi kurduktan sonra, sistemlerini de kısaca belirmeye başlayabiliriz. Konumuz futbol olduğu için, biz olaya futbol çerçevesinden bakıyoruz, ancak pek tabi bu akademiler genel manada spor akademileri olarak da kurulabilir. Sistemimiz, yetenekleri bulmakla başlar. Birçok sporda, yetenekler, küçük yaşta uygulanacak birtakım testle belirlenebilmekte. Bu testlerin ülke genelinde yapılmasından sonra, yetenekleri tespit edilen gençleri akademilere çekmeliyiz. Akademi programları, bazı okulların uyguladığı sabah-öğlen eğitim sistemine göre düzenlenebilir. Mevsimlere göre yer değiştirebilecek olan programlardan bir tanesi, sporcuların normal eğitim ve öğretimlerini görecekler. Günün geri kalanında da sporcuların branşlarına bağlı olarak profesyonel hocalar eşliğinde spor eğitimlerini almaları sağlanmalıdır. Sporcuların diyetleri, uyku düzenleri, aile hayatlar gibi özel konularla da yakından ilgilenilmelidir. Bu sistemin en önemli dişlisi ise, akademinin, o bölgede yaşayan profesyoneller tarafından uygulanmasıdır. Başlangıçta eğitimciler tarafından eğitilecek beden eğitimi öğretmenleri, kendi yaşadıkları bölgelerde Türk Futbolu Devrimi'ni gerçekleştirebilirler..

Kağıt üzerinde okuduklarınız kulağa çok basit ve mantıklı gelebilir. Eminim ki, bu basit fikirlerin ilk sahibi ben değilim. Ancak uzun yıllardır, düşünülebilmesine rağmen uygulanmayan bu projelerin neden bu ülkede hayata geçmediğinin cevabı da , galiba bu ülkenin genel olarak özetini teşkil etmekte..

24 Ekim 2010 Pazar

Hagi'nin Şansı



24 Ekim 2010 tarihinde oynanacak Fenerbahçe - Galatasaray maçı, yıllardır hiç olmadığı kadar farklı bir ortamda oynanacak. Özellikle maça Galatasaray cephesinden bakıldığında.

Bildiğiniz üzere, geçen hafta oynanan ve 2-4 biten Ankaragücü - Galatasaray maçından sonra Frank Rijkaard'ın görevine son verilmişti. Teknik direktörlük için adı geçen ilk isim Fatih Terim idi. 2 gün içinde yapılan 2 görüşme sonucunda taraflar anlaşamadılar ve Galatasaray kısa süre içerisinde efsane 10 numarası Gheorghe Hagi ile anlaştı. Hagi 2004 yılında görevden ayrıldığında, Galatasaray karnesine baktığımızda , çok büyük başarısızlıklar görmüyoruz. Özellikle 2004 yılı Türkiye Kupası finalinde Fenerbahçe'ye karşı alınan 5-1'lik galibiyet, Hagi'nin özel yerini daha da öteye ulaştırdı. Ancak şu anki senaryo tamamen farklı.

Şu an Galatasaray'da bir huzursuzluk olduğu kesin. Ve kendi fikrime göre, Fatih Terim de bu kaos ortamını göz önünde bulundurarak takımın başına geçmek istemedi. Fakat kulübün bir diğer evladı ve başarıya daha aç olanı, bu ateşten gömleği giymeye karar verdi.

Ancak Hagi'nin önündeki ilk maç, belki de en büyük şansı olacak. Son 10 yılda Galatasaray'ın Şükrü Saraçoğlu performansına baktığımız zaman, sonucu öngörmemek çok da zor değil. Bu rakamlardan, bu müsabakalarda Fenerbahçe'nin psikolojik üstünlüğünü kabul etmemiz gerekir. Ancak Hagi iyi biliyor ki, eğer ki Galatasaray geleneği bozmadan bu maçı kaybederse, kimse onu eleştirmeyecek. Çünkü, hem takımın başındaki ilk maçı olacak, hem de Saraçoğlu'ndaki Galatasaray mağlubiyeti kimseye süpriz olmayacak. Ancak diğer taraftan bakarsaki, yani eğer ki Galatasaray bu maçı kazanırsa, Hagi, 2. Galatasaray kariyerine inanılmaz sükseli bir başlangıç yapacak.

Olaysız, temiz bir derbi olması dileğiyle..

9 Ekim 2010 Cumartesi

Almanya:3 Türkiye:0


'Son bir haftadır lige verilen arada tüm gözler bu maça çevrildi' diyeceğim ama kendim bile inanmıyorum açıkçası. Çünkü bir haftadır herkes Oğuz Çetin'in tutumu, Arda'nın sakatlığı, Rijkaard - Hiddink gerilimi ve en mühimi de Mesut özelinde gurbetçi oyuncularımızın durumuyla ilgiliydi. Herkesin derdi Mesut hangi milli marşı okuyacak, gol atarsa ne yapacaktı. İşin magazini, tekniğini taktiğini unutturmuştu. Durum böyle olunca son ana kadar maçın havasına da giremedik bir türlü. Sorun da burada başladı sanırım. Hadi bizim maçın havasına girememiz normal elbette de takım da havaya girememiş olacak ki, maça hiç gelmemiş gibiydi sanki.

Maça gelecek olursak, Hiddink maça 4-1-4-1 dizilişiyle çıktı. Aslında defansın önündeki o 1 olan Marco sakatlanıp çıkana kadar 3. bir stoper gibiydi, ondan önceki esas görevi de Mesut'u durdurmak ve topu rahat pozisyonda oynamasını engellemekti. Bu görevi mükemmel şekilde yerine getirdi ta ki sakatlanıp çıkana kadar. Orta sahanın kenarlarındaysa iki merkez orta saha karakterli oyuncu Özer ve Hamit vardı. Hamit alışık olmadığı sol kenarda, Özer'se alışık olmadığı milli takım formasıyla hatta genel olarak formayla (malum Fenerbahçe'de de pek göremiyoruz onu sahada) sırıttılar 90 dakika boyunca.

Almanya son dönemde yakaldağı müthiş bir form grafiğiyle geldi maça. Bu seride kaybettiği 60 dakika Klose'siz 10 kişi oynadıkları Sırbistan maçını kenara koyarsak son iki maçın biri Euro2008 finalinde diğeriyse Afrika2010 yarı finalinde İspanya'ya karşıydı. Hatırlayacağınız üzere, her iki maçta da İspanya topu ayağında tutup, rakibine hiç vermeyerek mağlup etmişti rakibini. Hiddink de maçtan önce bunu analiz etmiş olacak ki, bu 4 merkez orta saha orjinli oyuncunun birlikte oynadığı bir orta saha kurguladı ve bu şekilde topa sahip olmayı, savunmadaysa sahaya iyi yerleşimle Almanya'nın set oyunlarına engel olmayı planladı. Savunma kısmında bu formül özellikle golü yiyene kadar tutmuş gözükse de, hücum kısmında hiç tutmadı. Maçın başından sonuna kadar top da oyun da hep Almanya'nın kontrolündeydi.

Tutmayan bir formülü daha vardı Hiddink'in. Savunmadan çıkarken pas yaparak çıkmamızı istemişti takımından, tıpkı Almanya'yı iki sefer yenen İspanya gibi. Dediğimiz gibi bu formül de tutmadı, tutamazdı da. Eğer ki savunmanın göbeğinde Servet'le oynuyorsan bu oyunu oynayamazsın. Ama bugün bir kez daha gördüğümüz üzere Servet'siz hiç oynayamazsın. O zaman, bu oyunu oynamayacaksın. Hele ki yanında bu konuda Servet'le kapışabilecek bir Ömer Erdoğan varken.

Sol bekte Hakan Balta ve İsmail Köybaşı'nın sakatlıkları dolayısıyla aday kadrodaki isimler içinde o bölgenin saf oyuncusu kalmamıştı. Oraya devşirilen isimse Sabri oldu. Hiddink maç sonu açıklamasında, Müller'in içeri kat eden, diagonal bir oyuncu olduğundan bahsedip, Sabri'nin ters ayağıyla ve hızıyla onu durdurabileceğini düşünerek bu tercihi yaptığını açıkladı.

Hiddink'in nispeten tutan tek düşüncesi, oyunu tutmak adına Aurelio ve 4 orta sahalı sistemle oynadığımız sürede rakibe pozisyon vermedik. Hiddink oyunu oldukça geride kabul ederek, rakibin savunmadan rahatça çıkmasına izin vermeyi düşünmüştü maçın başında. Fakat Aurelio'nun sakatlığı bu planları da alt üst etti. Aslında etmeyebilirdi fakat Hiddink tercihini 180 derece değiştirerek tepki verdi bu sakatlığa. Selçuk'u alarak sürdürebileceği oyundan vazgeçip Tuncay'ı oyuna alarak oyun planını tamamıyla değiştirdi. Bu değişiklikle hem Nuri'nin hem Emre'nin daha geriye gelmesi, onların oyundaki etkinliklerini sıfıra çekti.

Hiddink'in öncelikli düşüncesi belli ki kazanmaktan önce kaybetmemekti, normal olarak. Fakat biz bu işi bir türlü beceremiyoruz ve beceremeyeceğiz gibi de. Bizim karakteristiğimizde yok dengeli oyun. Biz uçucaz, kaçıcaz, gaza gelicez, itiraz edicez, kavga edicez, coşkuyla oynıcaz kısaca. Ötesi kurtarmıyor bizi. Bugün o coşkudan o kadar uzaktık ki, Emre gidip bir kere hakemi çekiştirmedi, Tuncay bir kere topu ısırmadı, Sabri bir kere hırsını, oyuna, maça isyanını göstermedi. Bu da sinirleri alınmış milli takımımızı yenmeyi Almanlar adına daha da kolaylaştırdı.

Milli takım son yıllarda ilk defa rakip karşısında bu kadar ezildi. Maç boyunca hiç bir şey üretemedi. Ayağımıza aldığımız top duvardan geri döndü ve Almanlar istedikleri gibi hazırlık paslarını yaptılar, hücuma çıktılar, kendi oyunlarını oynadılar.

Bugün yıldızını en çok parlatan isimse Almanya'da çok uzakta biri oldu. Arda Turan... Arda olmadan olmayacağını herkesin gözüne bir kez daha soktu bugün milli takım oynadığı futbolla. Topun her ileri gidip duvardan dönermişcesine kalemize geldiğini gördükçe gözler biraz daha fazla aradı Arda'yı.

Velhasıl kelam, çok önemli dersler çıkarılması gereken bir geceyi bıraktık geride. Eğer bu maçtan gerekli dersleri almazsak önümüz çok da aydınlık gözükmüyor. Bugün ne kadar hataları var olsa da Hiddink burdan çıkış yolunu da bulacaktır mutlaka. Hiddink elbette ki çok büyük bir hoca. Fakat en önemli nokta bunun sınırını belirlemek, o kadar çok seviyoruz ki her şeyi abartmayı. Bir adamdan ya nefret ediyoruz yada putlaştırıyoruz.

Neyse bu kadar yazdık ettik tabi ama hepsi laf ne de olsa? Esas konuya gelelim biz. İlk soru, Mesut iki milli marşı da okumadı. Ve ikinci soru, Mesut golünü attı ve sevinmedi. Bütün mesele buydu aslında dimi. Futbol, teknik, taktik hikaye. Yarın olsun yine bütün gazeteler, bütün televizyonlar başlasınlar yine Mesut kavgasına.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Nasıl Bu Kadar Neşeliler?


Yas gününü yaşadı Galatasaray geçtiğimiz cuma günü. Akşamki Karabük maçına hazırlanırken 'takım', kötü bir haber geldi Hollanda'dan, o 'takım'ın en tepesindekine. Öğle saatlerinde ajanslara da düştü bu haber, Rijkaard'ın babası vefat etmişti. Hani o ruhsuz Rijkaard'ın, takım zerre umrunda olmayan Rijkaard'ın, hocalıktan haberi olmayan, hatta adam bile olamayan Rijkaard'ın babası kilometrelerce uzakta yummuştu hayata gözlerini. Hani derler ya yaşamayan bilemez acısını diye, evet ben yaşamadım ama o an ilk defa içimde hissettim o koca adamın acısını, sessiz haykırışını. Susabildim sadece, oturakaldım öylece. Ne günlerdir beklediğim maç kaldı aklımda, ne futbol, ne başka bir şey. Ölümün soğukluğu sardı, hayatımda hiç görmediğim hiç tanımadığım bir adamın ardından bir damla yaş aktı gözümden. Sonra Frank geldi aklıma, acısını canlandıramadım bile zihnimde. Ben bile o haldeyken kim bilir nasıl bir acı yaşıyordu içinde. Ben unutmuşken bir an akşamki maçı, heralde onun için de en önemli şey değildi lanet olası Karabük maçı. Fakat onun için öyle değildi demek ki ve onun için akşamki 2 saat her şeyin unutulması gereken bir 2 saatti. O karaktersiz, o ruhsuz adam gitmedi babasına o gün, aslanlar gibi durdu takımının başında. O gün sahada kaybetti belki Galatasaray ama esas kaybettiği yer çok farklıydı. Belki de hep bildiğimiz ama içimizden sürekli inkar ettiğimiz gerçek yüzümüze çarptı tokat gibi. İlk defa utandım Galatasaraylılığımdan, ilk defa utandım o adamlardan, o adamların insanlığından. Nasıl başlamıştık yazıya, yas günüydü dimi... Yazıklar olsun...

http://www.ligtv.com.tr/VideoHaber/?r=1&hid=79585

5 Ekim 2010 Salı

Genç Oyuncu Anlayışımız

Geçtiğimiz hafta Hüseyin Avni Aker Stadyumu'nda oynanan Trabzonspor - Beşiktaş maçının tek golünü atan Trabzonsporlu Mustafa Yumlu, geçen haftaya damgasını vurdu. Birçok köşe yazarı ve yorumcu, Trabzonspor Teknik Direktörü Şenol Güneş'i bu kararından dolayı tebrik etti. Kendi adıma, sürekli oynamayan bir oyuncuyu böylesine kritik bir karşılaşmada oynatma cesaretinden dolayı Şenol Güneş'i ben de takdir ediyorum. Ancak birçok yorumcunun asıl takdir ettiği durum, Mustafa gibi genç (!) bir oyuncuya şans verilmesiydi. Ntv Spor kanalının yorumcularından eski milli futbolcu Sergen Yalçın da, programın başlamasıyla, şu cümleyi kurdu :

' - Bu genç arkadaşımıza şans verdiği için Şenol Güneş'i tebrik ediyorum. '



Aslında Mustafa özelinden görebileceğimiz durum, ülkedeki genç oyuncu algısının bir özetidir. Çünkü Mustafa Yumlu'nun doğum tarihi 25 Eylül 1987'dir. Yani kendisi 23 yaşındadır. Avrupa'daki genç oyuncu algısını birçok örnekler gösterebiliriz. Ancak ben, geçen hafta, ülkemiz açısından da önem taşıyan Rubin Kazan - Barcelona maçında dikkatimi çeken bir oyuncu özelinden bir örnek vermek istiyorum. Barça'da bu maçta, sakatlığından dolayı Messi yedek sırasındaydı. 4-3-3 sistemi ile oynayan Barça'nın o bölgede kullandığı bir diğer isim Pedro idi. Özellikle önce Henry, daha sonra da İbra'nın takımdan ayrılmasından sonra sorumlulukları çok arttı Pedro'nun. 1-1'lik sonuca rağmen, takımının en iyi oyuncularındandı Pedro, Mustafa'dan bahsedince dönemin 87'lilerinden aklıma ilk o geldi. Gelin Pedro'nun kariyerine bir göz atalım..



Pedro, Mustafa'dan sadece 2 ay büyük. 28 Temmuz 1987 doğumlu. 2008 yılından beri A takımda forma giyiyor. Barcelona formasıyla kazandığı başarılar arasında, 2 İspanya ligi şampiyonluğu, 2 İspanya Kupası, 1 Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu, 1 Süper kupa şampiyonluğu gibi zaferler var. Pedro'ya İspanya'da kimse 'genç futbolcu' muamelesi yapmaz. Uluslararası arenada, genç oyuncu, henüz alt yapıdan bir üst takıma yükselmiş oyuncular için kullanılır. Bu da U17 takımlarını henüz aşmış, 18 yaş civarındaki oyuncular olarak belirtilir. Ancak ülkemizde alt yapılara o kadar az önem veriliyor ki, genç oyunculara o kadar az şans veriliyor ki, 23 yaşındaki bir oyuncunun genç bir oyuncu olarak lanse edilmesi çok normal.

Biz ki, 25 yaşında kadar, Semih Şentürk'e 'genç Semih' olarak seslenmişiz, yani Mustafa'nın hali hazırda 2 senesi daha var..

Arda Turan'ın Pasaportu



Ülke futbolunun en önemli oyuncularından olan Arda Turan'ın 5 Ekim 2010 tarihli Sabah Gazetesi'ne verdiği röportajın bir bölümü, özellikle dikkatimi çekti. Arda Turan, Ulusal Takım kampında oluduğu için, genel olarak Ulusal Takım ile ilgili sorulara yanıt vermiş. Ancak söyleşinin bir bölümünde, milliyetinin, Avrupa'daki kariyerini etkilediğinden bahsetmiş. Çoğu ekibin, oyuncuların pasaportunda yazan ülkeye göre transfer edildiğinden bahsetmiş, mevzu da Mesut Özil özelinden ortaya çıkmış.

Arda'nın demek istediği, Avrupa'ya Türk pasaportu ile gitmenin zorluğu. Bazı ülkelerin (Almanya, İngiltere, Brezilya, Arjantin, İspanya gibi) vatandaşı olan oyuncuların bir avantajı olduğu doğru, ancak bu avantajın nasıl yaratıldığının ve bu ülkeler dışındaki ülkele vatandaşlarının arasında bir fark olmadığının da bir gerçek olduğunu düşünmekteyim. İşte bu yazımda da bu hipotezimi kanıtlamaya çalışacağım.



Öncelikle, bu başarılı ve tercih edilir ulusların tamamının bir futbol tarzı var. Bir ekip, bir oyuncuyu transfer ederken, milliyetine bakarak bir fikir sahibi olabiliyor, bu da tabi ki tercih sebebi oluyor. Örneğin Alman bir oyuncu transfer edilirken, o oyuncunun oyun disiplini ile ilgili kafalarda hiçbir soru işareti bulunmuyor. Ya da İngiliz oyuncuların her daim fit ve güçlü bir fiziğe sahip olacaklarını biliyor ekip yöneticileri. Brezilyalıların ve Arjantinlilerin kişisel yeteneklerinin ne kadar üst düzey olacakları ile ilgili bir fikirleri var her zaman. Bu özellikler de transferleri kolaylaştırıyor tabi ki.

Arda Turan'ın Türk pasaportuna sahip olmanın zorluğundan bahsetmesi, öncelikle beni Avrupa'da oynamış Türk oyuncuları gözden geçirmemi sağladı. Örneğin, ülke futbolunun yetiştirdiği en başarılı kalecilerden olan Rüştü Reçber, dünyanın en başarılı ekiplerinden Barcelona'da top koşturdu. Üstelik, o kadar sansasyonel olarak transfer oldu ki, başkan adaylarından Juan Laporta'nın vaadlerinden biri olarak kayıtlara geçti. Aynı dönemde, 2000 Galatasaray'ının efsane kadrosundan Hakan Şükür, Torino,Inter, Blackburn Rovers ve Parma gibi kulüplerde oynadı. Halen aktif olarak top koşturanlardan Emre Belözoğlu, Inter ve Newcastle United formalarıyla ter döktü. Lejyonerlerin en başarılılarından Nihat Kahveci ise Real Sociedad formasıyla kulübüne tarihinin en başarılı sezonunu yaşattı. Daha sonra, büyük hedefleri kovalayan Villereal formasını başarıyla taşıdı. Bir diğer başarılı lejyoner Tugay Kerimoğlu ise İskoçya ve İngiltere'de toplam 9 sezon top koşturdu ve toplamda tam tamına 275 kez forma giydi. Okan Buruk da Emre Belözoğlu ile beraber Inter formasıyla İtalya liginde top koşturdu. Şu aralar Arda Turan'ın konulmak istendiği koltukta oturan Meyin Oktay bile, o dönemde yurtdışına transfer hemen hemen imkansız olmasına rağmen, 1961 yılında İtalya'nın Palermo takımına transfer oldu. Can Bartu da benzer bir kariyere sahip. Aktif olarak yurtdışında oynayan Tuncay Şanlı, Hamit Altıntop, Nuri Şahin vs vs. gibi örnekler de verilebilir. (Bu örneklerden Arda'ya yetişme açısından en yakını Şanlı'dır)



Yukardaki örneklere baktığımızda, birçok başarılı Türk oyuncusunun, yurtdışına transfer olduğunu görebiliyoruz. Kimileri başarılı olup ülkelerine döndü, kimileri vatan hasretine dayanamadığı için yurtdışında çok kısa kaldı. Ancak görüldüğü üzere, üzerinde ay-yıldız olan pasaportlular da yurtdışında kariyer yapabiliyor.

Özellikle son 10 yılda yurtdışına açılan oyuncularımızın, gidiş ya da oralarda tutunma şekillerinde baktığımızda, 2 farklı metodu görüyoruz.

1. Daha önce Türkiye'de beraber çalışılmış bir hocanın referansı:
Bu duruma örnek olarak, Nihat Kahveci (John Benjamin Toshack), Tugay Kerimoğlu (Graeme Souness)gibi isimler zikredilebilir. Bu oyuncular referans olarak bazı teknik adamları almışlardır ancak oralarda tutunmaları tamamiyle kendi çabalarıyla olmuştur.

2. Takımıyla uzun süre uluslararası tanınır turnuvalarda bulunma: Birçok örnek verilebilir, ancak ben tek bir isim üstünden, Arda'nın bu aralar en iyi anlaştığı oyunculardan olan Emre Belözloğlu özelinden girmek istiyorum. Emre, henüz 16 yaşında, 1996 yılında Galatasaray'ın as takımında oynamaya başlamıştı. 2001 yılına kadar onlarca Avrupa Kupaları maçlarına çıktı. Ekibi 2000 yılında zirveye çıkınca, tüm gözler de onun üstüne çevrildi. 2001 yılında da , henüz 21 yaşındayken İtalya'nın en büyük takımlarından Inter tarafından transfer edildi. Emre, tabi ki yetenekli bir oyuncuydu, ancak oynadığı ekibinin uluslararası arenada sürekli göz önünde olmasından dolayı, Avrupa'ya transferi o henüz 21 yaşındayken gerçekleşti. Aynı ekipten Hakan Şükür, Okan, Arif Erdem, Hakan Ünsal, Ümit Davala gibi oyuncular da Avrupa'nın yolunu tuttu. O Galatasaray, kendi kendini yükseltip, Avrupa'da adını ezberletip, kendini pazarlamış oldu.



Bir diğer taraftan, Rüştü Reçber'in Barcelona yolunu tutması da, Ulusal Takım ile çıkardığı başarılı maçlar sayesinde olmuştur. O dönemin Fenerbahçe'sinde oynayan Rüştü'nün ekibinin uluslararası arenada başarılı olduğunu söylemek imkansız tabi ki. Ancak Rüştü'nün 1996'dan 2008'e kadar Türk Milli Takımı'nın katıldığı tüm büyük turnuvalarda yer alması, onun uluslararası arenada ne kadar tanınır olduğunu gösteriyor.

Şimdi Arda Turan'ın durumuna dönelim. Arda Turan, henüz sadece 1 uluslararası büyük turnuvada kendini gösterebilmiş durumda. 2008 Avrupa Şampiyonası'nda başarılı bir performans gösteren Arda'nın bu turnuvanın sonrasında hiçbir büyük turnuvada takımıyla başarılı olamadığını düşünürsek, uluslararası repütasyonunun henüz yeterli olmaması gayet doğal. Rivayete göre sezon başında Real Madrid'in başına geçen Jose Mourinho, Mesut Özil transferinin çıkmaza girdiği dönemde yönetime Arda Turan'ı önermiş, fakat Real yönetimi Arda Turan'ı yeterli kadar tanımadığı için transfer etmek istememiş.



Arda Turan, ülke futbol tarihinin gelmiş geçmiş en yetenekli oyuncularından biri. Ancak yüzleşmesi gereken şey, eğer ki Avrupa'nın büyük ekiplerinde oynamak istiyorsa, öncelikle takımını Avrupa turnuvalarında tutmalı ve Ulusal Takım formasıyla çıktığı maçlarda önemli performanslar göstermelidir. Ya da bugüne kadar çalıştığı hocaların büyük takımlara gitmesi için dua etmelidir..

4 Ekim 2010 Pazartesi

Kasap de Jong


Futbolda sert oynamakla kasaplık arasındaki çizgi son derece incedir. Topa sertlik başka, rakibe sertlik başka şeylerdir. Nigel de Jong, futbolu çirkenleştiren kasapların en yeni temsilcilerinden biri ve şu günlerde Hatem Ben Arfa'nın ayağını kırmasıyla gündemi fena halde meşgul ediyor. Peki bu olay kasabımızın son vukuatı mı? Tabi ki hayır. Önce 3 Mart 2010'da son dönemin yükselen hakemi Cüneyt Çakır'ın yönettiği maçta ABDli Stuart Holden'ı biçti. Çakır malesef sadece faul çaldı bu pozisyona, kart gösterme gereği görmedi. Belki de maçın "dostluk" maçı olmasından dolaı bu kadar tavizkardı. Ardından Afrika 2010 finalinde Xabi Alonso'ya o unutulmaz uçan tekmeyi attı, ve yalnızca sarı kartla kurtuldu. Son vukuatında, Hatem Ben Arfa'ya girişinde ise yine herhangi bir kart görmedi. Sahada bu tip pozisyonlardan hakemlerin yorumuyla kurtulan çekirge, bu kez saha dışında sıçrayamadı ve Hollanda Milli Takımı'nın dışında bırakıldı bu olay üzerine.
Aşağıda bu 3 olayın videolarının linklerini bulabilirsiniz. Dikkat edilmesi gereken nokta, de Jong'un tüm girişlerinin orta sahada, herhangi bir gol tehlikesi yokken gerçekleşmesi. Bunun yanısıra, müdahalelerin hiçbirinde öncelikli niyet topa değil, ayak sürekli havada ve rakibe taban göstererek giriyor. Bu insanlar bu işten para kazanıyor ve de Jong gibi kasaplar gereken cezaları almadığı sürece tehlike kol gezmeye devam ediyor.

3 Mart 2010 Hollanda - ABD maçı, Stuart Holden
11 Temmuz 2010, Hollanda - İspanya maçı, Xabi Alonso
3 Ekim 2010 Manchester City - Newcastle United maçı, Hatem Ben Arfa

3 Ekim 2010 Pazar

Muhsin Ertuğral'ın Büyüklüğü



3 Ekim'de oynanan İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) - Bursaspor maçı sonrası klavyemin başına geçtiğimde niyetim, maçın kritiğini yazmaktı, ancak beni maçın kalitesinden çok, maç öncesi karşılaştığım bir olay daha çok etkiledi.

Ali Sami Yen Stadı'nda oynanan ve 15:30'da başlayan maçı izlemek için 14:45 civarlarında Galatasaray Store çadırının yakınlarında idim. Biletimi aldıktan sonra çadırın sol tarafından girip, numaralı girişini bulma niyetindeydim. Bu sırada, polislerin o sokak girişini kapattıklarının farkına vardım. Arkadaşımla orası için sözleşmiştik, ben de onu daha rahat bulabilmek için köşede beklemeye başladım. Tam bu sırada bir taksi içinden, eski Sivasspor teknik direktörü Muhsin Ertuğral indi. Kendisi de polislerin girişini kapattığı sokağa doğru yol aldı. Polis memurları, Muhsin Ertuğral'dan önce 3-5 ensesi kalın, takım elbiseli, eli purolu amcalarımızın ordan geçişine onay vermişti. Muhsin Ertuğral ise, polislere oradan girip giremeyeceğini sordu. Polisler, muhtemelen kendisini tanıyamamıştı, Ertuğral'ın Güney Afrika'nın en tanınır yabancı teknik adamlarından olduğundan, Afrika'da Kaizer Chiefs başında 5 kupa kazandığından, ülkemizde de Sivaspor'u çalıştırdığından bir haberlerdi. Muhsin Ertuğral, geçip geçemeyeceğini sadece bir kez sordu, red cevabı alınca da, diğer sokağa doğru yürümeye başladı. Ne polislere akreditasyon kartı gösterdi, ne de 'Sen benim kim olduğumu biliyor musun ?' gibi bir cümle kurdu. Her vatandaşın uyması bir kural olduğunun farkına vardı ve üstelemeden yoluna devam etti.




Hoca, Sivasspor'da devraldığı enkazla başarısız olmuş olabilir. Ancak bu , onun ne kadar karakterli ve mütevazi bir insan olduğu gerçeğini değiştirmez. Bence de, doğru insan olmak, başarılı olmaktan her zaman daha önemlidir. Güney Afrika'ya bir şeyler öğretmişsinizdir hocam, bundan eminim. Ancak buradakilere daha öğreteceğiniz o kadar çok şey var ki..