14 Aralık 2011 Çarşamba

Yanlış Olanı EMREtmek

Bursaspor - Fenerbahçe maçını televizyondan seyretmiş olan herkes, maç sonundaki basın toplantısında Aykut Kocaman'ın canının, galibiyete rağmen neden bu kadar sıkkın olduğu konusunda merak içerisindeydi. Sezon başıdan beri en etkili ilk 45 dakika oynanmış, son 2 yılın flaş ekibi olan Bursaspor'a karşı deplasmanda net bir galibiyet alınmıştı. Ancak maçtan kısa bir süre sonra ortaya atılan iddialar moral bozukluğunun asıl sebebini gözler önüne serdi.



Maç sırasında oyuna yeni giren Cristian'a topu centilmence dışarı atmasından mütevellit fırçayı basan Emre Belözoğlu, bununla da yetinmemiş, maç sonunda soyunma odasında Cristian'ın üzerine yürümüş, Alex'le tartışmış ve Aykut Kocaman'a da sitem etmişti. Tabi Emre'nin bu tutumuna kimse şaşırmadı, çünkü sabıka dosyası bizim mahalle bakkalının veresiye defterinden kabarıktı.

Henüz bu sezon içerisinde Gökhan Gönül'ün üzerine yürüyüp küfür eden Emre, Türkiye - Hırvatistan Avrupa Şampiyonası Play off mücadelesinde de taraftarlara küfür net bir biçimde basmıştı. Euro 2008 elemelerinde Macaristan'a karşı oynadığımız maçta, üzerinde ay yıldızlı forma, kolunda da kaptanlık nişanesi var iken, gol sonrası basın tribününe çektiği hareket çok konuşulmuştu. Saha kenarında tedavisi sürerken Kayserisporlu Cangele'ye boğaz kesme hareketi yapması da garipsenmemişti 'ağır ağabey' Emre'nin.



Asıl mevzuya gelelim. Emre, son Bursaspor maçı sırasında Cristian'a fırça atarken, Aykut Hoca kenarda 'Yeter artık, yeter!' diye bağırıyordu. Belli ki Emre'nin takımı negatif etkileyen agresifliğinden çok sıkılmıştı. Başında bu kadar dert varken, bir de Emre ile 'babysitter' gibi uğraşmak, ona çok ağır geliyordu. Yönetime Emre'yi kadro dışı bırakmanın en doğru ceza olacağı raporunu verdi en sonunda Kocaman.

Yönetim ise ani bir kararla bunu para cezasına çevirdi. İşte tam da bu noktada Fenerbahçe yönetimi kendi kendini küme düşürmüş oldu. Bu saatten sonra hangi Fenerbahçeli futbolcu Aykut Kocaman'ın otoritesine saygı gösterir ? Hangi oyuncu agresifliğini dizginlemeye çalışır ? Hangi oyuncu yönetimden gelecek aşırı cezaları kabul eder. Asıl önemlisi de hangi futbolcu, yönetimin ve teknik kadronun adaletine inanabilir ?



Fenerbahçeliler bu aralar kendilerine göre 'düşmanlarına' ateş püskürüyorlar. Onlara göre herkes Fenerbahçe'ye karşı cephe almış durumda. Ancak yukarıdakilerin ışığında söylemeliyim ki, Fenerbahçe yönetimi futbol takımı içerisindeki adalet duygusunu kaybederek kendi ipini kendi çekmiş oldu.

14 Ekim 2011 Cuma

Hiddink'in Ruh Hali

17 Şubat 2010 tarihinde Türkiye Futbol Federasyonu'nun (TFF) yaptığı resmi açıklama, birçoklarını şaşırtmıyordu. Uzun süredir konuşulan nikah gerçekleşmiş, Hollandalı Guus Hiddink, Türk Milli Takımı'nın başına geçmişti.

Birçokları bu nikahtan çok memnundu. Ne de olsa Ulusal Takım Profesörü idi Guus Hiddink. Avustralya, Güney Kore gibi futbol ülkesi olmayan ekiplere dahi güzel futbol oynatmış ve onlarla başarılı olmuştu. Ancak kontratın süresi bile, Hiddink ile ilgili soru işaretlerini ortaya çıkarmıştı.



Hiddink, 2 yılı opsiyonlu 4 yıllık bir anlaşmaya imza attı. Bu bile, bu evliliğin nasıl zayıf temellere dayandığını gösteriyor. Bunun sebebini uzaklarda aramaya gerek yok. Yaşı el verenler, Guus'un PSV'de Avrupa Şampiyonu olduktan sonra 1990-91 sezonunda Fenerbahçe'de gördüğü muameleyi ve bir Beşiktaş maçından sonra kuyruğuna tenekeler bağlanarak gönderildiğini hatırlarlar.



Bu durumu hiç unutmayan Hiddink, kısa vadeli planlarla Milli Takım görevini kabul etti. Kontrattaki +2 kuralı dahi bunu göstermektedir. Her açıklamasında Türk Futbolcusunun fundemental eksiğinden dem vuran ancak bunu düzeltmek için herhangi bir çabasını görmediğimiz de Hiddink'tir. Bu durum, sadece yeni oyuncular yetiştirmekle sağlanmaz. Hiddink, alt yapı ile beraber gelişecek bir Milli Takım hayal etmelidir, ancak 90 tecrübesinden beri Türkiye'de böyle uzun vadeli planların yapılamayacağını fena halde iyi öğrenmiştir.



İşte bu yüzden Hiddink, kısa süreli planlarla hedefe ulaşmak istiyor. Güney Kore'de 2 yılda, Avustralya'da ise 1 yılda ulaştığı başarıların benzerlerine burada da ulaşmayı daha olası görüyor. Ancak atladığı nokta, Dünya 3. olduğunda dahi eleştirilen hocaların olduğu bir coğrafyada yaşıyor olması..

2 Ağustos 2011 Salı

Elmander'in Golünden Daha Güzeli

28 Temmuz gecesi Türk Telekom Arena'ya gelenler, o sıcak yaz günü ortamını daha da ısıtan bir futbol ortamı buldular. Geçtiğimiz sezon tam anlamıyla dibe vuran takımın oyuncularının en az yarısı sahadaydı, ancak o umutsuz ortamdan kesinlikle eser yoktu. Bunun sebebini hepimiz biliyoruz sanırım, emin ellere emanet edilen bir ekip, bir buçuk ayda kenetlenmiş bir takım haline gelebiliyormuş demek ki.

Maça gelince, özellikle ilk yarıda Liverpool'un toplamda sadece 3 kez yarı sahayı geçtiğini düşünürsek, Galatasaray'ın ne denli baskılı oynadığını anlayabiliriz. Gelen iki gol ve kaçanlar, sarı kırmızıların ne denli istekli olduğunu ortaya koydu..



2. yarı maç dengelendi, Liverpool yavaş yavaş Galatasaray kalesine gelmeye başladı. Sezon başı olmasından mütevellit, takımda az da olsa fiziki düşüş gözlendi. Ancak bu, takımın mücadele isteğini sekteye uğratmadı.

Tam da bu görüşe kanıt olarak başlığımıza konu olan mevzuya girebiliriz. Artık maç yavaşlamaya başlamış, dakika 84. Sabri'nin başlattığı ve 2 sarı kırmızılının katıldığı ölümcül bir pres var, evet dakika seksen dört ! O ölümcül prese dayanamayan Liverpool sağ tarafı topu kaptırır, topu kapan sarı kırmızı oyuncu, Ayhan, içerideki arkadaşı Elmander'i görür, Elmander de gelişine harika bir vuruşla durumu 3-0'a getirir.



İşte, Elmander'in mükemmel vuruşundan daha güzel olan şey, sezon öncesi hazırlık maçında 84. dakika'da yapılan ölümüne prestir. Ve Terim, çalıştırdığı her ekipten aynı savaşı beklemiş, karşılık aldığı ekiplerde en tepeye çıkmıştır.

Darısı 2011-2012 Galatasaray'ına ...

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Terim'in 'YON' Formülü

3. Terim dönemi başladığından beri, gerek Türk futbolunda gerekse Galatasaray özelinde birçok olay yaşandı. Galatasaray'da yeni yönetimin emeklemeleri, transfer harekatları, Türk Futbolu'nda yaşanan şike skandalı gibi konular, gündemi bir hayli meşgul etti. Ancak Terim'in yeni dönemi başladığından beri, benim en çok ilgimi çeken konu bunlardan farklı bir konu.



1. etap İstanbul kampından bu yana, resmi site galatasaray.org'da yayımlanmış 100 fotoğrafın 95'inde futbolcuların ağzı kulaklarında. Geçen yılın kadrosunun büyük bir çoğunluğu halen o sahada, yani Galatasaray Futbol Takımı tarihinin en kötü sezonunu geçiren oyuncularının yüzde 70'inden fazlası hala o tesislerde, ancak sadece 2 ay içerisinde, 2 ana değişiklikle o buhran yerini neşeye bırakmış.



Türk Futbolu'nu son 15 senedir yakından ve bilerek takip eden biri olarak, bu durum bana süpriz gelmedi tabi ki. Bu, Terim'in kariyerinin en başından beri uyguladığı bir taktik. Bir grup futbolcuyu önce TAKIM haline getirmek, daha sonra da herkesin birbirini kolladığı bir arkadaş grubuna çevirmek. Bu sebeptendir ki, Terim her takımda aynı formülü uygular. Formül şudur :

ŞampiYON : 1. RehabilitasYON + 2. MotivasYON + 3. KonsantrasYON


Bu 'YON' formülü, Terim'in yıllardır olmazsa olmazıdır. Ve düşünün ki, aynı formül hem Mecidiyeköy'de, hem Wien'de (2008 Avrupa Şampiyonası), hem Milano'da, hem Floransa'da işe yaramıştır. Bir tek Olimpiyat Stadı'nda teklemiş olan bu formül, belki de Terim'in en büyük alamet-i farikasıdır.



24 Temmuz 2011'de Almanya'da oynanan Galatasaray-Inter maçında, takımın rehabilitasYON'dan motivasYON evresine geçmek üzere olduğunu gördük. Bu karışık ortamda, 2 ay önce durumu en karanlık gözüken takımın en parlak geleceğe sahip olduğunu görmek, gerçekten şaşkınlık verici.

Belki de bu yüzden neredeyse bütün Avrupa'da aynı kişi için İmparator deniyor ...

19 Temmuz 2011 Salı

U19 Şampiyonası

Genç yetenek avcıları, FMciler.. Futbolumuzun çalkantıdan geçilmediği, yeşil çimlere özlem duyduğumuz şu günlerde u19 Avrupa Şampiyonası imdada yetişiyor. 20 Temmuz 2011- 1 Ağustos 2011 tarihleri arasında Romanya'da düzenlenecek şampiyonada sekiz takım yer alacak ve iki grupta yarışacak.
A Grubu : Romanya, Çek Cumhuriyeti, Yunanistan, İrlanda
B Grubu : Sırbistan, İspanya, Belçika, Türkiye



B Grubunda yer millilerimiz ilk maçında 20 Temmuzda Sırbistanla, ikinci maçında 23 Temmuzda Belçikayla ve son grup maçında 26 Temmuzda İspanyayla karşılaşacak.

Nasıl Geldik?

52 takımın 13 grupta yarıştığı ön eleme turunda 1.Grubu İzlanda, Kazakistan ve Galler'in önünde lider tamamlayan gençlerimiz Elit tura yükselmişti. Ön eleme turundan gelen yirmi altı takıma iki en iyi 3.'nün katılımıyla gerçekleştirilen Elit turda, 28 takım 7 grupta mücadele etti. Bu turda Almanya, Macaristan ve Makedonya ile aynı grupta yer alan ay-yıldızlılar oynadıkları karşılaşmaların tamamını kazanarak grubu lider tamamladı ve şampiyonada mücadele etmeye hak kazandı.



Milli Takımımızın kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor:

Furkan ŞEKER, Atınç NUKAN, Sezer ÖZMEN (Beşiktaş)
Gökay IRAVUL, Berkay ÖZTUVAN, Okan ALKAN (Fenerbahçe)
Ömer KAHVECİ, Kamil Ahmet ÇÖREKÇİ (Bucaspor)
Muhammet DEMİR, Orhan GÜLLE (Gaziantepspor)
Ali DERE (Konyaspor)
Hasan Ahmet SARI (Trabzonspor)
Ozan Evrim ÖZENÇ (Denizlispor)
Oğuzhan AZĞAR (Samsunspor)
Sefa Akın BAŞIBÜYÜK (Çorumspor)
Ömer Ali ŞAHİNER (Konya Torku Şekerspor)
Emrah BAŞSAN (Pendikspor)
Aykut ÖZER (Eintracht Frankfurt)
Servan TAŞTAN (FC Metz)
Burakcan KUNT (MSV Duisburg)
Engin BEKDEMİR, Nadir ÇİFTÇİ (Kayserispor)

10 Temmuz 2011 Pazar

Akıl Tutulması

Her şeyden, herkesten sıkılırsın, fena halde bunalırsın. Rutini değiştirmek istersin, bazen başaramazsın. Tam da o dönemime denk geldi bu bloğun 2. Yılı. Rutini değiştirip, gönül verilen renklerin can sıkmasının da etkisiyle uzak kalındı bir süre. Eğer ki bu yazıları takip etmekte olan 1 kişi bile var ise, ondan özür diliyorum. Arada aldığım birkaç mesaj, beni yarım bıraktığım işe devam etmeye itti. Yani göz atan az sayıdaki dosta çok teşekkürler, sizler bu oyunu daha güzel kılıyorsunuz..

**
İnsan bazı şeylere inanmak istemiyor. Sadece ufak bir tesadüftür deyip geçmek istiyor. Her şeyin bu kadar kirli, bu kadar riyakar olmadığına inanmak istiyor. Ama sanırım temiz kalan çok az şey kaldı etrafımızda.

Bu ülkede ve dünyanın birçok köşesinde insanların bağlandığı basit bir oyun var. Adı futbol. Dünya'nın en basit oyunlarından. Birkaç karmaşık (ofsayt mesela) haricinde 22 adam 2 kale birkaç tane de hakemin yeterli olduğu naif bir spor. Süprizleri sayesinde milyonlar tarafından takip ediliyor hatta ilahlaştırılıyor. Ancak bu güruhun birçoğu sadece bir şeye odaklanıyor.. O da kazanmak. Kayıtsız, şartsız kazanmak. Ne pahasına olursa olsun, karşısındakini mağlup etmek. Spor doğası bunu gerektirir mi, kimse buna kafa yormuyor.

İşte tam da bu noktada, bu aralar herkesin canını sıkan olaylar gark ediyor. 6 gündür devam eden bir şike sıkandalımız var artık. Türkiye temiz ayaklar operasyonu vatana millete hayırlı olsun !
Ben, yargılananlar ya da olaylarla ilgili bir şey yazmayacağım. zira olayın hukuki tarafıyla hiçbir ilgim yok, bana pek ilginç de gelmiyor zaten. Ancak olayın büyük vehameti, Fenerbahçe Kulübü yetkililerinin akil olmayan açıklamaları.



Yönetim büyük şok içerisinde, bu kabul. Ancak ülkenin en büyük iş adamlarına sahip olan yönetimden bir Allah'ın kulu da çıkıp etkili bir açıklama yapamıyor mu ? Tabi ki yargıya yansıyan bir olay hakkında ayrıntılar konuşulamaz, ancak tutuklananlar haricinde geriye kalan gruba yakışan tek açıklama 'Biz 100 yıllık bir çınarız, bizde öyle şey olmaz' sığılığı mıdır ? Beri taraftan, ortada ispatı bulunan durumlara rağmen, halen daha ' Fenerbahçe'siz bir lig düşünülemez, Lig Tv bundan büyük yara alır, akıllı olun yani' açıklamaları da ne demektir ? İtalya'da Juve'siz bir lig düşünülmüşse eğer, bu ülkede Fenerbahçe'sizbir lig neden düşünülmesin ?

Diğer taraftan, Fenerbahçe taraftarlarının tavrı da gerçekten inanılmaz. Aralarından bir tanesi bile körü körüne savunma yerine olanları sorgulama yoluna gitmiyor. O takımı ölümüne destekleyen, lisanslı ürününü kullanan, boğazı patlayana kadar destekleyen, kendini bildiğinden beri aynı renklere aşık olan adamın, 1-2 ahlaksız adam yüzünden Fenerbahçeliliğinden utanması reva mıdır ?



Son olarak, Fenerbahçe kamaoyunda en akil olduğuna inandığım adamın, Aykut Kocaman'ın açıklamalarına değinmek istiyorum. ' Biz her maçı bileğimizin hakkıyla kazandık, oturup isteyen izleyebilir.' diyor, sonuna kadar da haklı. Ancak şu açıklamalarına kulaklarım inanamıyor:

' Ayrıca şike illa ki soruşturulacaksa, 58'dan bu yana gelen tüm sezonlar incelenmelidir.'

Şimdi bu ne demek ? 'Geçen sezon biz böyle bir şey yapmış olabiliriz, ancak bu ligde zaten hep şike var, onları da araştırın kardeşim !' demek. Kendi kendini ele vermek demek. Bunu söyleyen insanla, Trabzonsporlulara centilmenliği sebebiyle takımdan uzaklaştırılan kişi arasında dağlar kadar fark var. Yani Fenerbahçeli Aykut ile teknik direktör Aykut Kocaman aynı değil aslında.

***

Futbolu kullanarak güç gösterisi yapmak, iktidara yaranmak bu coğrafyada çokça gördüğümüz durumdur. Bu yüzdendir ki, Kenan Paşa'nın emriyle Türkiye Kupası'nı aldı diye 1. lige çıkarılan MKE (Açılımını da pek kimse bilmez, ama bilenler Ordu ile nasıl bir bağlantısı olduğunu iyi bilirler.) Ankaragücü'ne hiçbir zaman ısınamamışımdır. Franco yönetimindeki İspanya'da Real Madrid hükümdarlığının hep güç destekliği olduğu hissi kaplar içimi, o yüzden Katalanca konuşmak yasakken sadece Barça maçlarında Katalanca konuşabilen, hatta tezahurat yapan Barçalılara büyük saygı duyarım.

Son negatif örneğimiz ise bizim topraklarımızından. Başbakan geçen hafta kabineyi açıkladı. 2 isim direkt olarak futbol ve futbolun getirdikleri sayesinde o koltukları 5 yıl meşgul edecekler. 15 Ocak 2011 TT Arena açılışında yaptığı konuşmada Rahmetli Özhan Canaydın'a ve Galatasaray taraftarına kendi evinde hakaret eden Erdoğan Bayraktar bey, ülkemizin yeni Çevre Bakanı oldu. Aynı geceki olayları twitter hesabından 'aciz, sefil Galatasaray taraftarının saçmalığı' diye nitelendiren Suat Kılıç da yeni Spor bakanımız oldu.

Aziz Türk Milletine hayırlı uğurlu olsun !

20 Mayıs 2011 Cuma

Şaziye kumarı

Uzun zamandır yazmıyordum bloga, ama yaz geldi, şu aralar işler de çok sıkışık değil, sanki geri dönmenin tam zamanı diye düşündük.. Hoş ben yokken bizimkiler almış zaten bu kararı ama, ben de yavaştan geri dönmeye karar verdim. Neyle dönsem acaba diye düşündüm, malum şu sıralar çok yoğun bir gündem var Galatasaray'da.. Başkanlık seçimi, 3. Terim dönemi, transfer nöbetleri, olası sponsor beklentileri, play-offlar derken şubeden gelen son "Şaziye" transferi özelinde kadın basketbol takımımızla ilgili bir yazıyla dönmeye karar verdim..

Önce resmi olmasa da Sylvia Fowles'la sözleşme yenilendiği haberleri geldi, ardından Alba Torrens bombası patladı.. Halcon'la Avrupa Şampiyonluğu yaşamış ve Final-Four'un MVP'si seçilmiş Alba Torrens.. Sonrasındaysa önce Tina Charles, ardından hepimizin bildiği ezeli rekabette son yıllarda atılmış en büyük çalım olan Diana Taurasi transferleri.. Taurasi transferiyle ilgili çok fazla spekülasyon var ortada Fenerbahçe'nin açıklamaları, Taurasi cephesinin açıklamaları, Galatasaray'a Fenerbahçe'nin verdiğinden daha düşük bir ücrete imzalaması, Penny Taylor'un durumu, bunların hepsini başka bir yazıda dile getiririz ama bugün bahsetmek istediğim asıl olay "Şaziye'nin yuvaya(!) dönüşü"..



Bu transfer haberi ortaya ilk çıktığında bir çok Galatasaraylı gibi ben de inanmak istemedim önce.. Ama bir güvenilir kaynaklardan da aynı söylentiler gelince zaten yaklaşık 2 haftadır beklenen transfer dün resmileşti.. Şimdi bu transferi 2 yönden inceleyelim..

Öncelikle kişilik yönünden bakarsak, Şaziye'nin Fenerbahçeli olduğunu bilmeyen yoktur herhalde.. Hatta Fenerbahçe kongre üyesi olduğuna dair söylentiler bile var.. Ayrıca, ilk Fenerbahçe döneminde Galatasaray taraftarına yaptığı bazı hareketlerden söz ediliyor ama görmediğim için kesin bir şey söyleyemiyorum bu konuda.. Bunların hepsine bir şekilde olabilir diyelim (sonuçta Fenerbahçe taraftarını yumruklayan Kaya'nın, kısa süre sonra sarı lacivertli formayı giydiğini de gördük) ama 2009 play-off yarı final serisinde, özellikle 4. maçta(Işıl'ın çapraz bağlarının koptuğu o talihsiz maç) oynadığı basketbol benim Şaziye'ye karşı bakışımı her zaman olumsuz yönde etkileyecek.. O maçta attığı air-ball'lar, önündeki topa müdahale etmeyişi ve ortaya koyduğu mücadele(!) aklımın her zaman bir köşesinde kalacak..

Gelelim işin parkedeki yönüne.. 3 sezon önce Galatasaray'dayken ligde ve Eurocup şampiyonluğunda ne gibi bir katkı verdiğini ben hatırlamıyorum açıkçası.. Aklımda kalan sadece bir Beşiktaş maçı var, 4 ya da 5 tane 3'lük göndermişti yanlış hatırlamıyorsam, onun haricinde en kritik maçlarda yoktu yine.. 1 sene sonra Mersin'deki başarılı performansının ardından geçen sene yine Fenerbahçe'de geçen kayıp bir sezon.. Ratgeber'in dar rotasyonunda hemen hemen hiç süre alamadı Şaziye, şimdiyse tekrar Galatasaray'a döndü..

Eldeki verilere baktığımızda Şaziye'nin Galatasaray forması giymesi için pek de bir sebep bulunmuyor aslında.. Ne performansı, ne de geçmişte yaptıkları.. Ama tabii ki Ceyhun Yıldızoğlu referansı bu transferde baş rolü oynadı.. Kariyerinin parladığı Botaş yıllarında, koçuydu Ceyhun Hoca Şaziye'nin.. Şimdiyse sorumluluğu tek başına üstlenerek bu transferi gerçekleştirdi.. Büyük ihtimal max 10-15 dakikalar arası süreler alacak Şaziye.. Ceyhun Hoca'nın ondan 10-5-5 gibi istatistikler yapmasını beklemediğine de eminiz.. Ondan beklenen, aldığı sürelerde giydiği formanın hakkını verecek şekilde oynaması..

Kadın basketbolunda açıkçası çok da fazla kulüpçülük anlayışı yoktur, oyuncular genelde döne döne oynarlar.. Ama Şaziye'nin durumu üstte de anlattığımız sebeplerden dolayı biraz daha farklı.. Tabii ki Ceyhun Hoca, eldeki Türk rotasyonunun da dar olduğunu düşünürsek Şaziye'den maksimumunu almaya çalışacaktır.. Şaziye'nin de artık son şansı olduğu için elinden geleni yapacağını umuyorum.. Ancak olası bir başarısızlıkta, özellikle bu sene kurulan kadro ve taraftarların beklentisini de düşünürsek, taraftarla problem yaşaması büyük ihtimal olan Şaziye, hele hele 3 sene önce bıraktığı yerden devam ederse hem kendi kariyerini hem de Ceyhun Hoca'nın Galatasaray kariyerini büyük tehlikeye sokar.. Bakalım Ceyhun Hoca'nın oynadığı Şaziye kumarı nasıl sonuç verecek..

17 Mayıs 2011 Salı

O GÜN



Bugün 17 Mayıs...

Nerden başlasam, neresinden girsem bir türlü bilemediğim için böyle saçma sapan bir giriş yaptım konuya öncelikle onu söyleyeyim. Ne zamandır uzak kaldığımdan pas tutmuşum heralde. Öncelikle ufak bir özür. Gerek Galatasaray'ın bu hali, gerek ben hariç diğer abilerimin işleri güçleri, benimse tamamen keyfe keder terbiyesizliğim yüzünden milyonlarca okurumuza ulaşamadık bir süredir:) Ama geri dönüşe yakışan bir başlıkla dönüyoruz aranıza. Tamamen kişisel olacak, tamamen benim şampiyonluk yolumu anlatacağım şimdiden söyleyeyim.

Aslında çok eskilere gitmek Derwall'den girmek, Mustafa Denizli'den, İmparator'un yuvasına dönüşünden çıkmak, Manchester zaferini anlatmak, Bilbao'daki acının aslında 'o gün'lerin habercisi olduğundan bahsetmek gerek ama ben çok fazla uzatmadan 99 Ağustos'undan başlayacağım. Maçı Cine 5 yayınlıyordu, bizim evde decoder yok. Nazilli'deyiz tabi, öğretmenevine gittik maçı izlemeye. genelde orada izlerdik zaten maçları. Ama bu sefer başka bir oda gibi bir yerde izliyoruz. Annem, halam falan da var. O odada bir de Altay'ın Fenerbahçe'yi 1-0 yendiği maçı izlemiştim, daha da girmedim oraya. Fakat güzel bir yermiş. Neyse Ercan Taner'in her söyleşinde ayrı bir güzel çıkan 'Haaaaggggiiii'leri eşliğinde 3-0'la turu kolaylıyorduk. Rövanş 17 Ağustos felaketinin taze acısıyla oynanıyor, Okan'ın tek golüyle Şampiyonlar Ligi gruplarına katılıyorduk.

Kuralar çekiliyor, grup zor. Chelsea, Milan, Hertha Berlin. İlk maç içerde Hertha Berlin'le. O gün Nazilli'yi bilenler için söylüyorum, eski cezaevinin olduğu yerde panayır olurdu eskiden. Gidiyoruz, geziyoruz, eğleniyoruz. Maç saatine evdeyiz. Neden bilmiyorum tek başıma odamda, küçük televizyonda izliyorum maçı. 1 dakika içinde arka arkaya yediğimiz 2 golle yıkılıyorum. Kral atıyor, 2-1'le gidiyoruz soyunma odasına.Galatasaray tarihinin en ilginç transferlerinden Bruno çıkıyordu sonra sahneye golü atıyordu ama olmuyordu işte vermiyordu hakem. Neymiş Kiraly topu kontrol etmiş, hadi canım. Neyse bastırıyoruz ama 70 oluyor yok, 75 oluyor yok, 80 oluyor yok. Veee, dakika 85 civarı sanırım bir korner sonrası uzaklaşan bir top ama top ta orta sahada. O esnada çalan bir düdük. Ne oluyoruz demeye kalmadan hakem penaltı diyor. Deli gibi seviniyorum ama anlamıyorum niye penaltı, hala da bilmiyorum hatta bir bilen anlatıversin bir zahmet. Neyse hakem kararlarını tartışmak bizim işimiz değil zaten. Sana çalınsa böyle penaltı kim bilir ne derdin diyen olur elbet. Evet derdim ama o gün bana çalınmadı, napıyım yani:) Neyse Hagi atıyor. 2-2 bitiyor ilk maç.

İkinci maç San Siro'da Milan'la. Fena oynamıyoruz zaten oynayamayız da, Milan'a karşı duruşumuz belli. Neyse evdeyim yine ailecek izliyoruz maçı. İlk yarı biterken babam çöp atmak için dışarı çıkıyor. Ah baba yapılacak iş mi bu, Fenerli ne de olsa bozuyor totemi. Onun evden çıkışıyla yine 1 dakikada 2 gol birden yiyoruz. Ama bu kez döner mi, zor. Sonuçta San Siro'dasın 2 farkla geridesin. Dönmüyor da zaten, Ümit atıyor 2-1 bitiyor.

Chelsea maçlarını birlikte geçiyorum. Hatta çok hızlı geçiyorum, hemen geçiyorum. Hatırlanası bişey yok zaten. Birazdan bahsedeceğim Dennis Wise'ı unutmayalım bu arada. Bir de Sami Yen'deki maçtan önce Fatih Terim'in açıklamaları benim için yeni bir totem doğuruyordu. Taffarel'in yokluğuna binaen kalemize gelemeyecekler, rahat kazanacağız gibi imparatorun ağzından duymaya alışık olmadığımız sözler ve ardından gelen sonuç, Fatih Terim'in ilerleyen maçlardan önceki temkinli olacağız açıklamalarını benim için kupanın anahtarı haline getirmişti.

Chelsea mağlubiyetlerinin ardından 4. maçlar sonunda, 1 puanla grupta son sırada ve 'önemli olan katılmaktı' modundayız. Tek çıkar yol, biz Hertha'yı Berlin'de yeneceğiz, Milan Chelsea'yi San Siro'da yenemeyecek, son hafta da Sami Yen'de Milan'ı yeneceğiz. Bu da bizi ancak 3. yapıp UEFA kupasına götürecekti.

Beşinci maç Hertha deplasmanı, devreye 1-0 geride gidiyorduk. Zaten az olan umutlar iyice diplerdeydi artık. Lakin soyunma odasında her ne oluyorsa oluyor, ikinci devre sahaya aslanlar gibi dönüyordu takım. Ama ne dönmek. Gol olup yağıyorduk Berlin'de 4-1'le geçiyorduk Hertha'yı. Tugay'ın o unutulmaz sevincini ben de evde yapıyordum. Biz 4 atıyorduk ama ipler bizim elimizde değildi işte. Milan kazanırsa 10 atsak faydası yoktu. Ama o noktada devreye Londra'da sahaya giren terör örgütü üyesine çelme takarak düşürüp gönlümüzde taht kuran, Kral'ın alnından öptüğü nur yüzlü kardeşimiz Dennis Wise'ın golü girdi ve Chelsea San Siro'da puanı kaptı.

Son hafta rakip Milan, işte o efsanevi maç. Sabah okula gitmek için servis beklerken Recepbey İlkokulu'nun önünde Muzo'yla hesaplar başlıyor. Aslında yapılacak pek bir hesap da yok ya yapıyoruz işte bişeyler. Milan kazanırsa çıkar, berabere kalırsa UEFA'ya gider. Peki ya kaybederse? İşte o zaman biz gideriz, yolumuza devam ederiz. Okuldan geliyorum, bir klasik olarak yine yoğurt ekmek yediriyor halam ve uyuyorum ta ki, babam 'hadi artık maç başlıyor kalk' diyene kadar. Uyanıyorum, geçiyorum televizyonun başına. Hayatımda ilk kez duyduğum bir ses karşılıyor beni, bir daha da duymuyorum zaten o sesi. Yorumcu da Tanju. Maç başlıyor, 'Ezeli rakip', Weah'la geçiyor öne, biz 'arka direk' Capone'yle eşitliyoruz skoru. Devreye 1-1 gidiyoruz. Dönüşte Giunti atıyor, yıkılıyorum evde. İnanmışım bir kere ama bu sefer olmayacak galiba. Kırılıyor umutlarım. Aslında bu golde değil de 75'lerde tabela kalktığında Hagi-Hasan değişikliğinde kırılıyor. Aslında tam burda da değil tam olarak Hagi oyundan çıkarken el kol yapınca, sağa sola atarlanıp 1 dakika saha içinde dolaşınca, ardından Sami Yen'de ilk kez ıslıklanınca kırılıyor, ben de kırılıyorum o an Hagi'ye ne haddimeyse tövbe tövbe. Çocuk aklı işte. Neyse dakikalar 85 oluyor, Ergün kesiyor Kral vuruyor. 2-2. Acaba mı? diyorum. Evet diyor. Bir kaç ay sonra çok daha büyük bir günde yine sahada olacak Lopez Nieto son dakikada çalıyor düdüğü, veriyor penaltıyı. Affetmiyor Ümit, bırakıyor köşeye. Uçuyorum, kaçıyorum, bağırıyorum, çağırıyorum, yıkıyorum ortalığı. Tıpkı tribündeki Suat gibi. O gün kendime en yakın hissettiğim adam oluyor Suat. Bitiyor maç ve UEFA'dayız. YENDİK Mİ LAN! İşte orada başlıyor, tek ihtimali olan insanların hikayesi.

3. turdan giriyoruz kuraya. Bir gece önce rüyamda görüyorum Bologna çıkmış rakip, Signori'yle Türkçe konuşuyorum. Ertesi gün Murathan'larda FİFA oynayıp Arsenal'le Seaman'i gol kralı yaparken babam arıyor ve diyor ki rakip Bologna. Anam diyorum, valla görmüştüm ben bunu. Gün geliyor, ilk maç deplasmanda. Maçı bir İtalyan kanalı veriyor. Bizim belediye de karasal yayından o kanalı ayarlayıp evlere servis ediyor sağolsun. Tekrar teşekkürler Esat Amca. Maçtan önce annemlerle Migros'a gidiyoruz, o zamanlar en büyük zevkim. Ama aceleyle çıkıyoruz sonra. Neredeyse maça gecikeceğiz. Neyse yetişiyoruz. Signori atıyor, üzüyor beni, oysa ki o kadar sohbetimiz vardı onunla. Maçın sonuna doğru Ümit kesiyor. Kral yükseliyor, en tepeye çıkıyor, sonra eğilip kafayı çakıyor. Daha sonra Bologna kalecisi Pagliuca diyor ki, hayatımda yediğim en güzel gol. Aynen katılıyorum abi, yok böyle gol. 1-1 bitiyor maç. Rövanş Sami Yen'de. Hasan'la öne geçiyoruz. Sonra 1-1 oluyor. Ardından soldan kesilen bir topa Ümit Davala öyle bir vuruyor ki topun canı istiyor ve gol oluyor. Ardından ecel terleri döküyoruz. Ama yemiyoruz. Öyle bitiyor maç. Turu geçiyoruz.

Bu kez rakip Dortmund. Hem de ne Dortmund 3 sene öncesinin Şampiyonlar Ligi şampiyonu Dortmund. Maç yine Cine5'te. Bu kez Burkaylar'da izleyeceğim maçı. Tam evden çıktığım sırada bir çocuk, üzerinde Dortmund forması. Nasıl sinirleniyorum, dalıcam çocuğa ama büyük benden, hafiften tırsıyorum, ses etmiyorum neyse babam bırakıyor beni. Akşam oluyor. Maç saati geliyor. Hakan 'dönüyor, vuruyor' öne geçiyoruz. Sonra sahneye birisi çıkıyor. Şimdiye kadar mümkün olduğunca az bahsetmeye çalıştım ondan. Çünkü şu anı bekliyordum. Artık söz onda. Hagi öyle bir çıkıyor ki sahneye, öyle bir vuruyor ki topa. Kim ne yapabilir ki o topa. Müthiş oynuyoruz, Commandante de maçın tamamını domine ediyor. 2-0 kazanıyoruz. Burkay'dan da bahsetmeden geçmeyeyim. Kendisi Fenerbahçe'lidir aslında ama uğurludur benim için. Birincisi bu maç, ikincisiyse 2-2 biten Barcelona-Galatasaray maçının ilk yarısını da biz de birlikte izlemiştik yatakların, yorganların üstünde. İkinci yarı gitmişlerdi de öyle 2-2 yi yakalamıştı Barcelona. Ulan bok mu vardı gidiyon?

Rövanş Sami Yen'de bu kez evde bilgisayardan izleyeceğiz. Sorunsuz bir şekilde geçiyor maç. Buldozer gibiyiz o ara zaten herkesi yeniyoruz ama herkesi. Ama ayıptır söylemesi ben de öyleyim. Gelsin Türkiye birincilikleri, gitsin ödüller, bişeyler. Neyse tam o maçın devre arasında Nesrin öğretmenim arıyor evi. Annem açıyor. Ama bir garip konuşuyor bu sefer. Yolunda olmayan bişeyler var belli. Telefonu kapatıyor, annem geliyor. Tam konuşacak benimle, ikinci devre başlıyor. Maçtan sonra konuşuruz diyor. Benim bütün konsantrasyonumu bozuyor. Vallahi o maçın 2. devresiyle ilgili hiç bir şey hatırlamıyorum. Bu arada telefon görüşmesini merak edenler için onu da söyliyim, hayatımda ilk defa bir sınavdan 4 almışım. Yanlış hatırlamıyorsam 75'ti notum Fen Bilgisi'nden. Konu da Boşaltım Sistemi olması lazım. Takılınan şeye bak. Üniversite hayatımda henüz 75 görememem de Galatasaray'la birlikte geldiğim noktanın kanıtı heralde.

Neyse, tekeeeeer tekeeeeer geçiyoruz turları, Avrupa'da alacağız kupayı. Bu kez rakip Mallorca. İlk maç Kurban Bayramı'na denk geliyor. Biz tatile dedemlerin yanına Mersin'e gitmişiz. Maçı da Atilla dayımlarda yine bilgisayardan izleyeceğiz. Ekip sağlam, babam, dedem, dayım(x2), 'wonderkid' Kürşat ve fasulyeden Alperen. Gidip yatmıştı paşa daha maçın başında. Arif, Emre ve Kral aşırtma golleriyle skoru 3-0 yapmış, Okan da cilayı yapıp arkayı dörtlemişti. Maçın sonlarında gelen golle maç 4-1 bitiyor. Biz yine turu hiç İstanbul'a bırakmadan orada bitiriyorduk. Maçın bitimiyle birlikte şifresi kalkan Cine5'teki Ercan Taner'in kısılmış sesi her şeyi özetliyordu aslında. Geceyi Akın dayım ve teyzemle Mersin sokaklarında konvoyla noktalıyorduk.

Kurban bayramının bitimiyle yine kürkçü dükkanına Nazilli'ye dönüyorduk. Rövanş maçı yine gazozuna bir hale bürünmüştü. Bu maçı pek değerli yazarımız Ali Çakmaklar'da izlemiştik. Maçla ilgili aklımda kalan, bilgisayarın sanırım sesinde problem olduğu için radyodan dinleyip, bilgisayardan izlemiştik maçı. Pek tabi önemli bir senkronizasyon sorunuyla birlikte. Maçı da unutmadan söyleyeyim, Capone ve Kral'ın golleriyle 2-1 kazanmıştık.

Yarı finaldeyiz. Var mı daha ötesi. VAR.. Arsenal, Leeds, Lens ve GALATASARAY.. Bu kez rakip Leeds. Müthiş bir takım. Nigel Matyn kalede, Woodgate, Radebe stoper, solda Harte, Mills, Bakke, Bowyer, Smith, Kewell vesaire vesaire...

Maçtan bir önceki akşam çıkan olaylar ortamı bir hayli geriyor, 2 İngiliz'in çıkan olaylarda hayatını kaybetmesi neredeyse maçın önüne geçiyordu. İngilizlerin maç başka zaman, başka yerde oynansın talepleri UEFA tarafından geri çevriliyordu. Gergin bekleyişe ben de bütün gün halamlardan eşlik ediyordum. Bütün haberlerde o olaylar. poposuna Türk parası sokan her yerinden İngilizlik akan bir dallama, havada uçuşan sandalyeler falan. Maçı bizim okulda dev ekranda yayınlayacaklardı ki sonraları tam bir uğurlu mekan haline gelmişti okul ta ki 2002 Dünya Kupası'nda gruptaki Brezilya maçına kadar. Okulda yerimizi aldık. Maç başladı Arif sağdan kesti. Alman, İtalyan, İspanyol, İngiliz hiç farketmedi Kral çaktı kafayı 1-0 yaptı. O an birisi beni kucağına almıştı ama o kimdi hala bilmiyorum. Ardından soldan Ergün'ün kestiği topta Capone aldı, vurdu, vurdu, ite kaka gol yaptı ve aman Allah'ım 2-0. Final geliyor ulan. İkinci yarı bastırdılar hem de öyle böyle değil, deli gibi geldiler üstümüze. Ama olmadı, Taffarel o günden inanmıştı bir kere. Hele Kewell'ın kaçırdığı bir top vardı ki o günden bugünlere mesajı çakmış ama biz o mesajı bir 8-9 sene geç almışız sadece. Ennihayetinde olmadı, atamadılar ve maç 2-0 bitti.

2. maç için mekan yine aynı. Maç öncesi atmosfer düşmanımın başına gelmesin. Öfke kusan İngilizleri gördükçe bilmem kaç bin kilometre öteden bacaklarım titriyordu. Maçtan önce sahaya simsiyah çıkan aslan parçaları saha kenarına birer çiçek bırakıp geçiyordu ısınmaya.

Maçın daha başında Emre araya bıraktı topu, Kral aldı, kaleciyi geçti. 'Ver penaltıyı, verdi, verdi, verdi. Penaltıyı verdi, penaltıyı verdi, penaltıyı verdi' Evet verdi sonra da 'haydi Hagi, haydi koçum, haydi aslanım' ve 'golgolgolgolgol' Kendimden geçmişim. Sağ kamelyada babamın yanındayken kendime geldiğimde sol tarafta annemin yanındaydım. Nasıl oldu hiç bir fikrim yok. Leeds İstanbul'da bıraktığı yerden saldırmaya devam etti. Kornerden gelen topa Bakke vurdu berabere oldu. O an korktum, çok korktum. Ben ne olursa olsun bizim, Taffarel'in gol yemeyeceğine inanmıştım bir kere. Sonra onlar yüklenmeye devam ettiler. Sonra 'biz Bakke'yi ceza sahasında döndürmedik, sonra Hagi nefis döndü, sonra Hakan'a pas, açı biraz dar ama, Hakan sıyrılacak, Hakan bir çalım daha, sonra Hakan çerçeveyi gördü, Hakan vurdu, kim attı KRAL attı'. Kim attı KRAL attı. Sonrası bir 5 dakika kadar yok. Kewell'a o kart çıkana kadar. Sonra da bağıra bağıra gelen Emre'nin kartı. Hem de yok yere, elini sürmeden, dokunmadan.. Ama gelip bana şimdi sorsan iyi olmuş derim o ayrı. Ayrıca oradaki hafiften dayağı için İmparator'a teşekkürler. Biraz daha incitseydi keşke emre efendi'yi. İkinci yarı da geçiyor bir şekilde, ama ben bilmiyorum. Ben amigoluğa başlamışım orda. Neyse Bakke yine bir yan topta buluyor golü 2-2 bitiyor maç. Veeeeee FİNALDEYİZ.

Saat ilerledi, gözler de hafiften doldu, yazı da biraz uzadı. O GÜN yarınlara kalsın.

27 Şubat 2011 Pazar

Karadeniz'de Futbol Şov

Trabzonspor en yakın rakibine 5 puan fark atarak zirvede bitirdiği ligin ikinci devresinin henüz altıncı haftasında üst üste ikinci kez liderliği geri almak sahaya çıktı. Çok istekli ve saldırgan başladı bordo mavililer. Bu şok prese Kayseripor hazırlıksız olacak ki henüz maçına başında Hamidou'nun uzaklaştırmak istediği top kısa düştü ve Jaja'nın mahareti Trabzonspor'u öne geçirdi. Bu golde Hamidou kadar pres altında kendisine pas veren arkadaşının da payı vardı kuşkusuz.
Erken gelen golün Trabzonspor'u rahatlattığını ve 20 dk boyunca çok iyi pres yapan, alan daraltan bir takım izlediğimizi söyleyebiliriz. Bu dakikalarda adeta bir "Lucescu takımı" gibiydiler. Tek sorun, yıllardır istikrarlı bir savunma anlayışı ortaya koyan Kayserispor'un bu çizgisini erken gole rağmen sürdürmesi sonucu hücumda organize olamamalarıydı.

Derken Amrabat'ın bireysel yetenekleriye yarattığı gol Abdullah'ın ayağından geldi. Abdullah bu golde içeriye çok iyi koşu yaptı. Fakat golde aslan payı Amrabat'ındı. Zira Serkan Balcı çabukluğunda bir oyuncuyu bu kadar dar alanda ekarte etmek pek de kolay bir iş değildir.
Eşitlikten sonra roller biraz daha belirginleşti. Kayserispor oldukça iyi bir savunma takımı ve ön tarafta da çok becerikli oyunculara sahipler. Bu öndeki oyuncuları önemli artılarından birisi sık sık adam kovalayarak savunmalarına yardım etmeleri. Bu kadro ve teknik ekipte ısrar edilmeli. Tek eksikleri birbirleriyle oynama deneyimlerinin az olması.

Abdullah ve Amrabat

İkinci yarıya Trabzonspor yine istekli başladı. Kayserispor da yüksek tempoya karşılık verince ortaya çok keyifli bir devre çıktı. Yüksek tempoda gelen karşılıklı gollerde maça damga vuran adamlardan Kayserisporlu Abdullah baş roldeydi. Önce kendi defansının arasına girerek kendi savunmasının dengesini bozdu ve Burakla başbaşa kaldı. Burak gücünü ve hızını kullanarak golü yaptı. Ardından Abdullah bu kez Trabzonspor savunmasının arasına harika bir koşu yaptı ve skora dengeyi getirdi.
Golün ardından Trabzonspor yeniden baskı kurmaya çabalasa da organizasyonda Colman'ın formsuzluğunu maç boyu hissetti. Selçuk'un yokluğu bu bölgede Şenol Güneş'i de alternatifsiz bıraktı.

Her iki ekip de çok koşmasına ve mücadele etmesine bu çekişmeli maçın sonunda ayakta kalabildiler ve bizlere harika bir final izlettiler. Önce becerikli ayakları Amrabat ve Ziani'nin hazırladığı pozisyonda Kayseri öne geçti, ardından top yekün saldıran Trabzonspor'un golü Glowacki'nin kafasından geldi. Bu golde Yattara'nın basit oynadığında ne kadar faydalı olabileceğini gördük.
Her ne kadar maç gol düellosu şeklinde geçmiş olsa da, her iki takım da neden ligin en az gol yiyenleri olduğunu gösterdiler. Çok üst düzey bir karşılaşmaydı, futbola doyduk.

Trabzonspor efsanesi Şota'nın eski takımına şampiyonluk olunda çelme takması, gecenin ilginç ayrıntılarındandı.

20 Şubat 2011 Pazar

Ferrari'nin Özel Tüketim Vergisi (Beşiktaş:2-Fenerbahçe:4)



Açıkcası bu sezon izlediğim en hareketli, en tempolu karşılaşma oldu Beşiktaş - Fenerbahçe maçı. Maç öncesinde bu tempoyu bekliyordum, Fenerbahçe'nin şampiyonluk yolunda kazanmaktan başka şansı yoktu, Beşiktaş'ın ise hafta içindeki Kiev mağlubiyetinden sonra presij için saldırma isteği bu tempoyu ortaya çıkardı.

Maçı 1-1'e getiren Ekrem Dağ'ın golüne kadar maçın tek hakimi Fenerbahçe'ydi. Açıkçası ilk 35-40 dakikadaki oyunu sürdürmesi halinde şampiyonluğun en büyük adayı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sahada alan daraltarak, oyuncuların birbirlerine yakın oynaması ve hareketli oluşları, oyunda üstünlük kurmalarının en önemli sebebi. Ancak bu maç özelinde, 2. yarının ilk çeyreğinde geriye düştüklerinde demorolize oldukları için bu oyunu sahaya yansıtamadılar. Ta ki Ferrari'nin bonusuna kadar.

Maçın bu bölümü için ayrı bir parantez açmak gerekiyor sanırım. İtalya Ligi'nde yıllarca mücadele etmiş, uluslararası piyasada tanınan bir oyuncunun, böyle bir hareket yapması gerçekten akıl alacak bir durum değil. Maçın o anında Beşiktaş en çok nasıl sabote edilir sorusuna cevap niteliğinde bir hareket yaptı Ferrari. Kontra ataklarla 3. golü bulmasının yüksek bir ihtimal olduğu bir anda, hem takımını bir kişi eksik bıraktı, hem de penaltıya sebebiyet verdi. Ne denebilir ki Ferrari'ye ..

2-2'yi bulan Fenerbahçe için gerisini getirmek çok zor olmadı, hele ki Beşiktaş bir kişi eksik iken. Maçın gerisinde 2 gol daha bulan Fenerbahçe, 4-2'lik galibiyetle şampiyonluk yolunda önemli bir engeli aşmış oldu.



Maçtan akılda kalan bir not, Cüneyt Çakır ile ilgili. Çakır, ülke sınırları içinde yönettiği tüm önemli maçlarda aynı çizgisini sürdürüyor. Bu maçta tam tamına 3 kez avantaj kuralını kullanmadı. Bu pozisyonlardan ikisi kartlık pozisyonlardı. Ancak Çakır, o kartları acilen göstererek kendi riske atmak istemediğinden, hemen düdüğünü çalarak oyunu kesti. Çakır, Türkiye'de yönettiği derbide hep aynı stresle düdük çalıyor, bir an önce kararı verip, riske girmeden, suya sabuna dokunmadan, insiyatif almadan maçları yönetiyor. Avrupa'da ise üzerinde baskı olmadan maç yönettiği için, düdüğünü doğru şekilde çalabiliyor. Yani aslına bakarsanız, Çakır gayet iyi bir hakem, ancak ülkedeki baskı, onun kafası rahat olarak düdük çalmasını engelliyor ne yazık ki..

Başka bir parantez de Aykut Hoca için açılmalı. Açıkcası ben bu gece Aykut Hoca'dan takım düştüğünde bir hamle yapmasını beklerdim. 2-1'den sonra her taraftan etkili şekilde gelen Beşiktaş için bir önlem alabilirdi, ancak belki de 63. dakikadan sonra yapmayı planlıyordu, fakat yardımına Ferrari yetişti.



Ayrıca bu maç, takımların liderlerinin takımları üzerindeki etkilerini de görmüş olduk. Guti, eğer ki Beşiktaş'da efsane yabancılar arasına girmek istiyorsa, büyük maçların kritik anlarında sazı eline almalı. Maçın ilk yarım saatinde baskı altında kalan takımını ayağa kaldırmalı, reaksyon göstermelidir. Benzer bir durum, Guti'nin takım arkadaşı Quaresma için de geçerli, maçların takımı adına negatif yöne gittiği anlarda, saçma şutlar, zorlama drive'lar ve gereksiz sertlikle oyun disiplininden uzaklaşarak, takımını hedefe ulaştıramayacağını görmeli Portekizli yıldız..

Diğer yandan, Fenerbahçe'nin liderine baktığımızda, ortada tam tersi bir durum görüyoruz. Sahada kaldığı müddetçe takımını bir maestro gibi yöneten Brezilyalı yıldız, güzel oyununu 3 golle süslemeyi bildi.

Futbol adına güzel bir gece oldu, Ferrari'nin lüks vergisi hariç..

16 Şubat 2011 Çarşamba

Sevgililer Günü

Tuttuğu takım Şampiyonlar Ligi'nde ilk grubu geçmiş, 2.tur gruplarındaki en kritik maçına çıkacaktı. Maçtan bir kaç gün öncesinden itibaren onun için hayat durmuş, tek düşüncesi bu 90 dakika olmuştu. Çok kimse bilmez ama bazıları gerçekten böyle olur. Gizli bir bağ oluşur aralarında ve adına "konsantrasyon" derler. Maçtan önceki gece de maçı kafasında oynayarak, yarı uykulu yarı uykusuz geçti. Alışkındı bu durumlara aslında.

Maç sabahı uyandı, telefonuna baktı. Sevgilisiyle arası bozuktu ve yine arama ya da mesaj görünmüyordu ekranda. O da aramadı, tek düşüncesi akşamki 90 dakikaydı. Sevmezdi maç günü aklının dağılmasını. Oyalandı bütün gün, eski maçları izledi, bişeyler okudu, zaman geçirdi. Nihayet akşamüstüne doğru formasını giydi, atkısını sardı boynuna, hazırlandı ve çıktı evden.

Stada normalde otobüsle giderdi ama yürümek istedi canı. İstanbul'da hava şubat ayında genelde soğuk ve yağışlı olurdu, tıpkı o günkü gibi. Ayın 14'ü olması da herhangi bir anlam ifade etmedi ona, etraftaki çiftlerin sayısının artmasını fark etmedi bile. Ara ara yağan yağmura aldırmadan devam etti yürümeye. Adresi maç öncesi toplanma yeri olan Sokak'tı her zamanki gibi. En yakın arkadaşıyla buluştu orda. Her zamanki ritüel. Maçı konuştular uzun uzun, puan hesapları yaptılar, kadroyu kurdular defalarca. Tezahuratlara katıldılar ara ara dayanamayarak. Maç saati yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Derken zaman geldi ve stada doğru yola koyuldular. "Kapalı'nın Ortası" diye iki kelimelik bir tarifi vardı tribündeki yerlerinin. Üzeri yelekli görevliler, top şeklindeki kumaşı Şampiyonlar Ligi şarkısı eşliğinde orta yuvarlakta sallamaya başlamıştı ki telefonu çaldı. Tam da bu sırada kapalı tribünde bir pankart açılıyordu üstlerinden. Ne yazdığını göremedi, bir taraftan pankartı tutarken, diğer eli telefona gitti. Arayan sevgilisiydi. Bugün bile aramadığını, herşeyin bittiğini söylüyordu. Cevap veremedi, kabullendi. Pankartı sıkı sıkı kavramış, tezahurat eşliğinde arkadaşıyla birlikte sallıyorlardı. Arkadaşı ona döndü:
- Ne yazıyor ki pankartta?
- Bilmiyorum, dedi, bu kadar manidar olduğundan habersiz.

15 Şubat 2011 Salı

Demirören'in Demokrasi Anlayışı

Geçen hafta basının önüne çıkan Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören, Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener'i eleştirmiş, kendisinin 'Futbolda demokrasi yoktur, kurallar vardır' açıklamasına tepki göstermişti. Böyle açıklamalar yapan birinin faşist bir liderden farksız olduğunu söylemiş, durumun büyük bir anti-demokratilik olduğuna dem vurmuştu.

Aynı Demirören, 15 Şubat 2011 tarihinde, bir gün önce Ankaragücü-Beşiktaş maçının devre arasında takım arkadaşına yumruk atmasından dolayı sözleşmesi feshedilen İbrahim Üzülmez'in basın toplantısına katıldı.



Üzülmez'e adeta emrivaki yapan başkan, Üzülmez'in basın toplantısında Üzülmez'den daha fazla konuşarak tarihe geçmiştir. Üzülmez, yanında oturanın Beşiktaş başkanı olmasından dolayı, saygısından, yazılı metnin belirli kısımlarını atladı toplantı sırasında. Bunu öngören Demirören, Üzülmez'in ağzından çıkacak,, Toraman'ı suçlayıcı ifadeleri engellemek adına bu basın toplantısına katılmıştı belli ki.

Şimdi insanın aklına şu geliyor. Birkaç gün önce demokrasiden dem vuran Demirören, birkaç gün sonra, -eski- oyuncusunun en demokratik hakkı olan basın açıklamasına nasıl olur da müdahale eder ? Demokrasilerde en birinci hak olan , ifade özgürlüğünü sansürleyerek, kendi kendini inkar etmedi mi demokrasi timsali Sayın Demirören ?

Tek aradığımız, birazcık samimiyet..

8 Şubat 2011 Salı

Hagi'nin Psikolojisi

Bir Galatasaray efsanesi olarak, 2. kez takımın başına getirilen Gheorghe Hagi'nin, takımın başına geçme şekli, her iki dönemde de aynı şekilde oldu. İlk dönemde büyük umutlarla takımın başına 2. kez gelen Fatih Terim'in yerine geçen Hagi, bu başarısızlığa karşı tepkiyi biraz azaltmak için takımın başına getirilmişti. Ne de olsa hiçbir Galatasaray taraftarı, Hagi'ye 'hayır' diyemezdi.

2. Hagi dönemi de bu şekilde başladı. Büyük umutlarla takımın başına gelen Frank Rijkaard ardından göreve getirilip, taraftarın gazı alındı. Bu sayede takıma, taraftarlar tarafından 'Hagi Kredisi' sağlanmış oldu.

Şu ana kadar, durumlara ve psikolojiye hep Galatasaray ve Galatasaraylı tarafından baktık. Şimdi duruma biraz da Hagi ekseninden bakalım.



Hagi'nin teknik direktörlük kariyerini burada açıklamaya gerek yoktur sanırım. Hocalık kariyerini futbolculuk kariyeri ile karşılaştırdığınızda, ortaya büyük bir dengesizlik çıkıyor. Hagi'nin, 2. Galatasaray döneminden önce, akademisinin başındayken, çalışabileceği en büyük mecralar şunlardı :

1. Galatasaray
2. Romanya Milli Takımı
3. Steau Bükreş

Bu üç ekibin de başına gelme ihtimalinin yüksek olmasının sebebi, hocalık yetenekleri değildi, o takımlarda efsane futbolcu olması idi. Yani Avrupa'da hiçbir kulüp, Hagi'yi büyük bir hoca olduğu için takımın başına getirmez. Bunun için hocalık CV'sine bakması yeterlidir.

İşte bizim bildiklerimizi Hagi de biliyor. Taraftarın gazını almak için kullanıldığını hepimizden iyi biliyor, bu takımın başında olmasının yegane sebebinin 96-2001 yıllarında yaşananlar olduğunu biliyor. Ancak, hoca olarak kendini ispat etmek istiyor.

Daha önceki bir yazımda bunu belirtmiştim, bu seneki Fenerbahçe - Galatasaray maçı'nda eli güçlü olan Hagi'ydi, çünkü ondan o maç için hiçbir beklenti yoktu. Bu durumun devamı, ilk yarının diğer maçlarında da sürdü. Ancak devre arasında yapılan transferlerden sonra, takım Hagi'nin ekibi oldu, ve sorumluluk daha da arttı.



Hagi'nin son dönemdeki garip çıkışları da buna bağlı tabi ki. En ufak bir başarısızlıkta, -ki bu da Türkiye Kupası'nın alınamaması olarak görülüyor - Hagi gönderileceğini biliyor. Ve kendini ispat edebileceği 3 ekipten bir tanesi otomatikman elenmiş oluyor. Kendi kariyerinde çok büyük bir dönüm noktası belki de bu. Önümüzdeki sezonun sonunu -ne şekilde olursa olsun- görebilmek, onun için rüya gibi geliyor an itibariyle. Bu güvensiz ortamda, Hagi'nin de ruh halinin iyi olmasını beklemek ahmaklık oluyor tabi ki.

Aslına bakarsanız 2. yarıda Hagi'nin oynatmaya çalıştığı futbolda çok büyük bir arıza yok. Elindeki imkanlarla, ısıran,sahaya her şeyini veren bir ekip yaratmaya çalışıyor, ancak bunu yaparken sahada bir 10 numara olmasını istemiyor. Misimoviç'in kadro dışı kalması da tam olarak buna takılıyor. Benim bu konudaki teorim şöyle; eğer ki futbolcu Hagi'yi klonlayıp teknik direktör Hagi'nin takımına koysaydık, 2 hafta sonra kadro dışı kalırdı..



Galatasaray'ın savaşan futbolu göze hoş geliyor, ancak ortada bir kalite eksikliği, özellikle son vuruşlarda hissediliyor. Bunu da net bir şekilde gören Hagi, bunu ortadan kaldırmak için daha çok hücumcuyla sahaya çıkıp, bu hücumcuların arkasını kollayacak adamları, en sert ve mücadeleci olanlarından seçiyor. Mesela Sabri'nin bu üçlü arasına girmesinin en önemli sebebi de bu olmalı, Serkan Kurtuluş'un büyük yetenekleri değil.

Kısacası, Hagi bizim bildiklerimizin tamamının farkında. İşte bu yüzden basın toplantılarında deliriyor, sinirleniyor. Yoksa, sahadaki oyuncuların yeteneklerini gördükten sonra, yaşlandığına sevineceğini hiç zannetmem...

Aykut Kocaman'ın Taktik Esnekliği

2010-2011 sezonuna, Fenerbahçe yeni bir sayfa açarak girmişti. Uzun yıllardır yabancı hocalara emanet edilen futbol takımı, bu sefer camianın içinden gelen, kendi çocuğuna emanet edilmişti. Bir sezon önce, takımın olası başarı yada başarısızlığından sorumlu olanlardan biri olan Aykut Kocaman ile sezona başlandı. Bugün, bu karardan ziyade, Aykut Hoca'nın görev süresi içinde aldığı kararlar üzerine, başarı-başarısızlık kriterine göre yaptığı değişikliklere göz atacağız.



Sezon başında takımın başına geçen Kocaman'ın hayalindeki Fenerbahçe, Barcelona tarzı oynayan bir takımdı. 4-3-3 sisteminde, bol pas ile alanları daraltarak oynayan bir takım yaratmak isteyen Aykut Hoca, bu hedefe yönelik transferler yaptı. Stoperlerinin iyi pas yapmasını istedi hoca, bu sebepten de İngiltere'den Yobo'yu transfer etti. Beklerin ileri çıkmasını ve hücuma katkı yapmasını hedefleyen hoca, bu sebepten bir sezon önce Andre Santos'u, bu sezon da Caner Erkin'i transfer etti. Orta sahada ileri-geri oynayan bir üçlü yaratmak isteyen Aykut Hoca'nın planları bu noktada bozuldu. Aykut Hoca, Alex'i, o üçlünün ortasında oynatmak istedi. Ancak Alex'in en iyi oynadığı yerin forvet arkası olduğunu, üçlünün ortasında oynadığında takıma ne hücum ne de savunma anlamında gerekli katkıyı yapmadığı görüldü.

Sisteminde ilk haftalarda ısrar eden Aykut Kocaman, 4-3-3 sisteminde verim alamadığı Alex'i bazı maçlarda kenarda tuttu, bazı maçlarda ise ilk yarı sonunda oyundan çıkardı. Gelen kötü sonuçlar sebebiyle eski sistem olan 4-4-1-1'i deneyen Aykut Hoca, Alex'in harika performansına kayıtsız kalamadı. 4-3-3 için Dia ve Stoch gibi transferler yapan, onları kanatlarda kullanmayı planlayan Kocaman, bu iki oyuncunun kötü performansı ve Alex'in üstün performansı ile sistem değişikliğine gitti ve bir süre 4-4-1-1 ile mücadele etti sahada.



Bir süre sonra golcü Niang'ın sakatlığı ortaya çıktı. Niang'ın yokluğunda, yerini Semih'le doldurdu Kocaman, ve Semih üstün bir performans gösterdi bu süreçte. Birkaç hafta içerisinde sakatlıktan dönen Niang'ı takımdan kesmek neredeyse imkansızdı tabi ki. Kocaman, buna da bir çözüm buldu.

Semih-Niang tercihinde, ne yardan ne de serden geçebilen Kocaman, sistemini tekrar değiştirdi. Özellikle 2000 Galatasaray'ının mükemmel bir şekilde oynadığı 4-3-1-2 sistemini benimseyen Kocaman, ileride Niang-Semih ikilisine şans verip, arkalarında da Alex'e gerekli serbestliği sağladı. Orta üçlüdeki M.Topuz-Emre-Cristian da oyunun iki yönünü oynayabildikleri sürece, Fenerbahçe'nin grafiği yukarı doğru ivmelenecek gibi gözüküyor. 4-3-1-2 sistemini devre arasında planlayan Kocaman, bu sebepten Cristian'ın yerine, oyunun iki yönünü oynayabilen bir orta saha oyuncusu almak istemişti ara transferde, ancak transfer gerçekleşmeyince, Cristian ile idare etmeye karar verdi..



Aykut Kocaman, eğer bu sezon ekibiyle mutlu sona ulaşırsa, bunun en büyük sebebi, kendisinin sistemler üzerinden herhangi bir inat etmemesidir. Oyuncuların performanslarına göre sisteminde gerekli esnekliği sağlamış gözüküyor. Bakalım bu durum, Fenerbahçe'yi başarıya ulaştıracak mı ..

28 Ocak 2011 Cuma

Önce Gönüllülerin Gönlünü Alın !

28 Ocak 2011 tarihinde, ulusal gazetelerin spor sayfalarında, 2011 Dünya Üniversiteler Kış Oyunları açılış seromonisinin ne denli görkemli olduğunu okuduk. Gerçekten de dans gösterileriyle, ışık şovlarıyla, semazenleriyle tüm açılış görülmeye değerdi. Ancak gözden kaçan bir ayrıntı, bence tüm açılışa gölde düşürmüştür.



Turnuvada gönüllü olarak görev alan gençler, açılış törenini yerinde seyredemedi ne yazık ki. Bu haber de, gönüllülere, açılıştan yarım saat önce, cep telefonu mesajı ile bildirildi. Bu uygulamaya gerekçe olarak da 'Stadın tamamiyle dolması' gösterildi.

Mevzuyu irdelemeden önce, gönüllülerle ilgili bir anektod vermek istiyorum.




***

Tarih 5 Eylül 2010, yer Sinan Erdem Arena. Dünya Basketbol Şampiyonası son 16 maçları oynanıyor. Türkiye'nin rakibi Fransa. Tribündeki yerimizi, bizden önce oynanacak Avustralya-Litvanya maçını izlemek için erkenden aldık. Bu maç bittikten sonra, tribünler yavaş yavaş dolmaya başladı, Fransızlar da tribündeki yerlerini almaya başladılar. Bir süre sonra, maçtan hemen önce, yaklaşık 5-6 sıra önümüzde bir tartışma başladığını farkettik. Yaklaşık 4-5 Türk taraftar, elindeki biletleri göstererek bir Fransız taraftar ile tartışıyordu. Anlaşıldığı üzere, o koltuklar için alınan biletler Türk taraftarlara aitti ancak Fransızlar, yerleri orası olmamasına rağmen maçı oradan takip etmek istiyorlardı. Fransız taraftarın sesini iyiden iyiye yükseltmesi ve bir Türk taraftarı ittirmesi sonucunda, Türk taraftarlar da en yakında görev yapmakta olan gönüllüye durumu izah ettiler. Etraftakiler - ben de dahil - sinirden çılgına dönmüştü, düşünün ki kendi evimizde bir Fransız, büyük bir saygısızlık yapıyordu ve mevzuda sonuna kadar haksızdı. Gönüllü olay yerine geldi ve büyük bir soğukkanlılıkla duruma el koydu. Gayet akıcı Fransızcası ile durumu çok sakin bir şekilde kuduruk Fransız taraftarına anlattı. Adamın sesinin desibeli düştü, gönüllü güvenlik görevlilerini çağırdı ve gerekli yer değişikliği yapıldı..

***

Burada anlatılmak istenen, bu gönüllü kardeşlerimizi sanırım fazla hafife alıyoruz. Hemen hemen hepsi üniversite öğrencisi olan gönüllüler, birkaç yıl içerisinde eminim ki kendisini Erzurum'da stadyuma almayan kişiden daha kariyerli bir birey olacak. Bahsettiğim olayda duruma el koyan görevli kardeşimizin duruşu, Fransızcası ve olaya hakimiyeti de bunu gösteriyor zaten..




2010 Dünya Basketbol Şampiyonası'nın en çok övülen tarafı, gönüllülerin mükemmel çalışmasıydı. Erzurum'da birileri bunu gözden kaçırmış sanırım. Düşünün ki, açılış seramonisinde kendilerine bir yer bile ayrılmamış ki, eğer boş yer kalırsa içeri alırız gibi bir mantık oluşmuş. Boş yer de kalmayınca, stadyumda ilk olarak yerini alması gerekenler, ne yazık ki dışarıda kalmışlar. Kaldı ki, bu arkadaşlar adları üzerinde GÖNÜLLÜlerdir, yani yaptıkları işe karşılık bekledikleri tek şey, o organizasyona dahil olmaktır. Siz de bu gönüllüleri turnuvanın en önemli gecelerinden birine dahil etmezseniz, onlar da sizi sonuna kadar protesto eder, haklarıdır da..

Gönüllüler, her büyük organizasyonun ruhudur. Erzurum'da birileri onları çok hafife almış. Bir an önce gönüllülerin gönüllerini alın ki, neredeyse yıllardır hazırlandığınız organizasyon sorunsuz bir şekilde devam etsin. Yoksa hiçbiriniz, bahsettiğim olaydaki gibi Fransızca açıklamalar yapacak kapasitede değilsiniz ...

22 Ocak 2011 Cumartesi

Ya Hep Beraber, Ya Hiçbirimiz

Oradaydım. Fişlenen taraftarlarla, tribünler üzerinden rant sağlamaya kalkanlara karşı tribünlerin ıslığını, sesini duyurması için, Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, Bursalısı, Trabzonlusu oradaydı. Demirsporlu, Adanasporluyla kol kola attı sloganlarını. Fenerbahçe forması, Galatasaray atkısıyla aynı vücutta çok da şık durmuştu orada. Mersinlisi, Dersimlisi, Giresunlusu, atkısını forması kapan gelmiş, kaldırıyordu kırmızı kartını. Tribünler birlik oldu, kol kola, omuz omuza, "çekin ellerinizi üzerimizden, bizden size rant yok" mesajını verdi. Çünkü herkes farkındaydı, "Ya hep beraber, ya hiçbirimiz."


21 Ocak 2011 Cuma

TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar'a Açık Mektup

TOPLU KONUT İDARESİ BAŞKANI SN.ERDOĞAN BAYRAKTAR’A
AÇIK MEKTUP

İsmimden önce belirtmek isterim, ben Galatasaraylı’yım. Adımı aşağıda belirtiyorum fakat önem arz etmiyor, aklınızda bana dair yer etmesi gereken öncelikli husus Galatasaray Taraftarı olmalı. Toki, Toplu Konut İdaresi. Ve siz Sayın Erdoğan Bayraktar, bu kurumun başkanı. Şimdi size aksettirmem gereken birkaç husus var;

Bunlardan birincisi Toplu Konut İdaresi’ne, Aslantepe’deki Ali Sami Yen Spor Kompleksi’ne katkılarından dolayı teşekkür ederim. Ancak size, şahsınıza teşekkür etmiyorum. Belirttim, ben Galatasaraylı’yım. Siz, benim bugüne kadar sahip olduğum en anlamlı sıfatı, Ali Sami Yen Spor Kompleksi’ndeki 40.000, televizyon başındaki milyonlarca Galatasaraylı’nın önünde, en büyük gurur kaynağımı “Sevgili Galatasaraylılar. Galatasaray yönetimi Ali Sami Yen'le ilgili kiracılık yükümlülüklerini bile yerine getiremezken bize geldi. Hem Ali Sami Yen'de hem de burada yükümlülüklerini yerine getiremedi. Özhan Canaydın'ın karşımıza gelip nahif ve sessizce duruşu dün gibi aklımda.” şeklinde başlayan ve devam eden sözlerle küçük düşürmeye kalktınız. Sahip olduğunuz hangi hak, sıfat veya güç size bu yetkiyi vermiştir? Belirtmem gerekir ki, yukarıda bahsettiğiniz hiçbir durum, sizin de çok iyi bildiğiniz gibi gerçeği yansıtmamaktadır. Peki mevcut olan ve herkesçe bilinen, sizin şahsınıza ait bazı durumlara yönelik olarak Galatasaray Taraftarı “Toki Başkanlığı sıfatını taşıyan zatı aliniz, kiracılık ile üst hakkı kavramlarını bile bilmezken Toki Başkanlığı yükümlülüklerini yerine getirememiştir. Eskişehir'de Çankaya Mahallesi'nde Başbakanlık Toplu Konut İdaresi tarafından yaptırılan okula rahmetli babanızın adının verildiği dün gibi aklımızda.” şeklinde bir bildiri yayınlasa nasıl bir tepki verirdiniz? Eminim ıslıklamaktan öteye giderdiniz. Ama merak etmeyiniz, Galatasaray Taraftarı kendine yakıştırmadığı bir tutum içerisine girmeyecektir.

İkinci olarak, hiçbir gerekçe size Galatasaray’a hakaret etme hakkını vermez, zaten mevcut hukuk düzeninde de hakaret etme hakkı ne teorik olarak ne de pratik olarak mevcut değildir. İkincisi sahip olduğunuz sıfat; Toki Başkanlığı, ki muhtemelen bugüne kadar sahip olduğunuz en önemli sıfat, isminin arkasında 522 yıllık bir kültür saklayan sıfatla hangi düzlemde kıyaslanabilir ki! Üçüncü ve son husus da hiçbir güç, erk size Türkiye Cumhuriyeti’nden eski bu Kulübü ve Camiasını küçük düşürme yetkisi veremez.

Hatırlatmak isterim ki 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi bir memursunuz, ve yine hatırlatmak isterim ki, her ay aldığınız maaş bu ülke vatandaşları tarafından ödenmekte. Ve yine belirtmek isterim ki, bu ülke vatandaşlarının en büyük çoğunluğunu Galatasaraylı vatandaşlar oluşturmakta. Basit bir tümden gelimle, aldığınız maaşın çok büyük bir kısmı bu hakaret ettiğiniz Galatasaraylı vatandaşların vergisiyle ödendiği de açıkça görülebilmekte. Ve siz kalkıp Türkiye’nin en büyük Camialarından olan bu Kulübe hiçbir dayanağınız, gerekçeniz, haklı sebebiniz olmadan hakaret edip küçük düşürmeye çalışıyorsunuz ve hala özür bekliyorsunuz. Şunu bilmenizi isterim ki; Galatasaray Camiası, 25 milyon civarı taraftarıyla, Spor Kulübü’yle, Lisesi ve Üniversitesi ile bu toprakların en köklü, en eski çınarlarından biridir ve sahipsiz değildir. Bu nedenle hiçbir şahsın veya kurumun Galatasaray Camiası’nı küçük düşürmeye gücü yetmez. Yukarıdaki açıklamaların size de yakışmadığını bilerek ve bir anlık gafletle hata yaptığınızı düşünerek, sizi sağduyulu bir şekilde, sarf ettiğiniz sözlerden dolayı, başta tüm Galatasaray Camiası’ndan olmak üzere, Merhum Özhan Canaydın’ın ailesinden özür dilemeye davet ediyorum.

Bağımsız Galatasaray Taraftarı
BANDIERA'S

Spor Emek-Sen'den Çağrı

Son günlerde Aslantepe'de yaşananlar malum. Futbolun bu çirkin yüzü, beni üzerinde düşünürken bile yormaya yetiyor. Ama artık taraftarlar sessiz kalmıyor. Onları güdebilecekleri koyun sürüsü gibi görenlere karşı birleşiyor, seslerini çıkarıyor.

"Hafta boyunca ise FenerbahCHE, Başiktaş Halkın Takımı, Gençlerbirliği Kara Kızıl gibi taraftar gruplarından Galatasaray taraftarlarına destek açıklamaları geldi. Tüm açıklamalarda AKP'nin sporu kendine rant alanı olarak görmesi eleştirilirken, taraftarların da bu ülkede yaşadığı ve milyonlarca insan gibi hükümetin politikalarına dönük tepkili olduğu vurgulandı.

Spor Emek-Sen'den tüm sporseverlere çağrı
Dün Spor Emek-Sen yaptığı yazılı açıklamada "22 Ocak Cumartesi günü saat 14:00’te İstiklal Caddesi’nde toplanarak, Galatasaray taraftarlarına desteğimizi sunacağız. Başbakan’a hak ettiği ilgiyi ıslıklarımızla göstereceğiz. Zorba yöneticilerin bize tanımadıkları protesto hakkımızı sonuna kadar kullanacağız" ifadeleri ile tüm sporseverlere çağrı yaptı.

Spor Emek-Sen ayrıca farklı takımların taraftar gruplarını da beraber hareket etmeye çağırdı. Bu doğrultuda tüm taraftar gruplarına bugün saat 19:00'da Kadıköy'deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde toplantı çağrısı yapıldı.

Birçok taraftar grubunun Spor Emek-Sen'in çağrısına destek verdiği ve bundan sonra neler yapılabileceğinin konuşulacağı Spor Emek-Sen tarafından açıklandı."

http://haber.sol.org.tr/spor/spor-emek-senin-cagrisina-destek-buyuyor-haberi-38284

17 Ocak 2011 Pazartesi

Kimin Eli Daha Güçlü ?

15 Ocak 2011 tarihi, Galatasaray camiası için asla unutulmayacak bir gece olarak tarihe geçti. Taraftar, yıllardır hayalini kurduğu yeni stadının çoşkusunu yaşadı, ya da yaşamaya çalıştı diyelim. Geceye sportif olaylardan çok, siyaset damgasını vurdu.

2 gündür basında ve internette her türlü olayı ve yorumu okuduğunuza eminim. Ben sadece, kısaca herkesin gözden kaçırdığı bir durumu aktarmaya çalışacağım.

Yapılan protestoların ardından, neredeyse her platformda, tüm devlet erkanından ve TOKİ başkanından binlerce özür dileyen bir Galatasaray başkanı ile karşı karşıyayız. Galatasaray tarihinde görülmemiş bir durum bu. Hiç kimse Adnan Polat'tan taraftarın yüzde yüz arkasında durmasını beklemiyordu, ancak bu derece kendi taraftarını karşısına alacağını da beklemiyordu. Şimdi, bu olayda asıl üzerinde durulması gereken mevzu;




Özürlerden özür dileyen Galatasaray başkanına karşılık, 2 gün üst üste bu mevzu ile ilgili sert açıklamalar yapan bir Başbakan bir de TOKİ Başkanı var. Şimdi size soruyorum, hangi durumda ortaya daha büyük bir kriz ortaya çıkardı ?

1. Başbakan'ın bu protestodan sonra stadı Galatasaray'a devretmemesi durumunda mı ?

2. Adnan Polat'ın Başbakan'dan özür diledikten sonra olası ; 'TOKİ Başkanı'nın kendi evimizde bize saygısızlık yapmasını hazmedemiyorum.' açıklaması mı ?

Eğer ki Adnan Polat, hükümetin stadı Galatasaray'a devretmemesinden korkuyorsa, ve bu sebeplerden dolayı böyle acz içerisinde ise, gerçekten onun iş bilirliğinden şüphe ederim. Bu safhadan sonra böyle bir şeyi yapmayacak kadar zeki olan bir Başbakan'a sahibiz çok şükür (!)


Bu krizin tek kaybedeni oldu, o da Adnan Polat. Hiç değilse seçime kadar takımın başında kalabilirdi, ancak görünen o ki, yakın zamanda bir ayrılık gözüküyor Galatasaray'da ..