31 Temmuz 2010 Cumartesi

Taraftar Olmak

'Az sonra okuyacağınız satırların bir rengi, amblemi yada tarafı yoktur. Bu coğrafyanın neresinde olursanız olun, hangi renklere gönül verirseniz verin, az sonra okuyacağınız satırlardan kendinize düşen bir pay bulacaksınız...'

Bahsettiğimiz oyunu canlı takip edenler kesinlikle üçe ayrılmaktadır. Maçı sadece takip eden seyirciler, Sadece deşarj olma hedefinde olan holiganlar ve takımına yüzde yüz destek verirken, bir yandan da maçın kritiğini yapabilecek kadar maçı takip eden TARAFTARLAR. İşte bu yazı, bu seçenekler arasından üçüncü kategoriye girenlere bir saygı gösterisi olarak algılanabilir.

Bu ülkede taraftar olmanın en güzel tarifini gene bir taraftar yapabilir. Bu yüzden, taraftar olmanın nasıl bir şey olduğunu, bir taraftarın bir maç gününde başına gelenlerden yola çıkarak anlatmaya çalışacağım ...



Taraftarın Maç Günlüğü

Maçtan bir gün önce,saat 18:30

İşten iki farklı duyguyu hissederek çıktım. Birincisi, yarın bizim çocukları sahada canlı izleyeceğim için bende bir mutluluk duygusu hakimdi. İkincisi ise hanıma bir pazar gününde daha ortak bir şeyler yapamayacağımızı söyleyeceğimden dolayı içinde bulunduğum korku hissi idi. Neyse ki, birincisi daha ağır basıyordu.

Maçtan bir gün önce, saat 20:30

Hanımı evden alıp güzel bir mekanda yemeğe çıkardım. Kendimi, Rus hükümetine rüşvet veren Slav uyuşturucu kralı gibi hissetmeye başladım. Allah sonumuzu hayretsin..

Maçtan bir gün önce, saat 21:45

Hanıma durumu açıkladım, anında yüzünde pis bir gülümseme oluştu. ' Bekliyordum zaten, maçlardan bir gün önce hep buraya getirirsin..' deyip gülmeye devam etti. Yalnız, bu cümleden sonraki sorusu, beni gerçekten derinden etkiledi:
Hayatım tamam, zevklerine saygı duyuyorum ama, bana şunu bir açıkla: KOCA HAFTA EŞŞEKLER GİBİ ÇALIŞTIKTAN SONRA, TEK BOŞ GÜNÜNDE SENİ 25 BİN TANE ÇAM YARMASIYLA ZIPLAMAYA İTEN MOTİVASYON NOKTASI NEDİR ? Sessiz kaldım. Sadece hepsinin çam yarması olmadığını düşündüm o an. Bu düşüncemden hemen sonra da hasta olduğuma karar verdim.



Maç günü, saat 9:30

Neredeyse normal mesaiye gittiğim saatte kalktım bir pazar günü yine. Hazırlanıp, bizim çocuklarla maçtan önce kahvaltı faslına gideceğiz. Konuşacak o kadar çok şey var ki. Lig karışmış durumda, Ocak transfer sezonu yaklaşmış, orta sahaya takviye gerek. Bu isim kim olabilir? Bunlar hep, alkol alımı başlamadan konuşulması gereken hususlar. Sanki sonuca vardığımızda bunu kulübe deklere etsek, bizim işaret ettiğimiz adam alınacakmış gibi..

Maç günü, saat 11:00

Bizim ekiple buluştuk, kahvaltı ediyoruz. Kimse önündeki kahvaltıyla ilgilenmiyor. Varsa yoksa maç kritiği, transfer dönemi yada yeni tribün besteleri..

Maç günü, saat 13:00

Maç önemli, bu maçın anısına bir forma yakışır tabi ki. Kredi kartlarının maşallahı var, forma fiyatları altın paritesinde, ama kimin umrunda...

Maç günü, saat 14:30

Daha büyük bir güruhla buluşulup, bünyelere benzin alımı başladı. Kahvaltıdan sonra ara verdiğimiz sohbet aynen devam etmekte. Kimisi eskilerden bir maçı yad etmeke, kimisi de ezeli rakibe sallamakta. Eğlence devam etmekte yani..

Maç günü, saat 15:45

Alkol tüketimi yoğun , büfenin önündeki sıra da Çin Seddi uzunluğuna yakın. Bize, daha rahat alışveriş yapabileceğimiz bir büfe lazım. Buraya ulaşmak için de bir araç tabi ki. O içilen gruptan daha önce hiç görmediğim, sadece üstündeki formaya aşina olduğum birinden bir öneri gelir: ' Kardeşim, sen al arabayı çok acilse, gelirken bana da bir bira alırsan çok makbule geçer. ' Düşünün ki, tek ortak noktası tuttukları futbol takımı olan iki insanın arasında böyle bir diyalog geçebiliyor. Bir insan, sadece aynı renklere gönül verdiklerini bildiği için bir diğerine arabasını teslim etme güvenini duyabiliyor. Bunun adı gerçekten başka bir şey...

Maç günü, saat 17:00

Saat 7'deki maç için sıraya girme vakti geldi. Yollar tıkalı, kalabalık. Nefes almakta zorlanıyoruz. Bir yanda karaborsacılar kulak tırmalarcasına bağırmakta, bir yanda da çekirdek satan çocuklar insanı her tarafından çekiyor. Gişede bedavacılar yalvaran bir ses tonuyla acitasyon peşinde. Biletimin üstünde eğlence yazıyor ama, bu olanlar ne ola ki ?

Maç günü, saat 18:00

Sonunda merdivenlerden tribünlere doğru ilerliyorum. Maç günlerinin en çok sevdiğim anı, yeşil çimi ilk kez gördüğüm andır. İçime bir rahatlık hakim olur, başka bir dünyaya girerim sanki.
Açık tribünde olduğumuzdan kimse biletinin olduğu yere oturmaz tabi ki. Biz de en güzel yeri bulmaya çalışırız. Totemler yapılır, sezon içinde kaybedilen bir maçın izlendiği bölgeden uzak durulur, saçma taraftar topluluklarının göbeğine oturmaktan kaçınılır, Neden bağırmıyorsunuz ulan ruhsuz köpekler ! diye bağırılmadan, takımı tam olarak desteklerken maçımızı da seyredebileceğimiz bir yer aranır. Bulunur da genelde.
Onca sıvı tüketiminden sonra boşaltım sistemimin emrettiği üzere bir tuvalet bulmak gerekmekte tabi ki. Sıralardan çıkıp ana koridora geçmek, mayınlı arazide 5 kilometre canlı kalabilme muaffakiyetine ulaşmakla eşdeğer gözüküyor. Tuvalete ulaşmakla da iş bitmiyor, olay, sıtma olmadan işlemi bitirip, tek parça halinde yerine dönebilmek. Şu tuvalet görevinin bir bilgisayar oyununu yapsalar, World of Warcraft'tan daha çok satmazsa şerefsizim. Tam orta dünya hikayesi işte..



Maç saati, 19:00

Santrayla yaptığımız üçlü, yeri göğü inletti, başladık zıplamaya. Hocanın gene yanlış tercihleri var ama artık kimin umrunda. Sahada 11 asker, sonuna kadar savaşmalılar, savaşacaklar. Biz de onların arkasındayız.

Devre arası

İlk yarı baskılıyız, ancak gol bulamadık henüz. Mideden St. Antuan kilise çanı melodileri yükselmekte. Yine aynı mayınlı arazi geçilip, köfteci ağabeyimize ulaşma zamanı gelmiş. Yarım ekmek arasına koyulan 3 adet köftenin dünyanın hiçbir yerinde bu kadar pahalı olabilme ihtimali yok. Daha ilginci, köfteci çılgın bir kampanyada. köftenin yanında bir de ayran verdiğini söylüyor. Ayranı almazsak ne kadar ödemek gerektiğini soruyoruz, o da 'Fiyat aynı gardaş, vallah değişmez' diyor. İşte global ekonomi ve satış anlayışı bu olmalı !

Maçın 2. yarısı

Gol gelmedikçe sinirler geriliyor. Rakip taraftarlar, boylarına poslarına bakmadan bizim tarafa geçmeye çalışıyorlar, benim sesim 70. dakika civarında hakemin ters bir kararı sebebiyle tamamen gidiyor. Bir de üstüne 83. dakikada yan toptan bir gol yiyiyoruz. Aman yarabbim, bu bir kabus olmalı..

Maç sonu

Bu futbolun adaleti yok arkadaş. O kadar baskı, yan top organizasyonu, ver-kaçlar, rakip kaleye bindirmeler falan derken, pis bir golle maçı kaybet. Olacak iş değil. Ses namına bende bir şey kalmamış, canlar sıkkın. Stadtan bu öfkeli kalabalık arasında çıkmak ayrı bir sosyal sorun zaten.

Eve Dönüş

Gelen bineceğim otobüsü görüyorum ufukta. Otobüs, 2. Dünya Savaşı'ndan bir karenin içinde sanki. Hitler, masum Polonyalıları bir otobüsün içine tıkıştırmış, sabun yapmaya götürüyor. İşte bu otobüse bineceğim eve dönmek için. Bu trafikte, bu sabun yapılma seyahati en az bir buçuk saat sürer. Yanımdaki arkadaşıma şunu fısıldıyorum: 'Tamam abi, benim son maçımdır bu artık..' Onun verdiği yanıt daha da vahim: Haftaya İBB deplasmanındayız, Olimpiyat'ta görüşürüz o zaman !
Kendinden o kadar emin ki, kaç kere o cümleyi kurdum acaba ben. Kaç defa , tamam artık bu son dedim, kaç defa yeter yahu, kocaman adam oldun artık dedim. Kaç defa, şu güzel pazarı hanımla piknik yaparak geçirseydim ya, dedim. Olmadı, hayatımda tek tutamadığım söz bu oldu sanırım..

Maç Günü, Uykudan hemen önce

Yorgunluktan ölüyorum, normal bir mesai gününde bunun yarısı kadar yorulmuyorum herhalde. Uyumaya hazırım, ancak kafamda şampiyonluk hesapları var. Haftaya deplasmandayız, rakip içerde, onlar puan kaybetmez, ama 4 hafta sonra onlar bize gelecek, o maçı alırsak akar gideriz vs vs.. Ancak uyumadan hemen önce, kafamda tek bir soru var. O soru , bana ait olmayan bir soru. Dünya güzeli hanımın, maçtan bir gece önce bana sorduğu, yeryüzünün en mantıklı sorusu:

KOCA HAFTA EŞŞEKLER GİBİ ÇALIŞTIKTAN SONRA, TEK BOŞ GÜNÜNDE SENİ 25 BİN TANE ÇAM YARMASIYLA ZIPLAMAYA İTEN MOTİVASYON NOKTASI NEDİR ?

Not: Bahsi geçen bir çok olay, gerçek hayattan alıntıdır.

30 Temmuz 2010 Cuma

Ateşle Dans



Aykut-Sabri,Neill,Servet,Hakan-Mustafa Sarp,Barış,Ayhan-Arda,Serdar Özkan,Mehmet Batdal. Galatasaray'ın dünkü maça çıkan ilk 11'i. Çok büyük ihtimalle bu sezon boyunca yapılacak yaklaşık 50 maçta bir daha asla beraber oynamayacaklar.

Geçen sene Galatasaray'ın en büyük sorunu Rijkaard'in, oturtmaya çalıştığı sisteme uygun oyunculara sahip olmamasıydı. Orta sahası Mustafa Sarp, Ayhan, Barış ve Mehmet Topal'dan oluşan bir takımdan günümüzün moda deyimiyle "total futbol" oynamasını beklemek hayalcilikten de çok öte bir beklentiydi. Ancak dünkü takıma bakınca, insan sezonun son maçının oynandığı 16 Mayıs 2010'dan beri, yani yaklaşık 2,5 aydır, yönetimin ve takımın ne yaptığını düşünmeden edemiyor. Sürekli kaçak futbol oynayan Mustafa Sarp'la (dün sezon başı olması nedeniyle takımın iyilerindendi ama Mmaçlar sıklaştıkça geçen seneki haline dönme ihtimali çok yüksek), Galatasaray'da 4. sezonuna giren ancak 3 yıldır gram gelişme göstermeyen, belki çok iyi niyetli, çok mücadeleci olabilir ama oynadığı mevkinin gerekliliği olan, hızlı ve akıcı pas trafiğini sağlamak konusunda en ufak bir yeteneği olmayan Barış'la ve artık eski formundan çok çok uzak, topu ayağına aldığı zaman en basitini düşünen ve savunmaya da eskisi kadar destek veremeyen Ayhan'la bu işin yürümeyeceği geçen sezon da defalarca görülmüşken, hala bu oyuncular üzerindeki ısrarın sebebini anlamak pek de mümkün görünmüyor.

Galatasaray dün belki de çok kötü bir futbol oynamadı, hatta Beşiktaş ve Fenerbahçe'ye baktığımızda onlara göre iyi durumda bile görülebilir, ancak kendi sahasında zayıf Sırp rakibine karşı 2-0 öne geçmişken, geçtiğimiz sene de defalarca olduğu gibi, skoru koruyamayıp maçı 2-2 beraberliğe getiriyorsan kimse oynanan oyuna bakmaz. Zaten dün sahada Arda Turan ve diğerleri adı altında bir Galatasaray takımı vardı. Ona biraz Lucas Neill, oyuna girdikten sonra da Pino ve Kewell yardım etmeye çalıştılar o kadar. "Rijkaard'in elinde oyuncu yok, o ne yapsın" muhabbbeti de geçen sene için kabul edilebilir ama özellikle bu maç için asla kabul edilemeyek bir durum. 3 gün önce gelmiş Lucas Neill 90 dakika oynayabiliyorken, Cana'nın kondisyonu 10 dakikalık değildir tahmin ediyorum. Ya da Galatasaray taraftarının, 2 metre önüne pas atamayan Barış'ın yaptığı hataları 18 yaşındaki Musa Çağıran yapsa tepki vermeyeceğini, 8 yenedir yedek kalecilikten bir türlü kurtulamamış ve her sene eline geçen fırsatları yaptığı saçma sapan hatalarla geri çeviren Aykut yerine kalede Ufuk'u görmek istediğini, Ayhan'ın oynadığı kadar Emre Çolak'ın da oynayabileceğini hatta sürekli yanındaki adama pas vermek yerine dikine oynamak isteyeceğini çok iyi biliyorum.

Bu yaptığım eleştirilerin hiç biri dünkü maç özelinde yapılmış eleştiriler değildir. Galatasaray bu dezavantajlı skora rağmen bu takımı yine eler, eğer ki dün son 15 dakika olduğu gibi konsantreden uzak, maçı kazanmış havasında oynamazsa ve kalesinde gerçekten güvenebileceği bir kaleci olursa. Ama uzun vadede, dünkü takımın görüntüsü taraftarları bir hayli endişelendirmiş durumda. Pozitif açıdan düşünürsek, bu takıma dün de görüldüğü üzere %100 ihtiyaç olan kaleci hariç, direk oyanacak olan Cana, Elano, yeni transfer, Kewell ya da Pino ve Baros gibi 5 tane oyuncu girecek. Bu elbette ki dünkü görüntüyü büyük ölçüde değiştirecek. Ancak eğer ki son 2 senede olduğu gibi uzun süreli sakatlıklar olup da rotasyona girecek oyunculara iş düşerse, geçtiğimiz senelerden çok da farklı bir Galatasaray izlemeyeceğimiz bir gerçek. Bunların yanında, artık bir hastalık haline gelen ve özellikle Ali Sami Yen'deki maçlarda geçen sene bir çok puanın kaybedilme sebebi olan öne geçtikten sonra geriye yaslanıp, saçma bir golle puan kaybetme hastalığının da bir an önce çözülmesi gerekiyor. Bunların haricinde Ali Sami Yen'e veda sezonunda ilk maçtı, tribünler doluydu, bir de yeni forma özellikle siyah şortlarla birlikte çok havalı duruyordu.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

O Maç (Galatasaray-Milan / 3.11.1999)



Bazı maçlar vardır ki, bir kulübün, bir ülkenin kaderini doğrudan etkiler. Yıllar sonra akıllara geldiğinde, yüzlerde tebessüm, gözlerden bir kaç damla yaş süzülerek hatırlanır. İşte bu maç tam da öyle hatırlanan, 95 yıllık bir kulübün ve 60 milyonluk bir ülkenin tarihindeki en büyük başarıya giden yolda açılan ilk kapı olarak hafızalardan asla silinmeyen bir maçtır.

Şampiyonlar Ligi'nin gediklisiydi Galatasaray. Ancak Şampiyonlar Ligi'ne katılmak tatmin etmiyordu artık birçoklarını, hedef daha yukarılardı. Fakat işler istenildiği gibi gitmiyordu o sene. Grubun 4. maçında Chelsea karşısında Ali Sami Yen'de alınan 5-0'lık mağlubiyet sonrası, 1 puanla son sıradaydı Galatasaray. Eleştiri okları Fatih Terim'e yönelmeye başlamıştı, o ise hala kendine güvenir ve inançlıydı. Milan maçından bir hafta önce oynanan Hertha Berlin maçında Galatasaray Avrupa'daki zaferlerine bir yenisini daha ekliyor ve grup lideri rakibini deplasmanda 4-1 yenerek son maç öncesi grup 3.lüğü şansını sürdürüyordu.

Yıllardır izlediğimiz Şampiyonlar Ligi maçları aksine, alışık olmadığımz bir spiker(Doğan Yıldız) ve o sezonun yorumcusu Tanju Çolak'la karşılaşıyorlardı maçı televizyon başından izleyenler. Çubuklu formasıyla sahadaydı Galatasaray. Aslında tutuk başlamıştı maça sarı kırmızılılar ve maçın 20. dakikasında sağ kanattan Ahmet'in yaklaşık 5 metre gerisinden koşusuna başlayıp topu alan Shevchenko'nun ortasında Weah durumu 1-0 yapıyordu. 7 dakika sonra ise, "arka direğin adamı" Capone çıkıyordu sahneye, yine arka direk ama kaleye biraz daha uzak bir mesafede sağ ayağıyla yaptığı düzgün vuruşla skoru eşitliyordu Brezilyalı. İlk yarı böyle biterken hafızalarda Hakan'ın son dakikalarda kaçırdığı gol kalıyordu. İkinci yarı ise ilk yarının kopyası şeklinde başlamıştı, yine defansın arkasına atılan uzun bir topta, bu sefer sonradan Beşiktaş forması giyecek Giunti Taffaral'le karşı karşıya kalıyor ve durumu 2-1'e getiriyordu. Bu gol sonrası Fatih Terim'in sinirle karışık gülümseyişi aslında her şeyi anlatmaya yetiyordu. Maçın 66. dakikasında Hagi'yi oyundan alıyordu Terim ve Hagi'yi belki de o ana kadar ilk kez oyundan alınırken bu kadar sinirli görüyorduk. Önce, ben mi der gibi bakışı ardından 2-1'lik skora rağmen ağır ağır kenara gelmesi, bu sahnenin biraz daha şiddetlisini bir sene Glaskow'da yaşayaktık.

Dakikalar geçiyor ve ümitler yavaş yavaş tükenmeye başlıyordu. Milan bu sonuçla Şampiyonlar Ligi'ne gidecekti, bizse Avrupa defterini kapatıyorduk. Ancak o sene tek ihtimali olanların hikayesi yazılacaktı ve bu maç da o hikayenin ilk bölümüydü. 86. dakikada Ergün sol kanattan ortaladı daha doğrusu topu adeta Hakan'ın kafasına koydu, Hakan'ın uçarak yaptığı kafa vuruşu skoru 2-2'ye getirdi. Ancak hala bir gole daha ihtiyacı vardı Galatasaray'ın.



Uzatmalar başlamış, inanılmaz bir baskı kurmuştu Galatasaray bir gol daha için. 90+1. dakikada Arif topu sağ kanattaki Ümit'e gönderdi, Ümit topu ceza sahasına ortaladı ve Hakan topa aynen 2. goldeki gibi vuracağı sırada N'Gotty tarafından çekildi. İşte o sırada Antonio Lopez Nieto, bu maçtan önce çok uzunca bir süredir penaltı vermeyen hakem olarak bilinen İspanyol hakem beyaz noktayı gösterdi. (Bu hikayeyi başlatan adam olan Lopez Nieto, 17 Mayıs'ta bu kez hikayeyi bitiren adam olacaktı.) İşte o anda tüm stadı önce bir uğultu, ardından bir ölüm sessizliği kapladı. Hakan'ın penaltı sonrası kendini ceza sahasına bırakışı yine unutulmaz bir an olarak hafızalarda yer ediyordu. Fatih Terim'in isteğiyle Ümit Davala topun başına geçti. Kameralar o sırada tribünde Suat, eşi Selen ve Tugay'ın eşi Etkin'in ağlayan yüzlerini gösteriyordu, işte o 2 saniyelik görüntü, o sırada belki de Türkiye'deki bir çok insanın içinde bulunduğu durumu özetliyordu. Ümit topa doğru geldi, vurdu ve topu kalecinin sağından ağlara gönderdi. Gol sonrası kamera yine Suat ve çevresindekilerinin bu kez stresten değil sevinçten ağlayan yüzlerini gösteriyordu.

Bense yine evde, annem ve babamla izliyordum maçı. Annem her zamanki gibi oturduğu yerden kalkmamış, sürekli dua ediyordu. Penaltı olduğu anda, babamla odadan dışarı çıktık. Babam penaltıyı izleyemicekti , ama ben dayanamayıp tekrar içeri girdim. Topun içeri girmesiyle babama koştuğumu hatırlıyorum, sonra içeride ağlayan gözlerle birbirimize sarılmamızı.

Galatasaray tarihinin hatta Türk futbol tarihinin dönüm maçlarından biridir bu maç. Bir dünya devini geriden gelip yenmekten öte, bir ülkenin futboldaki en büyük başarısına giden yolda atılan ilk adımdır. Maç sonrası Fatih Terim'in "Bu maç tarihe geçer" açıklaması, o sene kazanılan başarının bir tesadüf olmadığını, bunun önceden öngörülen, ve planlanan bir başarı olduğunu açıkça gösteriyordu. Maçtan bir sonraki gün Star gazetesinin attığı "Yendik Mi lan" başlığı ise, efsanevi gazete başlıkları arasında kendine yer ediniyordu.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Bandiera's Blog Yazarlarının Dünya Kupası Analizleri

KAMİL GÜN


Teknolojinin hızla gelişmesi, yıldızları artık neredeyse her hafta, üstelik bir defadan da fazla izliyor oluşumuz, zor beğenen bir izleyici kitlesi yarattı maalesef. G.Afrika 2010 da bu söylemlerle başladı. Fakat gördük ki, Dünya Kupası’nın iyisi kötüsü olmaz, o bir futbol şölenidir, itinayla ağırlanması, saygıda kusur edilmemesi gereken. Turnuva tarihinin en erken elenen strateji hatası ev sahibi G.Afrika karşısında Meksikalı oyuncuların topa dokunmalarıyla başlayan futbol dilencilerinin bayramı, Iniesta’nın final maçının 116.dakikasındaki golüyle son buldu. Arkasında kitap yazılabilecek tonla güzel futbol anı bırakarak.

Futbola değer katan ustaların her birine ayrı yazılar yazmak lazım, fakat kısa kısa analım bu güzel insanları. Uruguay’ın çalıştırıcısı Tabarez’den başlayayım, Yaşlı kurt Fransa maçından sonra taktik değiştirme cesaretini göstererek Forlan’ı serbest bıraktı ve yıldız oyuncu turnuvanın en iyisi oldu. İlk maçta yoluna taş koydukları Domenech ise Fransa’nın anlamsız ısrarının bedeliydi adeta. Fransızlar 94’ten sonra 2. devrime hazırlanmalılar.
B Grubu’nun lideri Arjantin’e, ve ilah Maradona’ya sonsuz teşekkürler. Evet belki çağın şartlarına uymadı Arjantin, fakat futbolun güzelliğinin, estetiğin ön planda olduğu Maradonalı yıllara götürdüler bizi. Savunmadan önce golü düşünen ender takımlardan Arjantin ve Ji Sung Park’ın sırtladığı G.Kore turnuvada güzel izler bıraktılar Rehhagel’in katı, zevksiz Yunanistan’ına karşın. Arjantin’de Messi üzerideki baskının büyüklüğü, rahatlayan Tevez ve Higuain’in işine yaradı.

Her şey vardı İngilizlerin elinde, olmazsa olmaz ön libero dışında. Güzel futbol dilencileri Capello’ya ağlıyorlar. Usta bu kez ilk defa başaramıyor, katıldığı bir organizasyonu kazanamıyor. Onları eleyen Almanlar ise turnuvanın yükselen yıldızı. Dünya nesil değişiminde Almanları örnek almalı. Tabi önce biz Türkler. En büyük şansları, Ballack’ın sakatlanması ve yeni kral Özil’in doğuşu oldu. Löw’ün genç takımı şimdiden Brezilya 2014’ün favorileri arasına girmeyi başardı. Milan da örnek alsın. Grubun diğer çıkanı, Amerika, orta ikilisi Bradley ve Dempsey önderliğinde, sürekli geriden gelerek güzel tatlar bıraktılar izleyenlerde.


Ve Gana… Turnuvanın en genç kadrolarından biri, Afrika’nın makus kaderiyle yüzleşti. Uruguay karşısında bu kez Tanrı’nın sağ eli iş başındaydı ve o unutulmaz an Gana futbol tarihini trajik sayfalarına işlendi. Çünkü usta penaltıcı Gyan, 120.dakikada topu dışarı attı. Essiensiz, yarım Appiahlı, yarım Muntarili Gana, 2014’ün bir diğer favorisi.



E Grubu’nda Hollanda bize “kura şansı”nın varlığını kanıtlarcasına liderliği aldı. Favoriler dahil final yolu en açık takım Portakallardı. Ahı gitmiş vahı kalmış Kamerun ve Danimarka, yükselen değer Hondalı Japonya’ya geçildi. Honda yüksek top tekniği ile göze battı.


Son şampiyon İtalya, Donadoni ile kaybettiği iki yılın faturasını gruptan çıkamayarak ödedi. Almanların başardığı jenerasyon değişikliğinde sınıfta kaldılar.

Ölüm grubu addedilen F Grubu’nun kazananı, Brezilya karşısında tüm dünyanın sempatisini toplayan Kuzey Kore’ydi. Fakat tabelada Dunga’nın Avrupalılaştırdığı Brezilya için 1., Avrupa’nın bir türlü Brezilyalılaşamayan C.Ronaldo için 2. Yazıyordu. Portekiz iplerinin C.Ronaldo’dan almadığı sürece adı bir ülke yerine bir isim olarak geçmeye mahkum. Kendisi ise C. Ön adıyla anılmaya… Çünkü gerçek Ronaldo, her zaman bizim Il Fenomeno’muz, Brezilyalı Ronaldo’dur.

Ve şampiyonun grubu. Tarih yeniden yazıldı, ilk kez turnuvada ilk maçını kaybeden bir takım şampiyon oldu. Hem de ne şampiyon olmak. Oynadığı her rakibini –Almanya dahil- yarı sahasına mahkum eden, Real soslu Barça dolgulu İspanya turnuvanın ve dünyanın yeni kralı. Onların başarısını beklenti/karşılık eşiğini göze almadan değerlendirmek lazım. Çünkü herkes bunu bekliyordu ve İspanyollar kazandı. Almanlar beklentileri üstüne çıktı diye turnuvayı hak ettiler denemez, ki zaten bu yarı finalde açıkça görüldü. Xavi, Iniesta ve Villa önderliğinde, yarım Torresli İspanya futbol şöleni sundu kara kıtada.

Suareziyle, Forlanıyla, Muelleriyle, Oziliyle, Ji Sung Parkıyla, Teveziyle, Bradleyiyle, Gyanıyla, Boatengiyle, Robbeniyle, Sneijderiyle, Hondasıyla, Fabianosuyla, Xavisiyle, Iniestasıyla, Ramosuyla, Villasıyla harika bir kupa yaşadık. Belki çocukluğumun romantizmini yakalama adına Fransa 98’den geride kaldı ama, Dünya Kupası, Dünya Kupası’dır, futbol şölenidir.

Turnuvanın;

Takımı: İspanya, Almanya, Uruguay, Gana

En iyi oyuncusu: Forlan, Mueller, Villa

Hayal Kırıklığı - Takım: İngiltere, Brezilya

Hayal Kırıklığı- Futbolcu: Rooney, Cannavaro, C.Ronaldo, Henry(sana müstehak)

En iyi 11’i: Neuer – Maicon, Mertsacker, Lugano, Fucile – Iniesta, Schweinsteiger,Sneijder - Mueller, Villa, Forlan

Akılda Kalanları : Lampard’ın verilmeyen golü, Suarez’in topu elle çıkarışı, Heinze’nin kafasına kameraman çarpması, elbette Diego Armando Maradona, van Bronchorst’un yarı finaldeki muhteşem golü, de Jong’un finalde Xavi’yi attığı tekme, Abdulkader Keita’nın sahtekarlığı, Ahtapot Paul ve Ömer Üründül.


Not: İş bu yazıda “vuvuzela” kelimesi kasten hiç geçirilmemiştir, hatıralardan tamamıyla silinmesi, tarihin karanlık sayfalarına karışması dileğiyle...








ÇAĞLAR GÖKGÜN

Turnuvanın ilk grup maçlarından sonra, ciddi anlamda karamsarlığa düştüğümü söylemeliyim. Uzak bir ülkede, kayda değer bir iklim değişikliğini göz önünde bulundurursak, bu kalitesiz ve sıkıcı futbolu tolare etme şansımız olabilirdi tabi ki. Fakat özellikle grup maçlarından sonra, turnuva, tam bir futbol şölenine dönüştü. Belki 94'deki Baggio , 98'deki Zidane , 2002'deki Ronaldo gibi, büyük yıldızların görkemli performanslarını seyretmedik, ancak takım olan ulusal ekiplerin nasıl başarılı olduğuna canlı şahit olmak gerçekten keyifliydi. Grup maçlarından sonra yazdığım 'Viva Güney Amerika' yazımda, Güney Amerika ülkelerinin turnuvanın o anına kadarki başarılı performansından bahsetmiştim. Sanırım bu kıtaya bir özür borçluyum. Çünkü yazıyı yazdıktan sonraki 4 gün içerisinde - biri hariç- tüm Güney Amerika takımları, kaotik Avrupalı ülkeler tarafından kupa dışına itildi. Türk kültüründeki 'Nazar' kavramını, yaşayarak öğrendi Güney Amerikalılar böylece.

Her büyük turnuva, futbol adamlarını için birer ilham kaynağı olmuştur. Total futbol, catenacio gibi futbol düzenleri, hep büyük turnuvalarda ortaya çıkmıştır. 2010 Güney Afrika'nın bize ilham verdiği nokta, Almanlar'ın yaptığı büyük jenerasyon devrimidir. Löw'ün henüz 2 yıl önce amatör ligde oynayan Müller'i yıldızlaştırması, Podolski, Klose gibi uluslararası arenada asla 'süper yıldız' muamelesi görmeyen oyuncuları yüceltmesi, Khedira, Özil gibi genç yeteneklere şans vermesi ve en önemlisi, takım ruhunu 90 dakikanın ötesinde yaşayan bir ekip yaratması, Almanya'nın kupaya damga vurmasını sağladı.

Turnuvada yaşanan hakem hataları da, futbolun reytinginin sadece buradan beslenmediğini yetkilere göstermiştir diye ummaktayız. Sadece izlenirliği arttırması için yaratılan Jabulani bile, turnuva boyunca birçok takımın kaderiyle oynadı ne yazık ki. İngiltere-Almanya maçında, İngilizlerin 20 cm. içeride olan topunu görmek için halen bir cihazdan yardım alınmaması, tartışmalara neden oldu tabi ki. Kişisel görüşüm, FIFA'nın bu tarz reyting arttırıcı, ancak kitlelerin psikolojisi için zararlı uygulamalardan vazgeçip, güzel futbolu destekleyen, üzerinde ırkçılık karşıtı tshirt'ü olan Jimmy Jump gibi bir karakterin yaka paça indirilmediği, Iker-Sara çiftinin kutladığı gibi şampiyonluğun kutlandığı bir futbol dünyasını yaratması için çalışması gerektiğidir. Dünyaca ünlü Türk pop sanatçısı Erol Büyükburç'un da söylediği gibi; 'Alın , bakın bunlar da reyting ! '

Final maçı ise total futbolun resmi olarak anavatanını değiştirdiğini herkese gösterdi. Hollanda'da Rinus Michels tarafından keşfedilen ve Cruyff, Rijkaard gibi büyük oyuncularla vücut bulan Total futbol, artık resmi olarak İspanyol vatandaşı. Bol pasa dayanan ve herkesin hareketli olmasını gerektiren Total Futbol kavramını durdurmak isteyen Hollandalılar, final maçının özellikle ilk yarısında çok sert müdahalelerle İspanyolları durdurmayı denediler. Ancak futbol ilahları, uzatma dakikalarında da olsa futbol oynamak isteyenlerin yanında oldu ve Iniesta'ın golüyle dünyanın en büyüğünün İspanya olduğunu ilan etti.

94'den beri dünya kupalarını takip eden bir futbolsever olarak, bu dünya kupasından büyük zevk aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. En yakın zamandaki büyük bir turnuvada, aynı heyecanın içinde , kendi ekibimizi de görmemiz dileğiyle...


Turnuvanın takımı: Almanya
- Kendi dillerindeki 'Mannchaft' (Takım) mantığını tam anlamıyla sahaya yansıttıkları için.
Turnuvanın oyuncusu: Diego Forlan
- Adidas'ın 'Geleceği Yaz' reklamında olan tüm 10 numaralara, o pozisyonda nasıl oynanacağını öğrettiği için.



Turnuvanın teknik direktörü: Joachim Löw, Oscar Tabarez
-Löw, jenerasyon değişimini mükemmel bir şekilde gerçekleştirdiği için.
-Tabarez ise, Forlan'ı 30'undan sonra en etkin kullanacağı yeri keşfettiği için.

Altın 11:Casillas - S. Ramos, Puyol, Friedrich, Morel - Schweinsteiger, İniesta, Sneijder -Müller, Villa, Forlan

Gümüş 11:Neuer - Maicon, Pique, Lahm, Coentrao - Annan, Khedira, Xavi - Honda, Robben, L. Suarez


Turnuvanın hayal kırıklıkları: Messi-Maradona'nın Batman-Robin olamaması, Fransa Milli Takımı komedyası, C.Ronaldo, İngiltere, Afrika Takımlarının kendi kıtalarındaki erken vedası.


Turnuvaya damga vuranlar:Vuvuzela, Jabulani, Ahtapot Paul, Casillas çiftinin romantik anları.


Turnuvanın sürprizi:Uruguay ve nağmalup elenen Yeni Zelanda


Turnuvanın maçı:Uruguay - Gana

Turnuvanın olayı:Tanrı'nın Eli Version 2. (L.Suarez'in ölümcül el hamlesi)

Turnuvanın hakemi:Ravshan Irmatov

Turnuvanın golü:Honda (Japonya-Danimarka maçındaki golü)

Turnuvanın en büyük tartışması:Hakem hatalarının artması üzerine geliştirilmesi düşünülen stratejiler. (Gol çizgisi teknolojisi, daha fazla hakem vs.)

Turnuvanın en güzel anı: İspanya-İsviçre maçından sonra ağır eleştirilere uğrayan Iker-Sara çiftinin, şampiyonluğu romantik bir öpücükle kutlamaları.


Turnuvanın ayıbı:Kader Keita'nın Kaka'yı haksız yere attırması, Jimmy Jump'ın üzerinde JIMMY JUMP IS AGAINST RACISM tshirt'ü varken saha içerisine girdiğinde fena bir şekilde al aşağı edilmesi.
Turnuvanın en komik pankartı: 'URUGUAY USÜLÜ KIZARMIŞ AHTAPOT' (Almanya- Uruguay maçından)






ALİ ÇAKMAK

Ömer Üründül, vuvuzela, "çok sıkıcı kupa abi yaa" geyikleri altında bir dünya kupasını daha geride bıraktık. Kendi adıma konuşmak gerekirse,

Benim için gayet tatmin edici bir turnuva izledim. Özellikle grup maçlarından sonraki turlarda, futbol adına üst düzeyde bir çok maç ortaya kondu.

2. turdaki Paraguay-Japonya maçı hariç neredeyse her maçta savunmadan çok hücumu düşünen teknik direktörlein takımlarını ve buna uygun oynanan futbolu izledik. Ayrıca 2006'nın sıkıcı finalistleri İtalya ve Fransa'nın ardından finalde İspanya ve Hollanda'yı görmemiz, turnuvanın İspanya'yla birlikte en iyi topunu oynayan Almanya'nın yarı finalde şampiyona elenmesi amacı top oynamak olan takımların kazandığı bir turnuva oynandığını gözler önüne serdi.

Turnuvanın ilk maçını kaybedip şampiyon olan ilk takım olmanın yanında, 8 golle en az gol atan şampiyon olarak adını tarihe yazdırdı İspanya. Tabii ki tüm bun lar İspanya'nın makine düzeninde işleyen sistemiyle, sonuna kadar hak ederek kazandığı kupayı gölgelemiyor. Yarı final ve final maçlarına ilk 11'inde tam 7 Barcelona oyuncusuyla çıkan ispanya bize birazcık 2002'deki Galatasaray merkezli Türk Milli Takımını hatırlattı. ispanya'nın yanında attığı 16 gole rağmen 3.lükle yetinen Almanya da turnuvanın bir diğer kazananı sayılabilir. 32 takım içinde en genç 3. takım olan Almanya, yıllardır süregelen, aynı isimlerle sıkıcı futbol oynama geleneğini bu kez Löw önderliğinde genç oyuncularla, hızlı, hücum futbolu oynayan bir takıma dönüştürdü. Uruguay'a ise sanıyorum ayrı bir parantez açmak gerekecek. Biraz da bizim 2002'de yaşadığımız kura avantajının etkisiyle yarı finale çıksalar da, Forlan önderliğinde Uruguay 2010'a büyük bir iz bırakarak gitti. Yarı finalde Hollanda'ya karşı defansın iki adamı Lugano ve Godin ile yine turnuvanın yükselenlerinden Suarez oynasaydı, belki de şu anda çok farklı şeyleri konuşuyor olacaktık.

Tabii bu kadar kazanlarının yanında bu turnuvanın kaybedenlerinden de bahsetmek gerek. Takım içinde ortaya çıkan inanılmaz entrikalarıyla Fransa bu turnuvanın en büyük hayal kırıklığıydı. Bunun yanında, Almanya'nın biraz önce bahsettiğim tarzda değişimine ayak uyduramayan son şampiyon italya ve yine bir turnuvaya daha favorilerden biri olarak gelip çeyrek final dahi göremeden evine dönen İngiltere bu turnuvanın hayal kırıklığı yaratan takımlarıydı.

Altın 11: Casillas - Maicon, Puyol, Pique, Van Bronckhorst- Xavi, Iniesta, Sneijder- Müller, Forlan, Villa

Turnuvanın sürprizi : Hollanda, Uruguay

Turnuvanın hayalkırıklığı: Fransa, İngiltere, İtalya, hakemler

Turnuvanın en itici oyuncusu : Cristiano Ronaldo

Turnuvanın en komik anı: Kafasına kamera çarpan Heinze'nin sinirlenmesi

Turnuvaya damga vuran an: Lampard'ın verilmeyen golü, Suarez'in çizgiden eliyle çıkardığı top

Turnuvanın çıkış yapan oyuncuları: Gyan, Suarez, Honda

Turnuvanın en görünmeyeni: Sergio busquets





SABRİ PAMUKOĞLU



Yaşım itibariyle, pek çok Dünya Kupası'na canlı olarak tanıklık edemesem de hepsini ayrı ayrı yaşadım diyebilirim sanırım anlatılan hikayelerle, izlediğim filmlerle. Hepsi başka başka hikayelerle, başka başka entrikalarla, çıkardığı yeni yıldızlarla kazındı akıllara. Bu kupadaysa durum biraz farklıydı, bütün o kupalarda anlatılan, yaşanan hikayeler 2010'da aynı turnuvada, Afrika'da vücut buldu ve bütün o efsanelerden bir kolaj sundu bize. Her turnuvada olduğu gibi bu turnuvanın içinden çıkardığı yıldız da Müller oldu, bu kez iyi futbolunun karşılığını alamayan takım Almanya oldu, Luis Suarez yeni bir Tanrı'nın Eli vakası yaşattı, Almanya 66'nın intikamını aldı, hakemler yine turnuvaya damgalarını vurdular, İngiltere'nin akıllı köpeği dahi yerini Almanların ahtapotuna bıraktı.

Turnuva başında zaten azalmakta olan yıldızlar bir de onların üzerine eklenen sakatlık sıkıntıları olunca biraz umutlarımız kırılmıştı turnuvadan, grupların özellikle ilk maçları bizi haklı çıkarıyordu fakat eleme turlarından itibaren gidişat tamamen değişti ve en azından benim canlı izlediğim açık ara en iyi kupa oldu.

Yıldız faktörü bu turnuvada çok arka plana geçti ve takım olan, orta sahası kuvvetli ve yetenekli olan takımlar kendilerini tepeye attılar. Turnuvanın kulüp takımı hüviyetindeki tek takımı İspanya muhteşem orta sahasıyla şampiyonluğa da ulaştı zaten. Hollanda şansının da yardımıyla geldiği finalde kupaya 4 dakika kala veda ettiler hayallerine. 3.lük maçındaysa turnuvanın benim için en dikkat çeken iki takımı Uruguay ve Almanya'nın adı vardı. Turnuvanın tek yıldızı Forlan'ın önderliğinde Uruguay bize müthiş heyecanlı anlar yaşattı. Almanlarsa genç kadrolarıyla kendi kimliğinden çok uzak, eskilerin Hollanda'sını anımsatan bir futbolla belki hak ettiğinden daha azını aldı ve 3.lükte kaldı ama gelecek için büyük ümitler bıraktı arkasında. Gana, Amerika yine akıllarda kalan diğer takımlardı, turnuva öncesi en zayıf takım olarak gösterilen Yeni Zelanda turnuvanın tek namağlup takımı oldu ve alkışı hak eden bir diğer ekip oldu.



Turnuvanın takımı: Uruguay
Turnuvanın oyuncusu: Diego Forlan
Turnuvanın teknik direktörü: Oscar Tabarez

Altın 11: Casillas - S. Ramos, Puyol, Friedrich, Lahm - Schweinsteiger, İniesta, Sneijder -Müller, Villa, Forlan

Gümüş 11:Neuer - Maicon, Pique, Victorino, Fucile - Xabi Alonso, Khedira, Xavi - Messi, Robben, L. Suarez

Turnuvanın hayal kırıklıkları:Rooney, F. Torres, C.Ronaldo, İngiltere, Kamerun

Turnuvaya damga vuranlar:Vuvuzela, Jabulani, Ahtapot Paul, Hakem hataları

Turnıvanın sürprizi:Hollanda

Turnuvanın Maçı:Uruguay - Gana, Uruguay - Meksika(etik anlamda tabi)

Turnuvanın olayları:Gana'nın elenmesi diyelim, genelleyelim, Lampard 66'nın intikamı, Uruguay Meksika satış olmaması

Turnuvanın hakemi:Ravshan Irmatov

Turnuvanın golü:Giovani Van Bronckhorst (vs. Uruguay)

Turnuvanın en büyük tartışması:Futbol ve teknoloji

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Hedefler


Geçtiğimiz hafta ajanslara düşen 2 açıklama gerçekten dikkatimi çekti. İki açıklamanın da ortak noktası, açıklamayı yapan futbol adamlarının hedefleri ile ilgili ipuçları vermesiydi. Gelin önce bu açıklamalara bir göz atalım..

...


Fenerbahçe ile teknik direktör olarak sözleşme imzalayan Aykut Kocaman, imza töreninde yaptığı açıklamada, 'Fenerbahçe beni kovmadığı sürece görevimin başında olacağım' dedi.

Açıklama, ülkemizin yetiştirdiği genç ve başarılı teknik direktörlerinin birinden geliyor. Aykut hoca, gerek İstanbulspor'da gerekse Ankaraspor'da oynattığı pasa dayalı göze hoş gelen futbolla ülke futbolunun geleceğine damgasını vurabilecek hocalarımızdan biri. Fakat şu açıklamadan anlaşılıyor ki, hedeflerinin arasında en yüksek nokta olarak Fenerbahçe teknik direktörlüğünü görmekte. Tabi ki ülkemizde geçerli olan 'bizim çocuktur, bir yere gidemez' mantığının bir sonucudur bu, ancak Aykut Hoca'nın, kendi kariyerini bu kadar minimalize etmesi, gerçekten inanılacak gibi değil. Tarafımdan beklenen açıklama belki de şöyle olmalıydı;


' Hayalim olan göreve geldiğim için çok mutluyum. Fenerbahçe forması altında uluslararası başarılar kazandıktan, kupalar kazandırdıktan sonra bir Fenerbahçeli olarak camiamı ve ülkemi dünyanın büyük liglerinde temsil etmek, kişisel kariyer hedefimdir. '
Bu açıklama ya da bu hedefler, ülkemiz standartları için zor gözükse de, imkansız değil. Zira Aykut Hoca, Fenerbahçe ile bir Avrupa Kupası kazandığı takdirde, Avrupa'nın büyük kulüplerinin gözdesi olabilir. Mesela 2014-2015 sezonunda Fenerbahçe'nin Aykut Hoca yönetiminde Avrupa Ligi'ni kazandığını düşünün. Kendisine, bu başarıdan sonra talip olacak İspanyol, İtalyan yada İngiliz takımlara da aynı açıklamayı mı yapacak ?

' Evet, belki Avrupa Kupası'nı kazandık, ancak Fenerbahçe beni kovmadan Chelsea ile anlaşamam.. '
...

Bir diğer açıklama da eski Beşiktaşlı, yeni Eskişehirspor'lu, olayların adamı Batuhan Karadeniz'den geldi. 13 Temmuz'da NTV Spor'a yaptığı açıklamada şunları belirtti genç golcü:




' Beşiktaş ile Eskişehirspor arasında maddi güç haricinde bir fark yok. Burada kendimi çok iyi hissediyorum. Öyle çok büyük hedeflerim yok, Eskişehirspor'un kaptanı ve sembol oyuncusu olarak jübilemi burada yapmak istiyorum. '

Aykut Hoca örneğinin yanında, Batuhan örneği pek uymamış olabilir, zira Batuhan'ın hocalarının bile kendisinin ne denli davranış bozukluklara sahip olduğunu açıklamaları bile kendisinin ruh halini özetliyor. Ancak altı çizilmesi gereken birkaç nokta var bence.

İlk gariplik, Batuhan'ın , alt yapısından yetiştiği camia hakkında halen açıklamalar yapıyor olması. Bir diğer gariplik ise, 91 doğumlu bir oyuncunun, henüz 19 yaşındayken jübilesinden bahsediyor olması. Son ve en büyük gariplik ise, önümüzdeki 10 yılda Türk Milli Takımı'nın en büyük forvet oyuncusu olma ihtimali olan bir oyuncunun hedefini, Eskişehirspor'da futbolu bırakmak olarak göstermesi. Açıklamanın anormal olmayanı şöyle olabilirdi ;

'Eskişehirspor gibi büyük bir camiaya layık olmaya çalışacağım. Burada kendimi gösterip, ekibimle büyük başarılar kazanıp, Milli Takımın değişmezlerinden olmak hedeflerim arasında. Bu noktadan sonra da Dünya Futbolu'nda tanınır bir figür olmak ve Türk Futbolu'nu Avrupa'da temsil etmek, kariyer hedeflerim arasında..'

...

Bu tarz açıklamalar, insanı gerçekten karamsarlığa itiyor. Sanırım daha uzun yıllar, Thomas Müller, David Silva, Khedira gibi genç yıldızları, uluslararası arenada televizyondan seyredeceğiz...

13 Temmuz 2010 Salı

O Maç : Tarsus İdman Yurdu – Yeni Salihlispor

1985 – 86 sezonuydu. Türkiye 1.liginde Jupp Derwall yönetimindeki Galatasaray ile Branko Stankovic yönetimindeki Beşiktaş kıyasıya bir şampiyonluk mücadelesine girmişti. Tüm Türkiye nefesini tutmuş bu amansız yarışı izliyordu. Aynı anda bazıları da başka heyecanları yaşamaktaydı. Her zaman gölgede kalmış, o zaman günümüze nazaran çok da zor şartlarda oynanan 2.ligde Boluspor ve Tarsus İdman Yurdu takımları son haftaya şampiyonluk ümidiyle giriyordu. O dönemde Türkiye 2.ligi 3 gruptan oluşuyor ve her grubun 1.si direk olarak 1.lige yükseliyordu. Ligin sonuna gelindiğinde lider Tarsus İdman Yurdu 2.sıradaki Boluspor’un 1 puan önündeydi. Yürürlülükte olan 2 puanlık sistemde bu önemli bir avantaj sayılırdı ve bunun yanında sarı lacivertlilerin averajı da rakibinden iyi durumdaydı. Yani son hafta alınacak 1 beraberlik, Tarsus İdman Yurdu’nu şampiyon yapıp 1.lige taşıyacaktı.

Tarih 18 Mayıs 1986’ydı. Ligin son maçında rakip ligde bir iddiası bulunmayan Yeni Salihlispor’du. Maç Tarsus İdman Yurdu’nun cezası nedeniyle Isparta’da oynanacaktı. O dönemde Tarsus İdman Yurdu’nun fenomen başkanı Erkut Kuzeyman’dı ve takımın adı bir süre “Tarsus İdman Yurdu Erkutspor” olarak geçmişti. İşte bu egosu yüksek başkan, amatör kümeden aldığı takımını şimdi 1.lige taşımak üzereydi. Tarsus’un cezası nedeniyle stadı kapalıydı ve tüm şehir maçın oynanacağı Isparta’ya akmıştı adeta. Statta bir şölen havası hakimdi ve kutlamalar için son 90 dakikanın da aşılması bekleniyordu. Rakip Yeni Salihlispor için maçın tek önemi, transfer döneminde piyasa çıkacak oyuncuların kendilerini gösterme çabalarından ibaretti. Tabi bazı dedikodular da yok değildi maçtan önce. Y.Salihlispor’un yüklüce bir teşvik primi karşılığında kendini fazla sıkmayacağı, tabiri caizse “Tarsus’a yatacağı” konuşuluyordu kulaktan kulağa. Şampiyonluk adayı takımın başkan Erkut Kuzeyman olunca bunlar doğal söylentilerdi elbette.

Boluspor’daysa ümitler son derece azdı. Şehir halkı işi buraya getiren Tarsus’un buradan şampiyonluğu vereceğine inanmıyordu ve takımını son maçta Aydınspor karşında yalnız bırakmıştı.

İşte bu atmosferde ligin son dakikaları başlamıştı. İlginin odak noktası Isparta şehrindeki maçtı. Az sayıda Yeni Salihlispor seyircisi takımına destek vermek ve belki de “turistik bir seyahat” amacıyla statta yerini almıştı.

Mücadelenin ilk bölümü yoğun Tarsus ataklarıyla geçiyordu. Bakalım bu baskıya Y.Salihlispor ne kadar dayanabilecek derken Tarsus İdman Yurdu’nun golü geldi: 1 – 0. Tribünler bayram yerine dönmüş, şampiyonluk şarkıları söylenmeye başlamıştı. Öyle ya, artık 1 gol yeseler bile şampiyondular. Hem galiba Salihliler de pek sıkmıyordu, ya da güçleri zaten bu kadardı.
Maçtan bir kare

Öte yandan Boluspor sahasında Aydınspor karşısında üstün durumdaydı ama bunun o an için pek de bir önemi yoktu açıkçası. Vakit ilerliyor, karşılıklı ataklar geçen maçta eriyen her dakika Tarsus’u şampiyonluğa taşıyordu. Derken ani gelişen bir Y.Salihlispor atağına yeşil beyazlılar golü buldu: 1 – 1. Ama değişen çok da bir şey yoktu, lig tablosu hala şampiyonu Tarsus olarak göstermekteydi. Sonlara yaklaşıldığında artık kutlamalar için son hazırlıklarda yapılıyordu. Tribündeki herkes ayaktaydı. Hatta birçokları sahayı tribünlerden ayıran tellere tırmanmış, hakemin son düdüğü çalmasını bekliyordu. Ama o anda, dakikalar 89’u gösterdiğinde olmaz denilen bir şey oldu hakem Y.Salihlispor lehine bir penaltı verdi. Şimdi herkes sessizliğe bürünmüştü. Y.Salihlispor’un penaltıcısı, aynı zamanda transferin de gözde ismi Cengiz’di. Tarsuslu futbolcular Cengiz’in etrafındaydı ve alenen atmaması için yalvarıyorlardı. Ama Bursaspor tarafından da izlenen Cengiz dinler miydi? Topu 90’a gönderdi: 1 – 2. Herkes şoktaydı. Salihlisporlular bir avuç taraftarının önünde sevinirken hakem oyunu hemen başlattı. Tarsuslu oyuncu topu santradan kaleye gönderdi ama Y.Salihlispor kalecisi son anda fark ederek kaleye koştu ve yetişti.Tarsus’un umutlarını eriten bu kurtarıştan kısa bir süre sonra maçın hakemi aceleyle düdüğü çalıp maçı bitirdi ve soyunma odasına doğru koşmaya başladı. Tarsuslu futbolcular ve sahaya giren Tarsuslu taraftarlar da arkasından, fakat yetişemediler. Fakat tam da o sırada Bolu’dan gelen haber ortalığı iyice karıştırıyordu; habere göre Bolu maçı berabere bitmişti ve şampiyon bu mağlubiyete rağmen Tarsus’tu. İlginç bir nokta, bu haber stat hoparlöründen anons edilmişti. Başkan Erkut Kuzeyman omuzlardaydı, “imparator”du, “büyük başkan”dı. Ama gerçeğin anlaşılması çok uzun sürmedi. Boluspor kazanmıştı ve 1.lige yükselmişti, Tarsus 2.ligde kalmıştı. Başkan omuzlardan indiriliyor ve canını zor kurtararak stattan adeta kaçıyordu. Takımlarına güvenmeyen Bolusporlular ise skoru duyunca stada şampiyonluğu kutlamaya koşuyorlardı.

Y.Salihlisporlu Cengiz

Maçtan sonra Isparta karıştı. Şampiyonluğu son dakikada kaçıran Tarsuslular çılgına dönmüştü. Polisin “dur yoksa vururum!” uyarısına genç bir taraftar, gömleğinin önünü yırtarcasına açarak “Vur ağabey, ben zaten ölmüşüm!” şeklinde cevap veriyordu. Kendilerini şampiyonluktan eden Salihlililer hedefteydi. Olayların tanığı bir Salihlisporlu’nun anlattığına göre bir grup Tarsuslu’dan kaçıp bir markete girmişlerdi, marketçi de korkuyla dükkânı kilitleyip müşterileriyle birlikte saatlerce beklemişti içerde.

Maçın bitiminde o zamanki imkânların kısıtlı olması nedeniyle yeterince haber alınamaz Salihlililerden. İlçe halkı merakla ve endişeyle taraftarlarını, takımını beklemektedir. Nihayet gecenin geç saatlerinde şehre dönen kafile ilçenin girişinde adeta bir kahraman gibi karşılanır. Etraflarında yuvarlaklar kurularak bu efsanevi maçın hikâyesi dinlenir. Bugün bile o maça gidenler bu hikâyeyi gururla, keyifle anlatırlar.

Bu maçla ilgili acı bir anekdotumuz daha var. Maalesef dönüş yolunda Tarsusları taşıyan bir otobüs kaza yapar ve bir kısımTarsuslu taraftar yaşamını yitirir.

Evet, bir sezon daha bitmiştir. Şampiyon Boluspor olmuştur. Tarsus İdman Yurdu ise o maçtan sonra uzun süre toparlanamaz. 89'da penaltıyı atan Cengiz de bir üst lige, terfi ederek 72 milyon lira karşılığında Boluspor'a transfer olur.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

HEDO PHOENİX'TE(!)


Toronto'da mutsuz günler geçiren Hidayet, daha önce takımından takasını istemişti. Geçen haftaya kadar kesin gözüyle bakılan Hedo-Toronto ayrılığı, geçen hafta Toronto yardımcı antrenörünün Hidayet'le görüşmek için İstanbul'a gelmesi kafalarda soru işareti yaratmıştı fakat sabah Phoenix'le Toronto'nun Barbosa & Hedo takasında anlaştığı haberi geldi. Şu an milli takımla birlikte Antalya kampında bulunan Hedo, Amerika'ya dönünce sağlık kontrolünden geçecek ve Suns'a resmi imzayı atacak.

Biz konuyu Hidayet özelinde değerlendirelim, öncelikle Suns Hidayet için en doğru takım mı? Tabi pek çok kişi için farklı düşünülebilir ama benim kanaatimce, en doğru takım Suns değil Hidayet için. Hidayet'in geçtiğimiz sezon boyunca en büyük sıkıntısı toptu. Orlando'daki en büyük avantajı Jameer Nelson gibi bir oyun kurucuyla oynamakken, Toronto'da Calderon faktörü onun için en büyük dezavantaj konumuna geldi. Suns'taysa ligin belki topa en fazla hükmeden, en kaliteli bir kaç guardından biriyle birlikte oynayacak, bu açıdan 'top' onun için yine sıkıntı olabilir.

Bir diğer konuysa Hidayet'in pozisyonu. Hidayet Phoenix'te, bu zamana kadar çok çok az sürelerde oynadığı 4 numara pozisyonunda oynayacak. Hücumda, hiç şüphesiz savunulması çok zor bir oyuncu olacak. 4 numara için çok fazla hızlı, şut tehditi olan bir oyuncu sonuçta. Ama işin savunma kısmında kalın 4 numaralar karşısında, vücut vücuda savaşta, ribaund kavgasında çok zorlanacaktır.

Ligin en hızlı pas akışına sahip takımı belki Phoenix. Hedo da bu top dolanımı sırasında gerek pas yeteneği, gerek oyun sezgisi gerekse şutör olarak fayda sağlayabilir ama bilhassa Orlando'da çıktığı top seviyeden, o liderlikten uzak kalacaktır. Bu konuda Nash'in oyunda olmadığı süreler ön plana çıkıyor, Dragic'in oyunda olduğu bölümde, Gentry Hedo'yu 3 numaraya çekip, liderliği ona bırakabilir. Eksisiyle, artısıyla şimdilik durum böyle gözüküyor, bakalım zaman ne gösterecek?

11 Temmuz 2010 Pazar

Yarı Finaller

Öncelikle şunu söyleyelim, yarı finalleri yazmak için bir kaç gün bekledik ki büyük finale yönelik de bir bakış atalım yarı final maçlarıyla birlikte. O nedenle büyük finale saatler kalmışken yayınlıyoruz yazımızı.

Hollanda - Uruguay


Her turnuvanın daimi kaybedeni, ancak gönüllerin şampiyonu Hollanda bu kez Uruguay'ı geçti ve finale çıktı. 74 ve 78'te Neeskens'li, Cruyff'lu takımın oynadığı ve birinde Almanya birinde Arjantin'e kaybetmeleriyle kaçırılan şampiyonluklar, oynadıkları göze hoş gelen total futbol yıllardır onlara sempati beslememizi sağlıyordu. Baktığımızda 88'deki Avrupa şampiyonluğundan başka bir başarısı olmayan bir takıma karşı nedir bu hayranlık bilmiyorum ama heralde hep kaybedenin tarafı olmamızla ilgili bir durum. Yıllarca göze hoş gelen futbol oynayıp hiç bir başarı kaydedemeyen Hollanda bu sefer çok farklı bir imajda, yıllardır hasret olduğu yerde. Son finalist takımın en değerli oyuncularından Neesekens durumu, ''Benim 1974 ve 1978'de yer aldığım takım daha göze hoş gelen bir oyun sergilerken, bugünkü ekip sonuca yönelik bir futbol oynuyor.'' diyerek özetliyor.

Maça gelirsek, Uruguay da Hollanda da maça fazlasıyla kontrollü başladı, öyle de devam ediyordu ki henüz 18. dakikada bütün o dengeler bozuldu. 18. dakikada Van Bronckhorst topa öyle vurdu ki o an sanırım herkesin aklına Comandante'nin Monaco'ya attığı gol geldi, tabi bir de hocaların hocası Metin Türel'in Ersun Yanal'a söylediği söz, ''Hagi sana 40 metreden bir çakar; nereye koyacağını bilemezsin o istatistikleri." Hagi çıkar yerine Gio'yu koy, Uruguay için durum aynen böyleydi. Daha sonra maç yine dengede giderken bu kez sahneye turnuvanın en değerli oyuncularından Forlan çıktı ve ceza sahası dışından vurduğu top, Stekelenburg'un da hatasıyla ağlara gitti ve Uruguay belki kendisinin de hiç beklemediği bir anda eşitliği yakaladı, içeriye de öyle gitti.

İkinci yarı da çok farklı başlamadı, yine kontrol futbolu, yine mücadeleci bir futbol. Bu kez farkı yaratan yıldız faktörü oldu. Sneijder ipleri biraz eline aldı, Robben oyuna biraz dahil oldu, Hollanda ofsayt kokan bir pozisyonda golü buldu, öne geçti. Ardından turnuvanın en güzel gollerinden birini kaydetti Robben ve takımını rahatlattı. Maçın gidişatını yalnız biz değil hocalar da kabul etmiş olacak ki, Van Marwijk Robben'i, Tabarez de Forlan'ı oyundan aldı. Fakat Uruguay'ın bir sürprizi vardı 90+1'de Maxi Pereira'nın golüyle skoru 3-2'ye getirdi Uruguay ve son 2 dakikayı bize nefes nefese izletti. Uruguay golü bulamadı kalan sürede ama bize heyecanlı bir 2 dakika yaşatmaya yetti bu çabaları.

Uruguay turnuvaya ciddi anlamda renk kattı, çeyrek finalde Suarez'in 1 dakika içinde 'write the future' çekmesi, Forlan'ın müthiş futbolu, ondan öte liderliği bu takımı sevdirdi bize, ki zannediyorum, pek çok kişi son 2 dakikayı ayakta izledi ve Uruguay'ı destekledi hem de rakip hep o çok sevdiğimiz Hollanda olmasına rağmen.

Hollanda turnuvanın geride kalan kısmında hiç Hollanda gibi oynamadı hatta Brezilya maçında ilk golü bulduktan sonraki kısım hariç kötü oynadılar dahi diyebiliriz onlar için ama buna rağmen yollarının nispeten daha kolay olmasının avantajını da kullanarak finale kadar uzandılar. Finalde rakip, bugüne kadar karşılaştıkları en iyi takım olacak. İspanya karşısında, zor da olsa onların orta sahadaki pas bağlantılarını minimuma indirmek ve ayaklarındaki topun değerini değerini bilmek zorundalar.

İspanya - Almanya


Açıkça söyleyeyim turnuva başlamadan önce, biri çıkıp bana, Hollanda finale çıkacak, üzüleceksin; Almanya elenecek ona da üzüleceksin, dese pek hoş şeyler söylemezdim o arkadaşa. Ama aynen bunu yaşadım yarı finallerde. O eski desteklediğim Hollanda'yla her daim nefret ettiğim Almanya sanki yer değiştirmişti. Almanlar yarı finale kadar takır takır top oynayıp hem İngiltere hem de Arjantin'i 4 golle ezip geçerek gelmişti çokça eleştirilen, fakat tartışmasız turnuvanın en iyi kadrosu İspanya'nın karşısına. Pek çoklarına göre, bir anlamda erken finaldi bu maç.

İlk yarı pek çokları için sıkıcı geçmiş gibi görünse de benim gibi pasa bayılan bir adam için o kadar da kötü değildi açıkçası. İspanya topu aldı, pas yaptı, pas yaptı, arada bir kaybetti ama gitti aynen geri aldı ve tekrar pas yaptı. İspanya karşısında iki tip savunma olduğundan bahsetmiştik hep. Almanya'nın tercihi, İspanya'nın futboluna mahkum olmak ve İspanya'nın onları geri doğru itmesine razı olmak oldu, yada bu bir tercih miydi, açıkçası İspanya belki ilk defa İspanya gibi oynayınca Almanya teslim oldu da diyebiliriz belki bu duruma. İlk yarı tamamen İspanya'nın dominasyonunda geçti fakat tek pozisyonları David Villa'nın karşı karşıya kaçırdığı top oldu. Maç sonunda Pique '' bazen topu dolaştırmaya öyle bir dalıyoruz ki şut çekmeyi unutuyoruz'' diyerek durumu çok iyi açıkladı aslında.

İkinci yarıda benzer bir biçimde İspanya'nın kontrolünde başladı ama tek bir fark vardı. Muhtemelen devre arasında, Nevzat Demir'in deyimiyle 'Yeniköy Kasabı'nın da uyarısıyla, Xabi Alonso önderliğinde şut atmayı hatırladı İspanya. Çok zorladılar Almanya'yı ve sonucunda beklenmedik bir şekilde de olsa kornerden buldular golü. Uzun Alman savunmasının arasından kaptan Puyol çıktı ve gemisini kurtardı. İlerleyen dakikalarda Almanya ne kadar yüklenmek istediyse de İspanyollar pas yapmaktan, topa sahip olmaktan hiç vaz geçmediler ve Almanlar'a pozisyon dahi vermediler, kendileri yakaladıkları kontra ataklardan da sonuç alamayınca 1-0'lık skorla sonuçlandı maç.

Sürekli koşan, sürekli basan, bununla birlikte topa da sahip olan Alman orta sahası gerek İngiltere gerekse Arjantin'in orta sahasını teslim alıp takımlarına galibiyeti getirmişlerdi. Bu maçta da koştular, ama sadece koştular. İspanya onlara topu hiç vermedi, kendisinin istediği oyunu oynadı, kolay diyebileceğimiz bir galibiyet aldı ve adını finale yazdırdı. İspanya büyük finalde de her zamanki İspanya gibi oynayacak topa hükmedecek ve bıkmadan, usanmadan pas yapacak. Kaptan Puyol da Almanya maçı sonunda ''Hollanda'ya karşı da aynı oyunu oynayacağız, zaten biz bundan başka oyun bilmiyoruz''diyerek bunu gösteriyor zaten bize.


Büyük finalin adı belli oldu: İspanya - Hollanda

10 Temmuz 2010 Cumartesi

LeBron James Miami Heat'de !

NBA’de uzun süredir hangi takıma gideceği büyük merak konusu olan LeBron James, son kararını açıkladı. Süper yıldız, yeni sezonda Miami Heat forması giyecek.

Birçok takım, yıllar öncesinden James’in başını çektiği yıldız oyuncuları kadrosuna katabilmek için maaş sınırında boşluk yaratma çalışmasına başlamıştı. Bütün çabaların ardından gözler LeBron’un üzerine çevrildi ve yıldız oyuncu, ESPN'de 1 saat süren özel bir canlı yayında hangi takımın formasını giyeceğini açıkladı. Süper yıldız, tercihini Dwayne Wade ve Chris Bosh'lu Miami Heat'ten yana kullandı.





Kararını açıkladıktan sonra kısa bir değerlendirme yapan süper yıldız, "Şimdi ve gelecekte kazanmak için bu en iyi fırsat. Bu oyunda kazanmanın benim için anlamı çok büyük" dedi.




Transferden önce kulislerde konuşulan New York Knicks'in 1 milyar dolarlık teklifi de bu şekilde bir işe yaramamış oldu. Yeni sezonda egosu büyük 3 oyuncunun nasıl bir performans göstereceğini hep beraber izleyeceğiz.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Lorik Cana Galatasaray'da!


Galatasaray günlerdir beklenen transfer bombasını bugün patlattı, aslında gece 3:30 sıralarında bu haber bazı kaynaklarca dile getirilmişti ve nöbetteki pek çok Galatasaray taraftarı açısından sevinç, heyecan ve aynı zamanda acaba mı? sorularıyla karşılanmıştı, taraftarın bu soru işaretini Galatasaray yönetimi bugün 17:36'da yaptığı açıklamayla sildi ve o merak da yerini heyecan ve mutluluğa bıraktı.


Galatasaray'ın sezon boyunca en büyük sıkıntısı orta saha kurgusunu bir türlü sağlayamamış olmasıydı, 4-1-2-3 gibi bir dizilişte arkadaki 1 ve öndeki 2'liden Elano'nun yanında oynayacak oyuncuyu bir türlü bulamadı Rijkaard, daha doğrusu eldeki oyuncular Rijkaard'ın oynatmak istediği futbolu oynayabilecek düzeyde değildi. Barış ve Mustafa Sarp'ın kalitesi Galatasaray'ı kaldıramadı, Ayhan'sa yaşının da ilerlemesiyle eski temposundan çok uzaktı. Bu 3 oyuncu da Rijkaard'ın istediği pas futbolunu, pas hızını sağlayamadılar. Sadece benim çok beğendiğim Mehmet Topal arkadaki 1 olabilecek potansiyeldeydi ama o da yaşadığı sakatlık sorunlarıyla birlikte formsuz bir sezonu geride bıraktı zaten gelecek sezon o da Valencia'da bizi temsil edecek.


Teşhis belliydi, reçete de yazılmıştı ve tedavinin ilk aşaması bugün yapıldı. Arkadaki 1 için alınabilecek isimler içinde belki de en önemli oyuncuyu, Lorik Cana'yı kadrosuna kattı Galatasaray. Çok değerli bir ön libero Cana. Oyun zekası yüksek, dayanıklı, agresif bir oyuncu. Her şeyden önce lider bir isim. Gerek Marsilya'da gerek Arnavutluk milli takımındaki kaptanlığıyla birlikte Sunderland'de geçirdiği ilk sezonda kaptanlığa getirilmesi de bunun en güzel ispatı heralde. Aynı zamanda çok da sert bir oyuncu hatta zaman zaman dozunu kaçırabilecek kadar sert bir isim. Zaman zaman kartlarla ilgili sorunlar yaşaması da muhtemel bu açıdan.


Galatasaray taraftarının geçen sene belki de en fazla dert yakındığı şey sahadaki ruhsuz futboldu. İşte bu konuda da çok özel bir adam Cana, formasının hakkını sonuna kadar veren, hırslı, tutkulu, sonuna kadar savaşan bir adam. Karakterli futboluyla kısa sürede Galatasaray taraftarının sevgilisi olacaktır.


Sonuç olarak çok ihtiyaç duyduğu bir pozisyona çok yerinde bir transfer yaptı Galatasaray, şimdi sıra orta sahanın ortasında oyunu iki yönlü oynayabilecek bir oyuncuda.

6 Temmuz 2010 Salı

Keita Transferi


'Selamun aleyküm' diyerek girdiği Florya'ya bir sabah aldığımız şok haberle veda etti Keita. Kallström'dü, Annan'dı, Poulsen'di derken, herkes transfer haberi bekliyordu Galatasaray yönetiminden, gece nöbetimiz biteli daha bir kaç saat olmuştu ki Keita'nın satıldığı haberiyle uyandık sabaha. 8.150 milyon Euro karşılığında Al Saad takımıyla anlaştı Galatasaray. Geçen sezon yine buna yakın bir fiyata ama 'taksitli' olarak alınmıştı, 1 sene sonra kullandığın kar diyerek ve önemli bir nakit girdisiyle ayrıldı takımdan. Mehmet Topal, Uğur Uçar ve Emre Güngör'ün satışından elde edilen maddi geliri de eklersek Galatasaray bu transfer dönemi için ciddi bir transfer bütçesi oluşturmuş durumda. Mali açıdan durum bu.

Sportif olarak bakarsak, Keita'nın müthiş doğal yeteneklerinin, istediği zaman tek başına maç alabilme gibi bir potansiyelinin yanısıra en çok eleştirilen tarafı her maçta aynı konsantrasyonu sağlayamaması ve Trabzon maçında yaptığı, Kaka'ya yaptığı hareketler gibi sabıkalı yanlarıydı. Bütün bunlar ve mali gerekçeler bu transferi mantıklı kılabilir ve Rijkaard gibi bir adamın da bu transfere onay verdiğini de gözden kaçırmamak gerekir elbette.

Galatasaray taraftarlarından ilk gelen tepkiler çok olumsuz, yönetime bir ateş püskürme hali içindeler. Ama bu tepki için henüz erken, öncelikle yönetimin yapacağı hamleleri görüp, ondan sonra tavırlarını koymalılar çünkü taraftar elle tutulur bir transfer istiyor ve artık maddi gerekçelerin arkasına sığınacak pek şansı da kalmadı Galatasaray yönetiminin. En mühim nokta Galatasaray yönetiminin hala geçen 2 seneki vizyonunu koruyup, ona uygun transferleri yapıp yapamayacağı.

Çeyrek Finaller - 2.Gün

Almanya - Arjantin


Zayıf grubunda hiç zorlanmadan 3 maçını kazanan, ardından 2. turda Meksika karşısında sıkışabilecek bir maçı hakemin yardımıyla rahat geçen Arjantin'in foyası Almanya karşısında meydana çıktı. 4-2-3-1'i kusursuz oynayan tam bir sistem takımı Almanya karşısında sistemi sistemsizlik olan Arjantin sürklase oldu ve sahadan 4-0 gibi bir hezimetle ayrıldı. Maçın henüz başında Almanlar golü bulunca zaten dengesiz Arjantin iyice telaşa kapıldı ve orta saha teslimiyetini iyice Almanlara kaptırdı. Bunun devamında ortaya çıkan sonuç bir anlamda kaçınılmazdı. Aslında maçın 2. dakikasında o gol olmasaydı sonuç bu olur muydu sorusunu geliyor hemen akıllara, bunu hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz belki ama sonucun daha farklı olacağını, ben, pek zannetmiyorum açıkçası.

Futbol tarihinin en büyük futbolcusu Maradona veliahtı olarak gösterilen Messi'ye çok güvendi, onun üzerine kurmaya çalıştı belki takımı ama bunu yaparken onu kendisini en rahat hissettiği yerden sağ çizgiden koparıp aslanların arasına attı, Schweinsteiger de Messi'yi o kalabalıkta yok eden cellat oldu ve tek seçeneği bireysel yetenekli oyuncularının dribblingleriyle hücum üretmek olan Arjantin'e bu yollar da tıkandı, zaten rezalet savunmasının yanında üretkenliği de sıfırın altına indi. Sonuç olarak 10'lar turnuvaya veda etti ve geride bize en azından Maradona'yı bir kez daha en yakıştığı yerde kenarında da olsa yeşil sahalarda görmenin hazzını bıraktı.

Almanya ise her zaman olduğu gibi yine favori başlamadığı bir turnuvada yarı finali buldu. Hem de bu sefer hayattan bıktıran statik futbollarıyla değil, futbolun gerek savunmada gerek hücumda tüm doğrularını uygulayarak devam ediyorlar şampiyonluk yürüyüşlerine, hem de yürüdükleri yol öyle bir yol ki eğer zafere ulaşabilirse bir seri katil gibi arkalarına dönüp baktıklarında dev leşler bulacaklar. Önce turnuvanın en zor iki grubundan birini lider tamamlayıp ardından İngiltere, Arjantin, İspanya ve muhtemelen Hollanda gibi bir yolu geçerek böyle bir zafere ulaşmanın değeri bir kat daha fazla olacaktır heralde. Onlar için yarı finalde en büyük şanssızlık turnuvada en fazla verim aldıkları Müller'den sarı kart cezası nedeniyle faydalanamayacak olmaları.

Almanya (4-2-3-1):
Neuer - Lahm, Mertesacker, Friedrich, Boateng (72' Jansen) - Schweinsteiger, Khedira (77' Kroos) - Müller (84' Trochowski), Mesut, Podolski - Klose

Arjantin (4-3-1-2):
Romero - Otamendi (70' Pastore), Demichelis, Burdisso, Heinze - Mascherano, Maxi Rodriguez, Di Maria (75' Agüero) - Messi - Tevez, Higuain

Goller: Müller (3'), Klose (68', 89'), Friedrich (74')

İspanya - Paraguay


Gruplarda ilk maçlar itibariyle çok korkmuştuk tarihin en kötü turnuvasını izliyoruz diye ama özellikle gruplardan sonra müthiş maçlar, müthiş hikayeler izledik ve bir anda tarihin en iyi turnuvası mı oluyor acaba demeye başladık. Bu maç da tıpkı turnuvanın kendisi gibiydi. Çok kötü, çok sıkıcı başladı maç ama hepsi ayrı bir film konusu olabilecek 3 çeyrek final maçının finali olmaya yakışır bir şekilde devam etti. Neredeyse pozisyonsuz geçen maçta Pique'nin durduk yerde Paraguay'a penaltı kazandırmasıyla değişti maçın seyri, film de burada başladı aslında, Cardozo penaltıyı kaçırdı. 3 dakika sonra bu kez penaltı noktasına giden Xabi Alonso'ydu, Alonso golü attı, ama hakem saymadı ikinci atıştaysa bu kez Villar iyi uzanıp çıkarıyordu penaltıyı. Sadece o 3 dakika bile futbolu niye sevdiğimizi gösteriyordu bize. 2 ayrı takım, 2 ayrı ulus önce aynı sevinci ardından aynı hüznü yaşıyordu. Müthiş bir dramaydı açıkçası. Bütün bunların ardından uzatmaya göz kırpan maçta Fabregas ve Pedro'nun oyuna dahil olmasının da katkısıyla, İspanya David Villa'nın ayağından bulduğu golle maçı kazandı ve yarı finalde Almanya'ya rakip oldu.

İspanya karşısında Paraguay'ın önünde 2 tane örnek vardı. Biri İsviçre, diğeriyse Şili. Birisi İspanya'nın pas yapmasına müsaade edip topun arkasına geçmiş ve İspanya'yı bekleyerek mağlup etmiş. Diğeriyse İspanya'ya önde baskı yaparak pas kanallarını bozmayı amaç edinmiş ama savunma kontrolünü unutmuş ardından bir kaleci hatası ve kırmızı kartla boyun eğmişti İspanya'ya. Paraguay'sa sanki bu iki oyun tarzını birleştirerek başladı maçai önde bastılar, pas yaptırmamaya çalıştılar ama savunmayı da unutmadılar, sistemleri tuttu, istediklerini alabilecek duruma geldiler ama sonunu getiremediler.

2008'de Avrupa Şampiyonu olan İspanya ve 2010 İspanya... Kadrolara bakacak olursak David Silva ve Marchena'yı çıkar Busquets ve Pique'yi koy aynı takım. Ama gel gör ki, o takımın oynadığı futbolu bir türlü oynayamıyor İspanya. Fernando Torres için İspanya'nın başının en büyük belası desek, bu turnuva için pek de yanılmış olmayız heralde. Del Bosque onu kesmiyor ve onu kesmemek uğruna müthiş uygulayabileceği 4-2-3-1'den vazgeçiyor. Oysa ki elinde bu sistemi oynamaya çok alışık ve çok iyi oynayabilecek oyunculardan kurulu bir kadrosu mevcut. İlginç bir 4-2-2-2 sistemiyle oynuyor İspanya ama ne zaman ki oyuncu değişiklikleri başlıyor David Villa öne çıkıyor, Fabregas giriyor İspanya maçları çözüyor. Del Bosque zannediyorum ki, Almanya karşısında Torres'i 11'de kullanmayacaktır. Almanya karşısında Casillas'ın dediği gibi 'tarihlerinin en önemli maçı'na çıkacakalar ve bu bilinçte oynarlarsa çok formda Almanya'yı da geçebilecek güçteler.

İspanya (4-2-2-2):
Casillas - Ramos, Puyol(84' Marchena), Pique, Capdevilla - Xabi Alonso (75' Pedro), Busquets - Xavi, İniesta, David Villa- Fernando Torres (56' Fabregas)

Paraguay (4-4-2):
Villar - Veron, Da Silva, Alcaraz, Morel Rodriguez - Riveros, Caceres (84' Barrios), Santana, Barreto (64' Vera) - Valdez (72' Santa Cruz), Cardozo

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Çeyrek Finaller - 1.Gün

Hollanda - Brezilya


Brezilya elemeleri rahat geçip, üstüne ölüm grubu diye nitelendirilen gruptan rahat çıkınca Dunga'nın Avrupai futbolu eleştirmenlerden bolca övgü almıştı. Bir Avrupa takımı gibi yeri geldiğinde savunma yapabiliyor, oyunun şov yönünden çok skora önem veriyorlardı. Teknik olarak üstün bir Avrupalı. Fakat Hollanda karşısında gördük ki, bir takımın oyun anlayışını değiştirebilirsiniz, fakat takımı oluşturan bireylerin genlerini asla. İşler yolunda giderken son derece Avrupai olan Brezilya, Hollanda'nın golünden sonra o kendinden emin, soğukkanlı duruşunu Latin duygularına teslim etti ve paniğe kapıldı. Oyuna duygular karıştıkça hareketler acemileşti ve biraz önce kendi kalesine gol atan Felipe Melo, bu baskıyı kaldıramayarak kendini attırdı.

Skor olarak geriye düştüğünde Dunga'nın çözüm üretmekteki çaresizliği akıllara Ronaldinho'nun neden alınmadığı sorusunu getirdi.

Hollanda, sezonu Inter'de CL şampiyonluğu ile tamamlayan Sneijder ve CL finalisti Bayern'in yıldızı Robben önderliğinde, yıllar sonra finale koşuyor. Yarı finalde rakip Uruguay.

Hollanda (4-2-3-1):
Stekelenburg - van der Wiel, Mathijsen, Ooijer, van Bronckhorst - de Jong, van Bommel - Kuyt, Sneijder, Robben - van Persie ('85 Huntelaar)

Brezilya (4-2-2-2):
Julio Cesar - Maicon, Lucio, Juan, Bastos ('62 Gilberto Melo) - Gilberto Silva, Felipe Melo - Dani Alves, Kaka - Luis Fabiano ('77 Nilmar), Robinho

Goller: 53' Felipe Melo(k.k), '68 Sneijder - 10' Robinho
Kırmızı kart: 73' Felipe Melo

Uruguay - Gana


Kara Kıta, son temsilcisini de yıllardır yenemediği kaderiyle örtüşürcesine dramatik bir şekilde uğurladı. Essiensiz, Muntari'nin ve Appiah'ın hazır olmadığı bir orta sahayla buralara gelebilmek, ilerleyen yılların favorileri arasında gösterilen genç Gana takımı adına çok olumluydu aslında. Rakip de Almanya, İspanya gibi ağır favorilere nazaran görece daha zayıf Uruguay olunca yarı final için iştahları artmıştı. 1-1 girilen 120.dakikada 86 Meksika'da bize sol elini gösteren Tanrı bu kez
sağ elini gösterdi ve Luis Suarez'in çizgide çeldiği top önce penaltı noktasına, sonra üst direkten auta uzandı. Günün kazananı Suarez'di.

Maçtaki iki golünde uzaktan olması sonucu her iki takım da sürekli kaleyi yokladı. Maç sonu istatistiklerine Gana'nın 30, Uruguay'ın 19 şutu bulunuyordu. Muntari'nin golünde Jabulani'yi suçlayanlara katılmıyorum. Tekrar gösterimde Muslera'nın topu görebilmek için sağa doğru bir adım attığı ve Muntari'nin şutunda ters ayakla yakalandığı açıkça görülebiliyor.

Uruguay "kupa şansı"na sahip bir takım. Geldiği yolun diğer çeyrek final rotalarına göre kolaylığı, onları Hollanda karşında ne yapacağı kestirilemez bir takım haline getiriyor. Cezalı Suarez ve sakat Lugano önemli eksikler olacak.

Uruguay (4-3-1-2):
Muslera - Perreira, Lugano (38' Scotti), Victorino, Fucile - Diego Perez, Arevalo, Fernandez ('46 Loderio) - Forlan - Cavani ('76 Abreu), Luis Suarez

Gana (4-3-3):
Kingson - Pantsil, Vorsah, Mensah, Sarpei - Annan, Asamoah, Prince Boateng - Inkoom ('74 Appiah), Gyan Asamoah, Muntari ('88 Adiyiah)

Golller: '55 Forlan - '45+2 Muntari
Penaltı Golleri : Forlan, Victorino, Scotti, Abreu - Gyan Asamoah, Appiah
Penaltı Kaçıranlar: Perreira - Mensah, Adiyiah
Kırmızı kart: '120 Luis Suarez

4 Temmuz 2010 Pazar

FURKAN ALDEMİR


Özellikle 2001'de Türkiye'de yapılan Avrupa Basketbol Şampiyonası'na hazırlık süreci ve turnuvanın ardından tüm ülkede basketbol konusunda bir atılım oldu, aileler çocuklarını bu yöne yönlendirmeye başladı. O günlerde NBA'de Hidayet'in aldığı kısa süreleri büyük bir heyecanla izlerken şimdilerde takımını NBA finalinde sırtlayan, All-Star olan ve takımlarının önemli parçaları olan 3 oyuncumuz var orada. Ömer ve Semih'in de NBA'e gitmesiyle NBA'deki oyuncu sayımız da arttı ki devamı da gelecek gibi görünüyor. 1, 2 sene içinde Enes Kanter de çok büyük ihtimalle dünyanın en önemli lig organizasyonuna dahil olacak. Aslına bakılırsa bu kadarla da kalmayacak gibi duruyor, ilk etapta Maxim, Birkan, Göksenin, Furkan gibi pozisyonlarında ve yaş gruplarında çok değerli oyuncularımız göze çarpıyor. Neyse biz konu başlığımıza, son günlerin çok konuşulan ismi Furkan Aldemir'e bağlanalım burdan.


Karşıyaka'nın Türk basketboluna sunduğu fazlasıyla potansiyelli bir yıldız adayı Furkan Aldemir. 1991 doğumlu ve 2.10 boyunda. Henüz 19 yaşındaki bu genç adam sezon boyunca Karşıyaka'da hakettiği dakikaları buldu ve 25 dakika 7.7 sayı 8 ribaund ve 1.4 blokluk ortalamasıyla kapattı 2009-2010 sezonunu. Bu blok ortalamasıyla da ligin blok kralı oldu. İstatistik olarak devam edecek olursak yine geçtiğimiz sene Gençler Şampiyonası'nda 30 sayı 24 ribaund ortalamalarını tutturdu Furkan. Rakamların anlattıkları böyle.

En önemli özelliği ribaund sezgileri Furkan'ın, duracağı yeri çok iyi biliyor ve top eline adeta gelip yapışıyor. Aynı zamanda çok hareketli, çok atlet bir uzun. Savunmada güçsüz vücuduna rağmen güçlü fundamental özellikleriyle iyi pozisyon alır, rakibinin önünde kalarak onu savunmaya gayret eder ve başarır da. Hücumdaysa yine zayıf vücudu dolayısıyla sırtı dönük oynamaktan biraz kaçsa da aslında pivot hareketleri fena olmayan bir oyuncudur, üzerinde durulursa ilerde bu şekilde önemli bir hücum tehditi sağlayabilir. Bunların yanında iki önemli eksiği var Furkan'ın. Birincisi güçsüz, cılız bir oyuncu ama daha 18 yaşındaki bir oyuncu için normal karşılanabilir bu tabi ki, ikinci eksiğiyse orta mesafe şutu, bunun üzerinde fazlasıyla çalışması gerekiyor. Aslında var olan bu 2 eksiğini de kapatabilirse komple bir uzun olur ve kesinlikle gelecekte onu Avrupa'nın en iyi uzunlarından bir tanesi olarak NBA'de izleriz.


İstanbul'un devlerinin, yıldızı böylesine parlayan, bu kadar yetenekli ve genç bir oyuncunun peşine takılmaması pek de normal olmazdı heralde ki takıldılar da zaten. Bugünlerde tüm spor medyasını işgal eden en önemli konulardan biri Furkan Aldemir ve Galatasaray ilişkisi. Oldu, imzalar atıldı, iş bitti derken bu transfer halen netliğe kavuşmuş durumda değil. Durum şundan ibaret, Galatasaray Furkan'a karşılık Karşıyaka'ya 1.5 Trilyon artı 2 futbolcu teklifini sundu, Karşıyaka da bu ilginç teklifi kabul etti. Fakat bu anda devreye Karşıyaka Basketbol Şubesi girdi ve üzerine takım kurdukları oyuncuyu haklı olarak bu şekilde bırakmak istemediğini dile getirdi. Görüşmeler halen devam ediyor ve muhtemelen Furkan gelecek sezon sarı kırmızılı formayı giyecek.

Furkan için çok doğru bir takım aslında Galatasaray, hem iddialı bir takıma hem de istediği süreleri alabileceği bir takıma transfer olur Furkan, eğer bu transfer gerçekleşirse. İşin Galatasaray tarafına bakarsak onlar da Oktay Mahmuti liderliğinde yeni bir takım kuruyorlar ve Furkan onlar için de biçilmiş kaftan. Kısaca bu transfer gerçekleşirse hem Galatasaray hem de Furkan için müthiş bir hamle olur. Bu konudaki gelişmeleri ilgiyle takip edeceğiz. Bakalım iki sevgili birbirine kavuşabilecek mi?

1 Temmuz 2010 Perşembe

NBA'DE TRANSFER DÖNEMİ BAŞLIYOR


NBA'de yıllardır beklenen transfer dönemi bugün itibariyle başladı. Pek çok takım senelerdir bugün için hazırlandı, salary cap'lerinde boşluk yaratmak adına geçtiğimiz sezonlarını feda ettiler. Kontratları biten Lebron, Wade, Bosh gibi yıldızları kapmak, tüm bu takımlar için geçtiğimiz sezonlardan çok daha değerliydi. Bu 3 oyuncunun başını çektiği tam 177 oyuncu bugün itibariyle serbest durumda. Biz de bazı isimler hakkında biraz atıp tutalım o zaman.

Öncelikle şu bilgiyi verelim; New York, Chicago, Miami, New Jersey bu transfer döneminde en çok ismi duyulacak ekipler olacak hiç şüphesiz. Çünkü bu takımların salary cap boşlukları çok ufak rötuşlarla 2 maksimum kontrat kaldırabilecek düzeyde. Hatta Miami'de Wade'in zaten mevcut bulunduğunu düşününce 3 süper yıldızın bu forma altında birleşmesi çok da ütopik değil.

Lebron tabi ki bu transfer döneminde ne yapacağı en fazla merak edilen oyuncu. Lebron'u kadrosuna dahil etmek için üstte bahsettiğimiz takımlar ve kendi takımı Cleveland en önemli adaylar. Bugün bu adaylara bir de Clippers eklendi. Hem de çok ilginç bir şekilde. Yaptıkları açıklamada 'Lebron görüşme davetimizi kabul ettiği için onur duyduk' dediler ve bir oyuncunun, bir organizasyonun üzerine çıktığını da kanıtladılar. Bu Clippers adına gayet onur kırıcı şahsi fikrime göre. Neyse biz Lebron'un nereye gideceğine dair fikrimizi sunalım, tabi New York'a gelsin isterim fakat bence Lebron için, eğer Cleveland'dan ayrılacaksa en yakın aday Chicago.

Wade için sözü çok uzatmak istemiyorum, kesinlikle Miami'de kalacak keşke Chicago'ya gitse de kendi şehrinin takımında oynasa, burada çok büyük bir efsane olacağına şüphe duymam ama bu ihtimal bana çok uzak geliyor, Pat Riley onu asla bırakmaz. Pat Riley demişken Chris Bosh'u da ekleyelim buraya, onun için en avantajlı takım bence Miami. Daha önce yaptığı açıklamada Wade ve Lebron'un kararlarını bekleyeceğini söylemişti. Muhtemelen Wade'le Miami'de buluşurlar. Onun için kesin olan bişey var ki Bosh Toronto'da kalmayacak.

Nowitzki ve Pierce gibi takımlarıyla özdeşleşmiş bu iki ismin de takımından ayrılacağını düşünmüyorum. Onların serbest kalma amacı bence yeni sözleşme imzalayıp gelecek sezonki işçi-işveren savaşından etkilenmemek.

Amare Stoudamire ve Carlos Boozer da serbest durumda şu anda. Her iki oyuncu da savunma yönü zayıf, hücum yönü kuvvetli oyuncular ve ikisi de takımlarından ayrılacak gibi geliyor bana. Bu ikiliden bir tanesi New York'a gidebilir diğeri de yukarda bahsi geçen takımlardan birine gider muhtemelen ama önce herkes ilk hamlesini yapsın bu isimler hakkında daha net bişeyler söyleyebiliriz.

Joe Johnson'a da değinmeden etmeyelim, Atlanta onu elinde tutmayı çok istiyor ama bunun için maksimum kontrat önermek zorundalar. Burda soru Joe Johnson'ın 21 Milyonluk bir kontratı hak edip etmediği.

Tabi daha pek çok isim var ama şimdilik bu kadar yazalım. Bir kaç gün içinde her şey daha netleşecektir. Biz de ona göre tahminlerimizi gözden geçiririz tekrar. Kesinlikle çok eğlenceli bir dönem yaşayacağız bu aralar

Avrupa'da transferler



Futbolda transfer bombaları yavaş yavaş patlamaya başladı. Geçtiğimiz ay Barcelona'nın David Villa'yı almasının ardından bu hafta içi de 2 büyük transfer resmiyet kazandı. Önce Manchseter City uzun zamandır peşinden koştuğu David Silva'yı renklerine bağladı. İngiliz ekibinin 22 yaşındaki İspanyol oyuncu için Valencia'ya 27 milyon sterlin ödeyeceği açıklandı. Ardından bir diğer haber de Madrid'den geldi. Jose Mourinho'yu alarak, sezonun en flaş tranferine çoktan imza atan Real Madrid, Benficalı Angel Di Maria'yı 25 milyon avro karşılığnda transfer etti. Halen Arjantin'le Dünya Kupası'nda yer alan 22 yaşındaki oyuncu Racing Santander'den transfer edilen Sergio Canales'ten sonra Los Galacticos'un bu seneki ikinci transferi oldu.